Saat
on sekiz. İstanbul’daki milyonlarca insan için en az bir saatlik ıstırabın
başlama vakti. Nafız da adliyenin karşısında bulunan fotokopicide ki işinden,
tam da bu kahır saatlerinde çıkıyordu.
Koşarak
metrobüs istasyonuna geldiğinde, saat çoktan on sekiz çeyrek olmuştu.
Yaklaşık
iki senedir bu hattı kullanan Nafız, Mecidiyeköy’den dolan metrobüslere
Çağlayan’dan binmeyi, her gün gerçekleştirilmesi gereken zorlu bir görev olarak
görmeye başlamıştı.
Ön
kapıda biriken kalabalığın arasına yıldırım gibi hızlandı. Kapının
kapanmasından önce kendini içeri zar zor attığında, yüzünde kocaman bir
gülümseme vardı.
Metrobüs duraktan ayrılırken, Nafız kulaklıklarını cebinden
çıkarmak için çırpınıyordu.
Sıkışık
bir şekilde olsa da her zaman otobüsün önünde gitmekten zevk almıştı. Kocaman
camdan yolu seyretmek, anlık sıkıntısını bir nebze olsun azaltıyordu.
Halıcıoğlu’na doğru yokuş aşağı hareket ederken, şoför tarafında bir
hareketlilik dikkatini çekti. Kulaklıklarını çıkarıp o yöne baktığında ilk
duyduğu şey, orta yaşlarda iri kıyım bir erkek yolcunun soföre çıkışması oldu.
”Hayvan mı taşıyorsun kardeşim? Şu frene
adam gibi bas!’’
Göbeği
direksiyona değdi değecek şekilde aracı kullanan şoför, sert bir tonda cevabını
verdi.
“Beğenmiyorsan
taksiye bin hemşerim!’’
Metrobüs
şoförünün sözleri, tam bir klasikti. Nafız, iki sene boyunca buna benzer pek
çok ağız dalaşı duymuştu. Olayın en fazla edilen birkaç küfürle kapanacağını
zannederken, şoförün inlemesiyle işin rengi bir anda değişti. Yolcu, elindeki
şemsiyeyle şoförün alnının çatına yapıştırınca, metrobüs darbeden çıkan sesle
inledi.
Kafasına
şemsiyeyi yiyen şoförün gözü döndü. Fiziksel özelliklerini inkâr ederek,
kabininden sıçrayıp yolcuya yumruk atmaya çalıştı. Normal zamanda hoş bir
seyirlik olabilecek bu anlamsız olay, ertesi günün gazetelerine ”Köprü
direğine çarpan metrobüste can pazarı” başlıklarıyla aktarıldı.
Şoförün
yumruk sevdasına düşüp metrobüsü köprünün ayağına vurmasıyla Nafız, manzara
seyretmekten keyif aldığı, dışarı bakarken çeşitli hayallere daldığı ön camdan
uçarak çıktı.
Yola
düşmesinden önceki kısa zaman zarfında, ablasıyla beraber yetim ve öksüz
kaldıklarını öğrendiği an, ablasının görücü usulü evlendirilmesi ve eşi olacak
o hıyarın evinde yaşamak zorunda kaldığı yıllar, gözlerinin önünden bir film
şeridi gibi geçti.
Çığlık
çığlığa bağırmasına rağmen, asfaltı gördüğü son anda aklına şu soru düştü. ”Öldüğüm için
üzülmeli miyim?” Gözlerini
açtığında gri bir girdabın içinde, baş aşağı düşmekteydi. Kalbinin ağızından
çıkmak üzere olduğu bu saniyede, kulağına metalik bir ses düştü.
“Yeni simülasyon
başlatılıyor, lütfen seçenekleri ayarlayınız!” “Bir dünya
seçiniz!”
Nereden
geldiği belli olmayan yumuşak bir ses yanıt verdi;
“Altı Medeniyetin
Dünyası!”
Cevaptan
sonra metalik ses bir daha konuştu;
‘
‘Medeniyet
seçiniz!”
Oldukça
heyecanlı başka biri, ”Ben cevap vereceğim, buna ben cevap vereceğim” diye
ortalığı velveleye verdi;
“Ork olsun!”
Metalik
ses, sistematik olarak her cevaptan sonra bir soru yöneltmeye devam etti;
“Cinsiyet
belirleyiniz!”
Tok
erkek sesine sahip kişi cevap verdi;
“Dişi!”
“Fiziksel ve
zihinsel kapasite seviyesi belirleyiniz!”
Sesinde
hınzırlık olduğu belli olan bir başkası, cevabı vermek için bekliyordu;
“Bir önceki
simülasyonun aynısı.”
Yeni
soru gelmeden önce, gülme sesleri girdabın içinde çınladı.
“Hafıza silme
işlemi gerçekleştirilsin mi?”
”Hayır!”
Tek
kelime, az önceki gülme seslerini bastıracak kadar yüksek sesli kahkahaların
ortalığı inletmesini sağladı. Metalik
ses ”Simülasyon başlıyor, son 5 saniye!’‘ dedikten
sonra geri sayım başladı
5!4!3!2!1!
Nafız,
duyduğu bunca şeyin ardından gözlerini sıkı sıkıya kapatmış, korkudan
titreyerek ağlıyordu. Geri sayımın bitimiyle beraber bir güç kafasından onu
şiddetle çektiğindeyse, gözlerini açmak zorunda kalacaktı.
İlk
gördüğü şey, ağzının kenarlarından iki koca diş sarkmış, yeşil renkte bir
yaratık oldu. Korkudan avaz avaz bağıran Nafız, su dolu bir varile baş aşağı sokulunca
susmak zorunda kaldı. Varilin içine iki üç bat çıkar yapıldıktan sonra yerde
yatan diğerlerinin yanına konuldu.
Bu
kadar heyecana dayanamayıp bayılmak üzereydi, yanındaki bebeğe ancak gözünün
ucuyla bakabildi ama bu bile ona yetti. Dehşete düşen Nafız’ın zihninden birkaç
kelime hızlıca geçti ve yeniden bayıldı. “Bu nasıl bir çirkinlik
böyle!”
Nafız
gözlerini yavaş yavaş açarken, karşısında hep o çirkin suratı görüyordu. Bu
döngü, yaklaşık beş gün boyunca devam etti, her seferinde ağzına bir kaç parça
lapa sokulup tekrar uyutuluyordu.
Altıncı
günün sabahında, rüyalarına giren yüzün yerine kahverengi renkte deriden bir
kubbe gördü.
Bu değişiklik onu şaşırtmıştı ama esas şoku yerinden doğrulduğunda
yaşadı. Gözleriyle vücudunu kontrol ettiğinde, on yaşlarında bir çocuk kadar
gelişmiş olduğunu keşfetti.
Bakışlarını
kubbeli yapının içinde gezdirirken, başka yeşil yaratıklar gördü.
Sakinleşip
bir kenara çekildiğinde, çadırın deriden kapısı açıldı. Doğduğu gün gördüğü
suratın sahibi, elinde bizon büyüklüğünde bir hayvanla beraber giriş yapıyordu.
Bu
kadının adını bir kez duyduğunu hatırladı. Asıksurat adlı kadının işi belli ki
bu çadırdakilerle ilgilenmekti. İki metreye yakın boyu, vücut geliştiricileri
kıskandıracak kadar iri kasları ile Asıksurat, elindeki hayvanı yere atıp söyle
dedi.
”Bu, kabilede yiyeceğiniz ilk ve tek bedava
yemek olacak. Tadını çıkarın!”
Şoku
atlatan çocuklar, yerde duran hayvanın üzerine adeta akın ettiler. Nafız,
karnının guruldamaları artık kulağına kadar eriştiğinden dolayı, gördüğü sahne
ne kadar iğrenç olsa da bir parça kapmak için ileri atıldı. Metrobüs tecrübelerimle
bu iş benim için çocuk oyuncağı, aralara sızıp bir parça kaparım düşüncesi,
karnına yediği tekmeyle beraber buhar olacaktı.
Karnı
deli gibi acıyordu ve kalabalığa baktığında ilginç bir şey keşfetti. Kendisi
hariç herkes, en az on yedi, on sekiz yaşlarında gösteriyordu. “Bir önceki
simülasyonun aynısı’’ Bu
cümle ve ardından gelen gülmeler zihninde yankılandı. Artık gülmelerin anlamını
biliyordu, yavaş yavaş diğer şeyleri de hatırlamaya başladı.
Cinsiyet sorusu ve
cevabı aklına düşünce, bir kez daha yıkıldı. Yeni hayatında dişi bir orktu,
önceki yaşamının fiziksel özelliklerine sahip olacaktı ve en kötüsü de bilinci
yerli yerinde duruyordu.
Kalabalık
hayvanı talan ederken, Nafız yerinden bir milim kıpırdamadan boş gözlerle deri
tavana bakıyordu. Aç orklar hayvanı zombi sürüsü gibi kemirmiş, geriye
sadece kemikler ve onların üzerinde bulunan ince et tabakası kalmıştı.
Nafız,
yanında yatan başka bir orkun ayaklanmasıyla beraber daldığı hayal âleminden
uyandı. Yerdeki kemiklere doğru yürüyen bu ork, çadırda bulunan her çocuktan en
az bir kafa kadar daha uzun boya sahipti.
Yerde
kalan karkası kaldırıp Nafız’a doğru yürüdüğünde, Nafız’ın kalbi küt küt atmaya
başladı. İki metreye yakın boyu, yetişkin bir erkeğin bilekleri kalınlığında
dişleri, Asıksurat benzeri kaslarıyla bu ork insana korku salsa da, esas dehşet
verici yanı bambaşka bir yeriydi.
Nafız,
kendisine doğru yürüyen bu yaratığın ork standartlarına göre bile büyük olan
kafa yapısını görünce, küçük dilini yutmamak için kendini zor tuttu. Kafasının
büyüklüğü yüzünden yalpalayarak yürümek zorunda kalıyor, dengesini zar zor
koruyabiliyordu.
Yanına
geldiğinde elinde bulunan kemikleri Nafız’ın önüne attı ve kalın sesiyle
konuştu.
“Beraber
yiyelim’’
Bedeni
yüzünden doğru düzgün yürüyemeyen bu kişinin hareketi sonrası Nafız’ın içinde
bir sıcaklık oluştu. Kemiklerden birini eline alan Nafız, kalan etleri sıyırıp
yalamaya başladı. Diğer orkların kalın dişleri ve koca çeneleri yüzünden
sıyıramadığı bu etleri, Nafız haşlanmış mısır yer gibi temizliyordu.
Et
yağmasından istedikleri kadar alamayan bazı orklar, bu sahneyi kıskançlık
içinde izlemekteydiler.
Dayanamayacak hale gelip Nafız’ın elinden yemeğini
almak için ayağa kalkanlar olduysa da geri oturmaları çok kısa bir süre
sürdü.
Asıksurat
dâhil bütün çadır, gelişmemiş dişi orkun yanında ki koca kafalıyı izliyordu. Bu
ork, eline aldığı kemikleri çubuk kraker yer gibi katır kutur mideye indirmekle
meşguldü.
Ağzına
kemik attığı her seferinde çıkan sesler çadırın içinde bulunanların sinirini
zıplatsa da kimse korkudan sesini çıkaramıyordu.
Yemek
işi bitince Asıksurat çadırdan çıkıp, elindeki çaput benzeri deri parçalarla
geri döndü.
”Hepiniz
bunları giyin. İsim töreni için şefin çadırına gideceksiniz!”
Deri parçalarını alan erkek orklar bunları
bellerine sararken, dişiler göğüslerini de kapatma ihtiyacı duyduklarından, iki
parça alıyorlardı. Giyinme işi bittiğinde, çadırın içinde bulunan orklar
Asıksurat önderliğinde dışarı çıktılar.
İlk
bakışta, birbirinin benzeri birçok çadırın etrafta bulunduğunu keşfetti Nafız.
Toprak zeminli, ortadan bir direkle desteklenmiş bu yapılar, dışarıdan yarım
daire şeklinde görünüyordu. Her biri alaca bulaca renklerde olan çadırların,
çeşitli hayvan derilerinin birbirine eklenerek yapıldığını belliydi.
Civarlarında çok
sayıda ork dolaşıyordu. Sayıları o kadar fazlaydı ki, sayma gibi bir girişimde
bulunamadı Nafız.
Yenidünyasını gördüğü bu ilk seferi, hayli ilginç
geçmekteydi. Nafız’ın aklına çadırda yaşayan göçebe kabileler geldi, önceki
hayatında bu konuda birkaç belgesel izlemişti.
Şu
anki durumun, izledikleriyle hiçbir alâkası olmaması onu çok şaşırttı.
Belgesellerde bu tip gruplar düzlük alanları seçip çadırlarını kurarken, ork
köyü bir dağ yamacında bulunuyordu. Eğim çok dik olmasa da yukarı doğru
tırmandığını hissedebiliyordu insan.
Şefin
çadırına doğru yürürken çiftleşen, dövüşen, kemikleri parçalayarak yiyen,
birbirlerinin kafasına odunlarla vurup şakalaşan birçok ork gördü Nafız. Gözlemlerine
dayanarak, ork ırkının cinsiyet ayrımı olmaksınız iki metreye yakın boya, çok
kaslı bir vücut yapısına sahip olduğunu anladı.
Dişileri
erkeklerden ayıran en önemli özellik koca memeleri ve nispeten biraz daha ince
iki ön dişleriydi. Kendi içinde bulunduğu grup ortalama olarak yüz yetmiş
santim boya sahip, fizik olarak biraz daha zayıf görünümlü orklardan
oluşuyordu.
Nafız
etrafta dolaşan orklara bakarak, yeni doğan grubunun bu büyüme hızlarıyla en
fazla beş gün içinde tam yetişkin olacağını kestirdi. Bütün gördüklerinden yola
çıkarak yaptığı tahminler, iki numune dışında tam isabetti.
İlk
tuhaflık kendisiydi, doğmadan önce yapılan seçimler sonucu hilkat garibesi
olmuştu. Önceki hayatında yüz seksen santim boylarında, iriye yakın fiziğe
sahip bir erkekti. Bu hayatında ise ulaşacağı ölçüler, onu zor günlerin
beklediğinin haberciydi. Surat ve ağız yapısı da normal bir orkun görünüşünden
epey uzaktı. İnsanımsı surata ve kendi küçük parmağı kalınlığında iki ön dişe
sahipti.
İkinci
anormallik, yanında yürüyen ayaklı tokmaktı. Henüz tam yetişkinliğe ulaşmadan
iki metre boyu, yetişkin bir erkek kadar kaslı vücudu, insanı dehşete düşüren
ön dişleri ve nerede olursa olsun görülen kafasıyla, yeni doğanların en dikkat
çekici üyesiydi.
İki
değişiğin yan yana yürümesi nedeniyle grup, geçtikleri yerlerde bulunan orkların
ilgi odağı oluyordu. Yol boyu herkes birbirine onları gösteriyordu.
Neyse
ki yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra yamacın zirvesine ulaştılar.
Etrafa yayılmış çadırların on katı büyüklüğündeki tek renkten oluşan bir yapı,
tüm heybetiyle önlerinde duruyordu.
Çadırın
girişinde toplanan kalabalık kendi aralarında konuşurken, Asıksurat sesini
iyice sertleştirerek kalabalığa seslendi.
”Birazdan
şefin çadırına gireceksiniz. Çadırdan dışarı canlı çıkmak istiyorsanız, ne
olursa olsun sesinizi çıkartmayacaksınız. Herhangi bir emir verilirse, sorgusuz
sualsiz uyacaksınız”
Konuşmanın
bitimiyle beraber, deri zırh kuşanmış kızgın bakışlı muhafız ork içeriden
çıktı. Çadırın önünde birikmiş kalabalığa bakarken, gözlerini aşağılar bir
tavırla devirerek seslendi.
”Teker
teker geçerek içeri girin!”
Asıksurat’ın
ciddi uyarısı, çadırdan çıkan savaşçının tavırları ve kapının her iki yanında
duran yetişkin orkların bakışları nedeniyle, yeni doğan orklar korku içinde
çadıra girmeye başladılar.
Nafız
grubun ortalarında bulunuyordu. Sıra kendisine gelip içeri girdiği zaman, ondan
öncekilerin diz çökmüş bir halde beklediğini gördü. Boş boş bakınırken,
kolundan tutan bir nöbetçi onu da ortadaki grubun içine fırlattı.
Orklar
düşük zekâya sahip varlıklar olsalar da çadırın içindeki atmosfer nedeniyle
aynı yerde diz çökerek beklemeleri gerektiğini anlamışlardı. Dışarıda ki yeni
doğanların içeri gelmesini beklerken, Nafız çadırı inceleme fırsatı buldu.
Kırmızı renkteki bu devasa çadırın, diğerlerinin aksine tek renkten oluşması
otorite göstergesi olmalıydı
Ortada
yükselen bir dayanakla kurulan diğer çadırlardan farklıydı. Kenarlardaki çok
sayıda direğin kirişlerle birbirine tutturulduğu daha karışık dizaynı olan bu
yapı, şefin gurur kaynağı görevini görüyordu.
”Başla”
İhtiyar
orkun konuşmasıyla beraber, korumalar gruptan ellerine gelen ilk yeni
doğanı alıp ileri götürdü. Sesin kaynağına doğru bakışlarını çeviren Nafız,
önce ortada duran yaşlı orku, daha sonra sağında ve solunda duran daha genç
görünümlü iki erkek ork gördü. Çadırın ucunda oturan bu erkekler yeni doğan
grubuna sert gözlerle bakarken, bir yandan da önlerinde bulunan av etlerini
yemekle meşguldüler.
Bu
üç orkun dikkat çekici bir özelliği vardı; üstlerindeki kürkler. Yaşlı olan
orkun üzerinde, çenesinin alt yarısı bulunmayan bir beyaz ayı postu, sağ yanında
bulunan orkun kaplan postu bulunmaktaydı. Soldaki, diğer ikisine göre genç olan
orkun postu bir boz kurttu.
”Kabile
şefimizin torunu gücünüzü test edecek, şefimizin oğlu görevinizi belirleyecek
ve şefimiz ölene kadar taşıyacağınız isminizi bahşedecek.”
Savaşçı
duyurusunu yaptıktan sonra yeni doğanlar neden burada olduklarını anladılar.
Çoğunluğun simasını bir heyecan kaplarken, Nafız’ın içine sıkıntı düştü.
Önceki
hayatında nüfus müdürlüğü çalışanı mağduru olan Nafız, isim konusunda büyük bir
fobiye sahipti. Ebeveynleri, delip geçen, sözü geçen anlamında ki Nafiz ismini
ilk erkek çocuklarına koymak isterken, memur Nafız yazıp geçmişti.
Eski
travmaları Nafız’ı rahatsız ederken, bir tokat sesi çadırın içinde eko yaparak
gezindi. Kurt postuna sahip orkun ayaktaki yeni doğana attığı tokat, Nafız’ın
aklındaki tüm düşünceleri silip attı. Yetişkin bir orktan yediği tokatla yere
yıkılan yeni doğan korkudan titriyorken, kurt postlu ork keyifle gülüyordu.
“Kalındiş seni
piç!”
“Sadece kendi
keyfini düşünüyor!”
Çadırın
içinde nöbet bekleyen orkların mırıldanmalarına bakılırsa, bu gösteriyi
izlemekten bıkmış durumdaydılar. Yeni doğanların isim şöleni, şefin torunu
Kalındiş’ in arzularını tatmin törenine dönüşüyordu. Her ne kadar sadakatle hizmet
etmek zorunda olsalar da bu olanlar bazılarını gerçekten sinirlendiriyordu.
”Levazım,
ormancı”
Kaplan
postlu ork, yerdeki yeni doğana bakarak görevini söylemişti.
‘‘Emredersiniz
Kaplanyürek’’
Kenarda
bağdaş kuran üç ork daha vardı, bunların içinden biri cevap verdi. Konuşan kişi
Domuzkuyruk adı verilen ve levazım işlerinden sorumlu orktu. Domuz derisinden
bir zırh giyiyordu. Yanında ki başka bir orku, yerde yatan yeni doğanı almaya
yolladı.
Kalındiş’
in yere düşen orku daha fazla yaralamasından korkarak astını yollaması, yanında
bulunan iki orkun gülüşmesine sebep oldu.
”Keskingöz,
Delibalta, ekiplerinizin arkasını toplayacak biri kalmayınca bu şekilde
gülebilecek misiniz?”
Domuzkuyruk’
un çıkışı iki orku susturdu. Savaşçıların başı Delibalta ve avcıların başı
Keskingöz için Domuzkuyruk her an ezebilecekleri bir karınca olsa da biraz yüz
vermekten rahatsız olmadılar.
Ekiplerinin
bütün pis işleri ve ihtiyaçları levazım tarafından karşılanırken, en azından
bunu yapabileceklerini düşündüler. Levazımının personel eksiliği direkt olarak
onları etkilemeseydi durumun kesinlikle böyle olmayacağını bilen Domuzkuyruk da
olayı uzatmadı.
Levazım
astının yardımıyla ayağa kalkan yeni doğan, ismini almak için şefe döndü.
Oturduğu yerden ilgisiz bir şekilde yeni doğana bakan şef, sanki dünyanın
en zor işini yapacakmış gibi sıkılarak konuştu.
“Düşenyaprak!”
Düşenyaprak korku içinde Levazım Bölümü Lideri’nin arkasına geçerken, Nafız onu bekleyen
senaryoyu düşünmeye başladı. Bir tokat sesi, ardından bir yumruk sesi ve yere
düşen başka bir yeni doğan.
Kaplanyürek
bir kez daha konuştu;
”Avcı”
Keskingöz
memnun bir tavırla yerde yatan yeni doğana bakıyordu. Tokatla yıkılanlar
levazım, yumrukla yıkılanlar avcı, tekmeyle yıkılanlar asker olarak
görevlendiriliyordu. Birkaç turdan sonra, bu sistemin hiç şaşmadığı görüldü.
Bilinen
sınıflandırma şekline rağmen, Kaplanyürek ‘in görevleri söylemesi Nafız’ın
tuhafına gidecekti. Sadece levazım bölümüne gidenlerin işlerini belirtmesi,
özellikle dikkatini çekti.
Sanki bölümü aşağılamak için çaba sarf ediyordu.
Sıra
Nafız’a geldiğinde, grubun yarısından fazlasının yapacakları işler belli
olmuştu. Kalındiş, av etinin tadına bakmak için bir süre dinlenirken, Nafız’ın
şefin önüne yürüyüşü tamamlandı. Başını yemekten kaldıran Kalındiş Nafız’ı
görünce, içinden gelen gülme isteğini bastıramayıp kahkaha atmaya başladı.
Uzun
süre güldükten sonra kendine gelen bu ork, ortalama bir yeni doğanın çok
gerisinde fiziksel özellikleri olan Nafız’a bakarak konuştu
”Bu zavallı
varlığı buraya getirme cüretini nasıl gösterirsiniz? Önce bunu bir tokatla
öldüreceğim, daha sonra bu kabahat kiminse onunla ilgileneceğim."
Gözlerindeki
öldürme niyetiyle Kalındiş ona doğru yürürken, Nafız korkudan titriyordu.
Önceki hayatında ölüm ani bir şekilde gelmişti, şu an yaşamakta olduğu korkuyu
ilk defa tecrübe ediyordu. Hayatı, bu vahşi yaratığın bir vuruşuyla alınacaktı
ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gözlerini kapatıp ölümü beklediği sırada,
bölüm yöneticilerinin olduğu yerden bir ses geldi.
”Şef
Ayıboğan! Levazım bölümünde ork eksiğimiz var, lütfen kaynağımızı boşa
harcamayalım.”
Domuzkuyruk
bu sözleri sarf ettiğinde, Kalındiş tokadı vurmak üzereydi. Yerinden sinirle
fırlayan Kaplanyürek Levazım Bölümü Şefine bağırdı.
”Sen kim
olduğunu sanıyorsun! Kutsal töreni bölenler ceza..’’
Kaplanyürek
sözlerini bitirmeden, sol tarafından boğuk bir ses duyuldu
”Görevini
ver”
Ses
belki yeteri kadar yüksek değildi ama içerdiği kudret çadırda bulunan herkesin
ürpermesine yetti. Konuşan kişinin üzerinde beyaz bir ayı postu vardı. Örgülü
sakalları çenesinin altından uzanıyor, fizikken zayıflamış olduğu göze çarpsa
da yaydığı aurayla etrafındakileri istemsiz şekilde korkutuyordu.
Ayıboğan
ismiyle bilinen bu ork, yüz senedir kabilenin şefi olarak hüküm sürüyordu.
Ağzından çıkan kelimelerin ağırlığını test edebilecek bir kişi, kabilenin
içinde bulunamazdı. Buna kendi oğlu da dâhildi.
Kalındiş
şaşkın gözlerle babasına bakarken, Kaplanyürek konuştu
”Levazım,
bokçu”
Kaplanyürek
yerine oturdu fakat bakışları Domuzkuyruk’ un üzerindeydi. Eğer gözleriyle
öldürme kabiliyetine sahip olsaydı, şu anda çadırın içinde bir katliam
yaşanıyordu.
Domuzkuyruk,
şefe minnettar bir şekilde selam verip başını eğdi. Ayıboğan, ayakta titreyen
Nafız’a bakmaya tenezzül bile etmedi. Ağzından çıkan kelimeler karşısındaki
zavallı için bir lütufmuşçasına mırıldandı.
”Titrek”
Levazım
Bölümü tarafından bir ork kendisini almaya geldiğinde, Nafız hareket edemeyecek
haldeydi. Yaşadığı ölüm korkusu ne izlediği filmlere ne de okuduğu romanlara benziyordu.
Kanının akmadığını hissetti, uzuvları felç geçirmiş, beyni düşünmeyi
bırakmıştı. Kuru bir ağaç dalı misali, yardımcı orkun kollarında levazım
bölümüne geldi.
Bu
tuhaf olayın ardından tören devam etti ama Kalındiş yaşadığı aşağılanmanın
acısını çıkarmadan rahatlamayacak gibiydi. Sıradaki yeni doğanı bekliyor, ilk
tokatta öldürmek için sabırsızlanıyordu.
Yeni
doğanların sırasından, bütün çadırı hayretler içinde bırakan bir ork ilerlemeye
başladı. Yalpalayarak Kalındiş’ in önüne gelen bu kişi, öncekilere pek
benzemiyordu.
Yetişkin bir ork kadar gelişmiş olan yeni doğana bakarken,
Kalındiş bir aşağılamayla daha karşılaştığını hissetti.
İsmini
aldığı ve en büyük özelliği olarak övündüğü dişleri, yeni doğan bu orkun
dişlerine nazaran biraz daha inceydi. Ancak çok dikkatli bir şekilde bakınca
anlaşılan bu fark, diğer kişinin yeni doğan olması nedeniyle Kalındiş’i stres
altına soktu.
”Kurtulmalıyım,
ne olursa olsun bu orktan kurtulmalıyım”
Aklından
geçen düşüncelerin verdiği hırsla, yumruğunu önündeki büyük başlı orkun
suratına indirdi. Kemik kırılma sesi kulakları yırtarken, yumruğu yiyen ork bir
kaç adım geri savrularak yere düştü.
Çıkan
sesin şiddeti olağanüstüydü, herkes yerdeki orkun haline görmek için
bakışlarını o yöne çevirdi ama bazı istisnalar da yok değildi. Bölüm
başkanları, şefin oğlu ve şef, herkesin aksine dikkatlerini Kalındiş’e
yönelttiler.
Bu tecrübeli orklar her şeyi görmüşlerdi ama gözlerine inanmamak
konusunda ısrar ediyorlardı.
Şefin
torunu ritüelin kurallarına uymayıp, tokat yerine direkt yumruk atmış,
yeni doğanın kafatasını kırıp onu yere yığmıştı. Olması gereken bu sahnenin
gerçekleşmediğini gören Kaplanyürek, durumu kurtarmak için öne fırladı.
”Kalındiş,
oğlum! Sanırım yeni doğanlar senin kudretini kaldıramıyorlar. Merhamet
göstererek işini senden daha zayıf bir savaşçıya bırakamaz mısın?”
Kalındiş,
yüzünde tatsız bir ifadeyle cevap verdi.
”Siz bu
şekilde istedikten sonra, emirlerinize uymak benim görevimdir’’
Sözlerini
bitirdikten sonra şefe selam vererek hızlı adımlarla çadırdan dışarı yürüyen
Kalındiş, büyük deri kapıdan çıkana kadar kafasını yerden kaldırmadı.
Olayların
üstüne çadırdaki orkların çoğu Kaplanyürek ‘in merhametini takdir ederken, şef
ve bölüm başkanları öz önce yaşanan tuhaf olayı düşünüyorlardı.
Şefin torunu
ünvanlı, en iyi bakımı gören yetişkin ork, yeni doğanın suratını tüm öfkesiyle
yumruklamıştı.
Bunun
sonucu olarak yeni doğan kafasının büyüklüğü yüzünden dengesini bulamayıp
düşerken, yumruğu atan Kalındiş’ in eli kırıldı. Tabii ki Kaplanyürek bu olayı
ilk anlayan kişilerdendi. Oğlunun çıkışının ardından, yerde yatmakta olan orka
görevini verdi
”Levazım,
bokçu”
Domuzkuyruk’
un iki yardımcısı, levazım sözcüğü Kaplanyürek’ in ağzından çıkar çıkmaz
yıldırım gibi yerde yatan orkun yanında göründüler. Sessizce yeni doğanın
kulağına eğilip ”Sakın kıpırdama,
gözlerini kapat” diyen bu iki ork, isim verilmesi için herkes gibi
şefe döndüler.
Şefin
suratına ritüel başından beri yerleşmiş olan bıkkınlık, şu sıralar yerini
şaşkın ve kızgın bir ifadeye bırakıyordu.
”Sallabaş”
Şef,
yerde yatan orka ismini verince, levazım bölüğünden iki yardımcı Sallabaş’ı
karga tulumba taşıyarak Domuzkuyruk’ un arkasındaki kalabalığa karıştılar.
Delibalta, bu sahneyi izlerken içten içe üzüldü. Böyle bir vücut, savaşçı
saflarında bulunması gereken bir materyaldi ve şimdi sadece bok toplama işiyle ilgilenmek
zorunda kalacaktı.
Tören
rutin şekilde ilerleyerek, yaklaşık bir saat daha sürdü. Yeni doğanlara isim
verilme işinin bitmesinin ardından, bölüm başkanları topluluklarını alarak
çadırı terk ettiler.
Şef
Ayıboğan gün boyunca oturduğu yerden kalktı, uyuşan vücudunu gerdikten sonra
kapıya bakarak konuştu
“Daha ne kadar
orada duracaksın?”
Bu
sözlerin ardından, çadırın kapısından bir gölge içeri girdi.
Şef,
kapıdan giren figüre bakarak ”Elin
nasıl’’ dedi. Siyah gölge cevap vermeden önce bir süre sessizce
bekledi. Yüzünü göstermemek için yere bakıyordu.
”Dedenin
sorusuna cevap ver !”
Babasından
gelen bu fırçayla irkilen ork, kafasını kaldırarak cevap verdi.
”Dört veya
beş gün doğumu içerisinde eski haline gelecekmiş.”
Ritüelin
yarısında çadırdan çıkan Kalındiş, hızla kabilenin şifacısının yanına koşmuştu.
Kabilede bulunan ork şifacıları, adlarındaki illüzyonun aksine sadece bazı
basit uygulamaları gerçekleştiren kişilerdi.
Çıkan
uzuvları yerleştirme, yaraları dağlama, iyileşemeyecek uzuvların kesilmesi,
kırıkların basitçe sabitlenmesi yapabildikleri en büyük tedavi yöntemleriydi.
Bu ayrıcalık sayılan hizmetlerden, şefin soyu ve savaşçılar dışında kimse
yararlanamıyordu.
Sadece
bir haftalık sürede yetişkinliğe erişebilen bir ırkın, kendini iyileştirme hızı
ve popülasyonunu rahatlıkla arttırma potansiyeli bulunduğundan dolayı daha fazlasını
istemenin pek gereği yoktu.
Haberi
alan Ayıboğan, sakallarını okşamaya başladı. Babasının önemli konuları
düşünürken bu hareketi yaptığına sayısız kez şahit olan Kaplanyürek, yalaka bir
tonla seslendi.
”Şefim,
yüceliğinizle bizi aydınlatın lütfen’’
Ayıboğan,
torununa dönerek konuşmaya başlamadan önce bir süre daha düşündü. Gerginliğin
zirve yaptığı bu anlarda, Kalındiş nihayet başını çevirip dedesine bakmaya
başlıyordu.
”Bize
yaşattığın utancın farkında mısın?”
”Affet beni
büyükbaba”
Sözleri
ağzından zorla dökülürken, Kalındiş kafasını tekrar yere eğdi.
”Kes!”
Ayıboğan
önünde korku içinde duran torununa bakarak kükredi.
”Üç bölüm şefinin
önünde soyumu zayıf duruma düşürdün! Orkların arasındaki, en güçlü olan yönetir
kanununu şakamı sanırsın!”
Konuştukça
Ayıboğan’ın yüzünün kenarlarındaki damarlar belirginleşti. Babasının
kontrolden çıkmaya başladığını anlayan Kaplanyürek, araya girerek bir öneride
bulundu.
”İyileşir iyileşmez,
bir av ekibi oluşturup Yüce Dağ’a gidiyorsun. Yanına bir kişisel muhafız al
sadece. Kalanlar, normal av grubunun üyeleri olmalı. Levazım bölümüne giden
ikiliyi öldürmek için tek bir şans vereceğim sana.”
Oğlunun
olayı ele alış şekliyle rahatlayan Ayıboğan, memnun bir ses tonuyla konuştu.
”Onları
Kara Mağara’ya götüreceksin. Orada kendilerini öldürtecekler”
Ayıboğan
her ne kadar orkları demir yumrukla yönetiyor olsa da dürüst görünmek
zorundaydı. Yaşanan olayların üstüne ani bir infaz gerçekleştirirse, kimse
açıktan suçlama yöneltecek cesareti bulamayacaktı ama içten içe kin
tutabilirlerdi.
Bu
yöntemle dürüstlük alt çizgisini geçmeyecek ama soyuna karşı yapılan en küçük
yanlışı da affetmeyeceğinin mesajını verebilecekti.
Çadırın
içinde fırtınalar koparken, kabile rutin yaşamına devam etmekteydi. Ork
kabilesi üç sosyal sınıftan oluşuyordu, savaşçılar, avcılar ve levazım bölümü.
Savaşçıların
görevi, kabileyi vahşi hayvan ve diğer ırkların saldırılarına karşı savunmaktı.
Kabilenin yer aldığı yamacın üst kısmına yerleşmişlerdi ve şefin ailesinden
sonra en rahat yaşamı sürüyorlardı. Çoğu savaşçının kendi çadırı olurdu. Eş
olanlar haricinde aynı çadırı iki savaşçının paylaşması çok nadir görülürdü.
Şefin
çadırının etrafında konuşlanan savaşçıların durumuna bakan bir kişinin, asıl
görevlerinin şefi ve ailesini korumak olduğunu anlamaması mümkün değildi.
Sonsuz sadakat içinde hizmet eden savaşçılar, bu rahat hayatı onlara sağlayan
şef için gözlerini kırpmadan her denileni yapmak zorundaydılar.
Nafız’ın
en çok ilgisini çeken kişiler avcılardı. Yamacın orta bölümünde ikamet eden
grubun, et ihtiyacını karşılamaları dışında avcı sıfatını hak edecekleri hiçbir
özellikleri bulunmamaktaydı.
Ağaç
gövdelerinden yapılma mızraklar ve ilkel yay benzeri nesnelerle vahşi hayvanlara
saldırıp, incelikten yoksun bir şekilde sayısal üstünlüklerine güvenerek
avlanıyorlardı.
Av
takımı döndüğünde, üyelerinin en az yarısının eksilmesi gayet doğal kabul
edilmekteydi. Elverişli silahlar savaşçıların yanında boş boş duruyordu.
Avcılarsa kabileye fayda sağladıkları düşüncesiyle, yetersiz ekipmanlarla
avlanırken ölmeyi şeref olarak sayıyorlardı.
Levazım
bölümü yamacın eteklerindeydi, şu anda yeni gelen orklara görevleri
anlatılıyor, kendi ekiplerinin çadırlarına sevkleri yapılıyordu. Tahmin
edilebilecek şekilde Levazım Bölümü, önem piramidinin tabanını oluşturmaktaydı.
Av
yardımcıları, ormancılar, yemekçiler ve bokçular olarak dört ekipten oluşan
levazım bölümünde, sadece dört orta boy çadır vardı. Ekipler çadırlarda beraber
uyuyor, sığmayan üyeler dışarıda yatmak zorunda kalıyordu.
Bölüm
başkanı kendisine ait olan çadırına geçerken, yardımcısına bugünkü törende
bulunan zayıf dişi orkla, iri erkek orkun getirilmesini emretti.
”Bugün, şefi ve
soyunu rahatsız ettiniz”
Domuzkuyruk,
karşında duran ikiliye bakarak konuşurken, çadırında bağdaş kurmuş haldeydi.
”Biz bir şey
yapmadık. Yemin ederim bizim suçumuz yok!”
Yaşadığı
korkuyu üzerinden atamayan Nafız, bölüm şefine yalvaran gözlerle bakarak
konuştu.
”Şu andan
itibaren size verilen işi harfiyen yapacaksınız. Kafanız önünüzde, sorun
çıkarmadan yaşamaya devam edin”
Sesi
babacan bir hal almışken, Domuzkuyruk iki orku bir daha inceledi. Dişi orkun
yaşanan olaylara verdiği tepki anlaşılır olsa da heybetli erkek orkun dünya
umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Bu durum Domuzkuyruk’ un canını sıktı,
sesinin tonunu sertleştirerek
”Sallabaş, sen ne
diyeceksin bu duruma?’’
Orklar
zekâ konusunda üstün varlıklar olmasa da yaşanan bunca şeyden sonra konuşacak
bir sözü olması gerekiyordu iri orkun.
”Karnım acıktı”
Boş
bakışlar eşliğinde aldığı bu cevap, Domuzkuyruk cephesinde soğuk rüzgârlar
estirdi. Gün boyu yaşadığı stresi bastırarak içine atan Bölüm Şefi, hiddetle
yerinden fırlayarak Sallabaş’ın boğazına yöneldi.
”Efendim durun,
bilerek yapmıyor!”
Olayın
gidişatını kestiren Nafız, ileri atılarak bölüm şefinin bacaklarına kapandı.
Nafız’ın tepkisiyle afallayan bölüm şefi, Sallabaş’a bir daha baktığında önce şaşırdı,
sonra gülmeye başladı. Kendisine şiddetle uzanan iki el olmasına rağmen,
Sallabaş boş boş yüzüne bakıyordu.
”Sanırım fiziksel
özelliklerinin tersine, zekâsı pek gelişmemiş ha!”
Kahkahası
sürerken, eliyle çıkın işareti yaptı bölüm şefi. Nafız, Sallabaşı kolundan
tutarak geceyi geçirecekleri çadıra doğru yürüdü. Deri kapıyı açıp içeri girmek
istedi ancak karnına yediği tekmeyle kapının dışına beşlik simit gibi
seriliverdi.
”Acemiler
dışarıda yatacak!”
Sesin
sahibi, az önce karnına tekme atan kişiydi.
”Sanırım, şu her
yere önce girmeye çalışmaya huyumu bırakmalıyım”
Aynı
gün içinde yediği ikinci tekmeyle, Nafız’ın zihni daha hızlı çalışmaya başladı.
Fiziksel olarak bir hiçti, sadece zekâsı ve bir önceki hayatından bu dünyaya
taşıdığı tecrübeleri vardı.
”Hâlâ karnın aç
mı?”
Sallabaş’a
dönerek soruyu sorduğunda, zaten cevabı biliyordu.
‘‘Evet, çok açım”
Beklediği
cevap geldiğinde, Nafız planına başladı.
”Sana yemek bulacağım
ama bir isteğimi yerine getireceksin.”
”Tamam!”
İstediğini
alan Nafız, yemekçilerin bulunduğu yöne doğru hareket etti. Yemekçiler, bütün
kabilenin beslenme ihtiyacını karşılayan birime verilen isimdi.
Şifacılardaki
yanılsama, bu bölümde de kendini gösteriyordu. Görevleri, av hayvanlarının en
lezzetli ve besleyici kısımlarını şefin soyuna ayırmak, kalan kısımları
orkların değer piramidindeki yerleriyle doğru orantılı olarak dağıtmaktı.
Şef,
levazımda bulunan bu bölüme büyük önem veriyordu. Av hayvanlarından et ve
materyal çalınmasının cezası ölümdü. Etler tek besin kaynağıyken, pençe,
boynuz, diş ve postlar ticaret için gerekli şeylerdi. Savaşçılarının kullandığı
az miktarda silahı, bu nesnelerin ticareti yoluyla edinmişti Ayıboğan.
Havanın
kararıp herkesin çadırlarına çekildiği anlarda, iki ork yemek bölümünün önünde
duruyordu. Nafız’ın bugün şahit olduğu olay üzerine yaptığı çıkarım, orkların
av hayvanlarının kemiklerini yiyemediği olmuştu.
Eğer
bugün parçalanan hayvanların kalıntılarına ulaşabilirse, kemiklerin üzerinde
kalan az miktarda eti kendisi, kemikleri de Sallabaş yiyebilecekti. Kısa bir
araştırmanın ardından kemikten oluşan ufak bir tepe önlerinde göründü. Sallabaş
heyecandan titriyordu.
”Bundan
sonra sen ne dersen yapacağım. Benim karnımı doyurdukça, sözünden
çıkmayacağım!”
Sevinçle
Nafız’ı havaya kaldırıp sallamaya başladı. Sallabaş, bebeğiyle evcilik oynayan
küçük bir çocuk gibi görünüyordu. Nafız, iç organlarının yerlerine dönmesi
beklerken, tepenin yarısı Sallabaş tarafından imha edilmişti. Biraz daha
durması halinde aç kalacağına kanaat getiren Nafız, elini en yakın kemiğe
uzatıp kemirmeye başladı. ‘Levazım
bölümünde benim kadar et yeme şansı olan var mıdır?’ diye
düşünürken, zayıflığını şansa çevirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Yemek faslı
bitince, tekrardan bokçu çadırının önüne geldiler.
”Çadırın
girişinde yatan orku dışarı at!”
Etrafı
acemi orklar tarafından çevrilmiş çadıra bakarken, Nafız emir tonunda seslendi.
Sallabaş çadırın girişine yeltendiğinde, bir tekme eşliğinde ”acemiler dışarıda yatacak!” dedi
girişte yatan ork. Bir kayaya tekme attığını hissetmesinden kısa bir süre
sonra, zavallı ork kendini havada taklalar atarken bulacaktı.
Sallabaş
tekmenin sahibini ayak bileğinden yakalayıp dışarıya savurduğunda, çadırın
içindekiler gözlerine inanamadı.
”Sen kimsin?
Nasıl cesaret edersin?”
İçerideki
orkların arasından bir figür, kapıya doğru büyük adımlarla yürüdü. Yatan
orkların üstüne basmaktan çekinmeyerek, Sallabaş’ın önünde belirdi.
”Ben Kürekkemik,
bokçuların lideri! Çadırımda sorun çıkarmaya cüret eden sen, kimsin!”
Sallabaş
önündeki orka bir süre boş boş baktıktan sonra, arkasından gelen Nafız’a
dönerek sordu
”Ne yapayım bunu?”
Bir
çadır orkun önünde aşağılanan Kürekkemik, savaş çığlığı atarak saldırıya geçti.
Levazım bölümünde hiçbir silah bulunmuyordu. Kürekkemik yumruklarını kullanarak
saldırmanın, hayatının en büyük hatası olacağını bilmeden Sallabaş’ın kafasına
bir yumruk çıkardı.
Çadırdaki
orklar hiçbir şey anlamasa da Nafız önündeki sahneye bugünkü olaylar sayesinde
aşinaydı.
Bu sefer işler son gördüğünden biraz farklı oldu. Sallabaş yerinden
hiç kıpırdamazken, yumruğun sahibi dizlerinin üstüne çökerek böğürüyordu.
Her
bölümde bu şekilde kavgalar normal karşılanırdı. Orklar da güçlü hükmeder,
kalanlar itaat ederdi. Ortam sakinleşince, Sallabaş ‘la beraber çadırın lidere
ayrılan kenar kısmına gelen Nafız hemen yatıp uyumak istedi. Zayıf vücudu, bu
kadar aksiyonu kaldıracak durumda değildi. Uykuya dalmadan önce, çalkantılı
geçen bugünden çıkardığı bazı dersler vardı,
‘‘Güçlü olmalıyım
veya güçlünün yanında olmalıyım.”
Sabahın
ilk ışıklarıyla başlayıp gün batımına kadar süren bok toplama işi, Nafız için
çok zor geçmiyordu. Yeni hayatının ilk gününde yaşadıkları, bu dünyada bir
kişinin hayatını her an kaybedebileceğini acı şekilde kendisine öğretmişti.
Eski hayatının medeni kuralları burada işlemiyor, güçlü olan canının istediğini
yapabiliyordu.
Sallabaş
ve Nafız takım olarak çalışmaya başladıktan sonra, pek sorunla karşılaşmadan
yaşıyorlardı. Domuzkuyruk, gerçekten çok tecrübeli bir orktu. Savaşçı bölümüne
girişlerini yasaklamış, sadece levazım ve avcı bölümlerinde çalışmalarına izin
vermişti. Sallabaş’ın
savaşçıların arasında bu cüssesiyle dolaşması, belayı bağırarak kendisine
çekmesi anlamına gelirdi. Avcı bölümünde de bazı sorunlar çıkmıştı ama birkaç
kırık kemikten sonra etraf sütliman olmuştu.
Her
akşam yemekhane artıklarından çektikleri ziyafet sonucu, Nafız önceki hayatının
standartlarını yakalayabildi. Yeni doğan zamanında ki tuhaflığı bir nebze
giderilmiş oldu ama Sallabaş tarafında işler bambaşka boyutlara ulaşıyordu.
Düzenli
beslenme, iki buçuk metreye yakın boy, yetişkin bir orkun iki buçuk katı
kafa yapısı, kabilede bulunan hiçbir orkla kıyaslanamayacak kadar kalın dişler
ve kaslara yol açmıştı. Yeni doğan zamanında yaşadığı denge problemi, vücudunun
gelişimiyle son bulduğundan, kabile içindeki en heybetli ork görünümünü
üzerinde taşıyordu.
Günden
güne uzayan boyu ve gelişen yapısı, en son gün doğumuyla nihayete erişmiş olsa
da haberler çoktan Kalındiş’ in kulağına ulaşmıştı. İntikam ateşiyle yanıp
tutuşan Kalındiş, zamanın geldiğine kanaat getirdi. Elinin bir hareketiyle
yardımcısı çadırına giriş yaptı.
”Gün doğumuyla
ava çıkıyoruz! Hazırlıkları tamamla!”
Gözlerinde
soğuk bir ifadeyle yardımcısına emrettiğinde, yumrukları sımsıkı kapanmış
vaziyetteydi. Onun aksine çadırlarına dönerken Nafız’lar gayet neşelilerdi
ta ki karanlıktan bir figür önlerine çıkana dek.
”Bölüm başkanı
sizi çadırında bekliyor”
İlk
gün onları Domuzkuyruk’ un arkasına taşıyan orklardan biri sessizce konuştu.
Çadırına girdiklerinde, Domuzkuyruk asık suratla onları beklemekteydi.
”Çocuklar, yarın
av partisine katılıyorsunuz. Ret edemeyeceğim bir emir olduğundan sizi uyarmam
lazım”
Hızlı
ve sessiz bir şekilde konuşan orkun gerginliği, suratından okunuyordu.
”Korktuğum başıma
geliyor”
Nafız
içten içe bu günün geleceğini düşünse de böyle erken olacağını tahmin
etmiyordu. İkisi de şefin soyunu rahatsız etmişlerdi, bu işin bir bedel
ödemeden kapanacağını düşünmek hayalperestlik olurdu.
”Av partilerine
her zaman birkaç eleman veririz, bu normal bir olay ama bu kez ikiniz özel
olarak isteniyorsunuz.”
Sözlerine
devam eden Domuzkuyruk, en kötü haberi vermeden önce derin bir soluk aldı.
”Partinin başında
Kalındiş şahsen bulunacak!”
Konuşmasını bitirmesiyle,
çadırın içine ölüm sessizliği çöktü. Normal bir av partisinde küçük de olsa
şansları olabilirdi ama olayın başkahramanı işini kendi görmek için geliyordu.
”Efendim ne
yapabiliriz? Lütfen, bir tavsiye verin bize. Hiç umut yok mu?”
Birkaç
sakin günden sonra yavaş yavaş düzelen psikolojisi tekrar yıkıldığından, Nafız
gözyaşlarını tutamaz oldu. Önceki hayatında fotokopicide çalışan sıradan bir
insandı; evden işe, işten eve giderken en fazla hıyar eniştesiyle nasıl
uğraşacağını düşünürdü.
Yenidünyasında
aniden birçok ölüm kalım durumu yaşayınca Nafız’ da kayış kopmuş, dizlerinin
üstüne çökmüştü.
Kaçacaksınız!
İlk fırsatını bulduğunuzda kaçın! Bu akşam olursa daha iyi, olmazsa av
sırasında kaçmanız lazım. Aksi durumda sizi bekleyen tek şey ölüm”
Yalvaran
gözlerle baktığı Domuzkuyruk, en son duymak istediği şeyi söylemişti Nafız’a.
”Çıkalım,
kaçmamız lazım!”
Kolundan
yakaladığı Sallabaş’ı alarak çadırdan dışarı fırlayan Nafız, kötü bir sürprizle
karşılaştı. Bu güne kadar dağın yamacında görünmeyen savaşçılar, sanki her
yerdeydiler.
”Sanırım yarını
beklemekten başka şansımız yok’’
Usulca
kolunu bıraktığı Sallabaş’ın önünde bokçu çadırına yürürken, savaşçıların
onlara güldüğünü hissedebiliyordu. Çadırın önüne geldiklerinde, iki savaşçıyı
giriş kapısının önünde gördüler.
”Çadır dolu,
dışarıda yatacaksınız!”
Bu
kişiler sırıtarak konuşurken, aralık kapıdan boş çadırın içi görünüyordu.
”Yeter ulan göt
oğlanları! Bari bu gece rahat uyuyayım!”
Sinirlerine
hâkim olamayan Nafız, savaşçıların suratına haykırdı
”Sen bize karşımı
geliyorsun? Görüyor musun? Gece gece eğlence çıktı”
İki
savaşçı oyuncağını bulmuş çocuk gibi neşeliydi. Önlerinde duran az gelişmiş
orkla nasıl eğleneceklerinin düşüncesine dalmışken, boğazlarını sıkmak için
gelen eli görmemeleri gayet normaldi. Nafız, kafasının üstünden geçerek
savaşçıların boğazına giden ağaç gövdesi kalınlığındaki kolların sahibini çok
iyi tanıyordu. Hızla arkasına döndüğünde, Sallabaş’ın bıkkın bir halde havaya
baktığını gördü.
”Uykum var,
bunları ne yapayım?”
Sallabaş’ın
baktığı yere doğru kafasını çeviren Nafız, ayakları yerden yarım metre yüksekteki
iki askeri gördü.
”Salla bir kenara
gitsin. Elini kirletmene değmez”
Bunun
üzerine Sallabaş, ellerinde çırpınan iki savaşçıyı yana doğru savurdu.
Arkasındaki devasa orka bakan Nafız,
‘yarının işini yarın hallederiz, bu yaratık yanımdayken belki bir çıkış
bulabilirim’ düşüncesiyle çadıra giriş yaptı.
Sabahın
ilk ışıkları kabilenin üstüne vurduğunda, av partisi yola çıkma hazırlıklarını bitirmek
üzereydi. Yüzün üzerinde avcı ve yirmiye yakın levazım görevlisi, yamacın
eteğinde hazır bekliyordu. Kalındiş’ in önderliğinde gelen yirmi savaşçıyla
beraber, ıssız steplere doğru yola çıktılar.
Kabilenin
bulunduğu bölge, çorak steplerin tam ortasında yer almaktaydı. Yarım ork
boyunda bir kaç otsu ağaç haricinde, yetişen bitki görmek mümkün değildi. Av
partisinin hedefinde, kabileye yarım gün uzaklıktaki Yüce Dağ vardı.
Her bir
veya iki gün dönümü sonunda av partileri düzenlenip, büyük kayıplar sonucunda
kabilenin et ihtiyacı karşılanıyordu.
Uçsuz
bucaksız steplerde ilerleyen grupta Nafız, hayal kırıklığıyla etrafa bakınırken
buldu kendisini. Levazım bölümü her
zaman av gruplarının arka kısmında yer alır, önden ilerleyen avcıların elde
ettiği ganimetleri taşıma görevini üstlenirdi. Nafız’ın bu durumdan
faydalanarak kaçma fikri, Kalındiş’ in yanında getirdiği askerlerin yarısını
arka tarafa yerleştirmesiyle suya düştü.
”Tam da şefin
torunundan beklenildiği gibi! Bizi arka tarafa yerleştirerek grubu güvence
altına alıyor.”
Arkaya
yerleştirilen askerlerden biri, hayranlık içinde konuştu.
”Şefimizin torunu
siz sefil levazımcılara bile değer veriyor. Minnettar olmanız lazım!”
Başka
bir ork levazımcılara aşağılar şekilde bakarken konuştu. İçinde bulunduğu
durumun sıkıntısı dışında, arkalarından gelen savaşçıların konuşmaları da
Nafız’ı darlıyordu.
Nihayetinde
Yücedağ’ın eteklerine ulaşılınca, askerlerin konuşmaları son bulacaktı.
Yüce
Dağ, içerisinde çeşit çeşit vahşi yaratığın yaşadığı, çevresinde ki koşulların
aksine yüksek ağaçlara ve sık bitki örtüsüne sahip bir yerdi.
Genelde
avcılar dağın eteklerinde avlanır, nadiren iç kısımlara yönelirlerdi. İç
kısımlara girildikçe zayiat arttığından, dağın eteklerindeki av yeterli olduğu
müddetçe kalanına girilmezdi.
Şefin
değerli torununun aralarında bulunması nedeniyle, avın dağın girişinde
tamamlanması kesin gibiydi. Kalındiş ‘ten gelecek komutu bekliyordu herkes.
”Bugün burada,
çok büyük bir amaç uğruna bulunmaktayım! Biliyorsunuz, her av partisinde bu
dağda birçok kardeşimizi kaybediyoruz!”
Orkların
hayran bakışları eşliğinde konuşan Kalındiş, heyecanla devam etti.
”Bunun tek bir
suçlusu var. Yücedağ’ın Kralı olan zalim yaratık. Ben, büyük şef Ayıboğan’ın
torunu Kalındiş, bu eziyete son vereceğim!”
Kükreyerek
konuşan Kalındiş’ in sırtındaki bozkurt postu, heybetine heybet katıyordu.
”Avcılar ileri!
Kara Mağara’ya kadar durmadan ilerleyeceğiz!”
Emri
alan orklar, savaş naraları atarak dağın içlerine doğru koşmaya başladılar.
Günün başından beri böyle bir karışıklık bekleyen Nafız’ın gözlerinin içi
parlıyordu. Sallabaş’ın kolunu tutup arkasını döndüğünde, iki savaşçı orkun
orada olduğunu görüp irkildi.
”Siz ikiniz, Kara
mağara için geleceksiniz!”
Konuşma
bittiğinde, diğer on savaşçı orkun da katıldığı bir ekiple ön tarafa doğru
ilerlediler. Kalındiş’ in yanına vardıklarında, avcı grubu çoktan dağın
içlerinde kanlı savaşlara başlamıştı. Aldıkları gazla beraber avcılar azgınca
saldırıyor, öldürdükleri yaratıkların ve kendilerinin akıttıkları kanlarla dağı
kırmızıya boyuyorlardı.
Avcıların
yoğun çabaları ve ağır kayıpları eşliğinde Kara Mağara’nın girişine
ulaşıldığında, savaşçılar hiçbir şekilde mücadeleye katılmamıştı. Nafız bu durum
karşısında çok şaşırdı, ellerinde bulunan baltalara rağmen neden müdahale
etmiyorlardı. Ortamın bütününde vahşi kıyım sürürken, savaşçı grubu
kargaşadan yararlanıp dağın zirvesine kadar koşarak gelmişti.
”On taneniz
burada beklesin! Kalanlar benimle beraber içeri giriyor!”
Kalındiş
savaşçı grubuna bakarak konuştu.
”Ben gireceğim!
Hayır, ben gireceğim!”
Savaşçı
orklar heyecan içinde bağrışmaya başladı. Yoğun itiş kakışın ardından şanslı on
ork mağaraya girdiğinde, sevinçleri yüzlerinden okunuyordu.
”Ne talih! Bu gün
olanlara tanık olacağım”
”Kalındiş
kabilenin tarihini değiştirecek ve ben tam buradayım”
Kalındiş
önderliğindeki savaşçılar mağaranın girişindeki tüneli geçip içeride bulunan
açık alana geldiklerinde, sesleri bıçak gibi kesildi. Kafataslarından oluşan
bir dağ ve onun üstünde oturan yaratığı gören çoğu savaşçı ork, ilk defa
yüreklerinde korkuyu hissediyorlardı.
Kafataslarının
üstünde, bir elini iki metreyi bulan savaş çekicine dayamış, diğer eliyle de
çenesinden sarkan kıl sakallarını okşayan bir canlı duruyordu. Mağaraya doluşan
orkları görünce ayağa kalkan bu canlının heybeti, savaşçı grubunun dövüş
şevkini kırdı.
”Aptal orklar, hangi
cüretle mağarama girersiniz?”
İki
koca boynuza sahip, üç metreden fazla boyu olan, belden altı boğa, belden üstü
insan görünümündeki bu esrarengiz canlı, küçümseyerek gruba seslendi. Nafız,
mağaranın sahibini ilk görüşte tanıdı. Önceki hayatında izlediği mitoloji
temalı filmlerin değişmez kahramanı, Minotaur’du bu. Hafızasını yoklamakta
meşgul olan Nafız, yanında bulunan bir ork savaşçısının narasıyla kendine
geldi.
”Şefimizin
torununa söylediğin bu sözler yüzünden kelleni alacağım!”
Sesin
sahibi, avın başında Kalındiş ‘den duyduğu kahramanlık sözleri ve mağaraya
girebilen şanslı orklardan biri olmasının verdiği cesaretle, Minotaur’un üstüne
doğru taarruza geçti.
Üstüne
gelen orka rağmen Minotaur silahına uzanmadı. Orkun baltasını indirmesini
bekleyip, bir adım ileri attı. Sağ elinin tersiyle savaşçının kafasına
yumruğunu indirdiği an, orkun kafası tezgâhtan düşmüş karpuz gibi patladı.
Başsız kalan vücudun yere düşmesine izin vermeyen Minotaur, bir tepişte zavallı
orku mağaranın karşı duvarına yapıştırdı.
Mağaranın
içindeki açıklığın girişe göre sol tarafında, karanlık bir uçurum bulunuyordu.
Daha önce kimsenin dikkatini çekmeyen bu ayrıntı, orkun cesedi duvarından aşağı
kayarken keşfedildi.
Başsız vücudun aşağı düşmesinin üzerinden on saniyeye
yakın bir süre geçmesine rağmen, hala zemine ulaştığında çıkması gereken sesi
kimse duyamamıştı.
Kalındiş,
baltasını çekip Minotaur’un üzerine büyük adımlarla yürümeye başladığında,
grubu bir heyecan dalgası sardı.
”Lanet yaratık,
birazdan asil liderimiz sefil canını alacak!”
”Son nefesini
vermeye hazır ol!”
Savaşçıların
yiğitlik nameleri arasında, Kalındiş Minotaur’a baltasının vuruş mesafesi kadar
yaklaştı. Sallabaş’ın ilgisiz bakışlarının tersine, Nafız gelişen olayları
soluksuz izlemekteydi. Bir nefes sonra Kalındiş vuracağı darbeyi bekleyen
herkesi yanıltarak silahını attı ve Minotaur’un önünde diz çöktü.
”Yüce Dağ’ın
kudretli lordu Kızgınboğa! Şef Ayıboğan’ın zavallı torunu önünüzde saygıyla
eğiliyor”
”Ben böyle bir
yavşağı, iki hayatımda da görmedim”
Önünde
gerçekleşen olayın iğrençliği, Nafız’ı isyan noktasına getirdi. Ork topluluğu
inanmayan gözlerle kendisine bakarken, Kalındiş konuşmaya devam etti.
”Burada, dedemin
size yolladığı bir hediyeyi sunmak için bulunuyorum. Bu orkun fiziksel
özelliklerinin, gelişiminiz için çok yararlı olacağını düşünüyorum.”
Lafını
bitirmesiyle beraber yediği toynak darbesiyle mağaranın girişine savrulan
Kalındiş, göğsünde müthiş bir sızı hissetti.
”Seni velet!
Karşımda konuşabileceğini kim söyledi ?”
Hiddetten
gözleri kırmızıya dönmüş olan Kızgınboğa, sözlerine davam etmeden önce
toynaklarıyla yere sertçe vurdu
”Burada, en
azından sümsük babanın bulunması gerekirdi!”
Mağara
girişine sürüklenmiş Kalındiş ağzından akan kanları silerken, ne yapacağını
bilemeden titriyordu.
”O kokuşmuş
ihtiyara söyle, bir daha kendisi buraya gelmezse abilerinin hatırını çiğneyip
kabilesini yerin dibine sokarım”
”Evet, efendim,
dedeme bütün dediklerinizi harfiyen ileteceğim. Canımı bağışladığınız için teşekkür
ederim!”
Ölüm
korkusuyla adeta yuvarlanarak kaçan Kalındiş, sesi giderek azalırken cümlesini
tamamlayabildi. Daha sonra, dizlerinin üzerinde yaylanan Kızgınboğa
yaşadıklarının etkisiyle şoka giren orkların üstünden geçerek mağara girişini
kapattı.
”Siz orklar,
hep bu kadar salak olmak zorunda mısınız? Size gerçekleri söyleyeceğim çünkü
yüzünüzdeki o aldatılmışlık ifadesiyle sizi yemek çok zevkli oluyor!
Kahkahalarının
bitmesiyle beraber, Kızgınboğa ork şefiyle arasında olan anlaşmayı anlatmaya
başladı. Yücedağ’ın canavarlarının yaşam döngüsünü, mağaranın içinde kapana
kısılan orklara açıkladı.
”Avlanıyorsunuz
ha! Sefiller, sizin göreviniz dağımda ki güçsüz yaratıkları ayıklamak,
güçlenmesi gereken çocuklarım için de besin olmak. Kemikleriniz ve derileriniz
topraklarıma gübre oluyor.”
Orkların
yüzü düştükçe, Kızgınboğa iyice zevke geldi.
”Orkların ulu
şefi! Abilerinin gölgesinde yaşayan o sefilin tek amacı, acınası hayatını
sürdürebilmek. Soyunu ve onu koruyan savaşçı orklarını besleyebilmek için sizleri
buraya ölüme gönderirken, kendisi hayatın güzelliklerinin tadına bakmakla
meşgul oluyordur mutlaka.
Kızgınboğa,
az sonra ziyafet çekeceği orklara bakarak sözlerine devam etti.
”Sakın üzülmeyin
benim yağlı kuzularım, çocuklarımın bilinç kazanmasına çok az süre kaldı. Biraz
daha ork yedikten sonra, kabilenizle diğer dünyada tekrar buluşmanızı
sağlayacağız.
Dağın
yaratıkları, çok uzun zamandır ava çıkan orklarla beslenmekteydi. Doğal
seleksiyon kuralı izlenerek, odunlarla saldıran orkları bile öldüremeyecek
kadar zayıf yaratıklar sürüden temizleniyordu. İstihbaratları artan yaratıklar,
düzenli olarak orklarla beslendiklerinden dolayı bilinç kazanma yolunda yavaşça
ilerliyorlardı.
İki
taraf, kazan-kazan durumu olarak gördükleri bu ilişkiyi sürdürürken, şefin soyu
haricinde kabile içinde bunu bilen kimse yoktu. Ayıboğan, güvendiği kozları
olduğundan bu ilişkinin doğuracağı her hangi bir sıkıntı konusunda endişe
içinde değildi.
Şefe
yaratık eti ve materyalleri, yaratıklara da ork eti ve kemikleri lazımdı. Bu ilişkide
orklar kayıp sayısı olarak dezavantajlı taraftı ancak anormal üreme hızları
durumu dengeliyordu.
”İzninizle yemeğe
başlayabilir miyim?
Orkları
gözleriyle süpüren Kızgınboğa, Sallabaş’ı görünce durdu.
”Seni tatlı
olarak alacağım koca oğlan! Sakın bir yere kıpırdama!”
Bu
konuşmaları yaparken, sevdiği yemeklerin olduğu sofranın başına oturmuş bir
çocuk gibi şendi. Orkların arasına şimşek gibi dalan Kızgınboğa, önüne çıkan
ilk kurbanının kafasından koca bir ısırık aldı. Bacaklarının tuhaf yapısı
sayesinde duvarlardan ve tavandan rahatlıkla sekiyor, iki nokta arasında attığı
her turda katledilmeyi bekleyen gruptan bir parça koparıyordu. Sallabaş’ın
arkasına saklanan Nafız, işlerin gittikçe kötüleşmesi üzerine şansını denemeye
karar verdi.
”Şu boynuzlu yaratığı
durdurmaya çalış!”
Elinde
bulunan tek kozu masaya sürerken, sonucu tahmin etmesi mümkün değildi. Sallabaş,
hareket halinde yemek sefası süren yaratığa doğru tam hız saldırdı. Bu kumar
tutmak zorundaydı, aksi halde olacaklardan kaçış yoktu.
”Koca oğlan, sana
sıranı bekleyeceksin dediğimi hatırlıyorum!”
Aldığı
boynuz darbesiyle Sallabaş kafatası dağına doğru uçarken, Kızgınboğa çarpık
sesiyle konuştu. Sallabaş sıradan orkların arasında dokunulmaz olarak
tanımlansa da mağaranın içindeyken yaşından büyük gösteren iri bir çocuktan
farklı değildi. Kızgınboğa hem fiziksel olarak hem de savaş tecrübesi olarak
Sallabaş’ın fersah fersah üstündeydi.
Sallabaş’ın
korumasını kaybeden Nafız, bulunduğu yeri terk etmezse eninde sonunda sıranın
ona geleceğini anladı. Kızgınboğa’nın hareketlerini gözlemleyen Nafız, genel
mantığı çözdü. Bacaklarıyla zeminden güç alarak diğer zemine varana kadar
havada ilerliyor, bu sırada elleri, boynuzları ve çenesini kullanarak yoluna
çıkan her şeyi parçalıyordu.
Mağaranın
içindeki her zemini kullanan Kızgınboğa, uçurumun bulunduğu duvardan uzak
duruyor, o tarafa doğru saldırı düzenlemiyordu.
Nafız son çare uçurum tarafına
doğru telaş içinde koşarken, gözleri kafatası dağı içinde yatan Sallabaş
‘taydı. Mağaranın içinde can pazarı yaşanıyorken, kemiklerin içine gömülen
Sallabaş ölü gibi yatıyordu.
”Şişşt fıstık,
nereye gidiyorsun sen bakayım”
Kızgınboğa
mağarada bulunan savaşçı orkları yeme işini bitirmişti. Sırıta sırıta Nafız’ın
bulunduğu yöne doğru yürürken konuşuyordu. Nafız, yaratığın bakışlarından
amacını çözdü.
”Ulan, öleceksek de
namusumuzla ölürüz!” diye bağırıp kendini uçuruma saldı.
”Tadına bakmadan,
bir yere gidemezsin ufaklık!”
Uçuruma
düşmek üzere olan Nafız’ı boğazından yakalayan Kızgınboğa, şehvetle inledi.
”Senin gibisi pek
uğramıyor buraya, iri yarı orklardan gına geldi. Biraz eğlenelim, sonra kendi
ellerimle atarım seni aşağıya”
Leş
gibi kokan ağzından bu kelimeler çıkarken, sırt üstü yere vurdu Nafız’ı.
Kızgınboğa bir eliyle Nafız’ın boğazına bastırırken, diğer eliyle telaşlı bir
şekilde belden aşağısında bulunan paçavrayı yırtıp attı.
”Korkma, senin de
çok hoşuna gidecek!”
Üstüne
çıkmaya çalışan yaratıktan gelen sözler karşısında, Nafız çaresizlik içinde
kaldı.
”Ne yapmış
olabilirim? Bunların başıma gelmesi için ne yapmış olabilirim?”
Düşünceler
beyninde yankılanırken Nafız gözlerini kapatmış, başına gelecekleri bekliyordu.
Derken mağaranın içi bir kükremeyle titredi. Durum göz önüne alındığında
Kızgınboğa’nın zevk nidalarını duymak normal olurdu ama çıkan ses müthiş bir
acının tezahürüydü.
Nafız
gözlerini açtığında, mağaraya girdiklerinde Minotaur’un yanında duran savaş
çekicinin şimdi Kızgınboğa’nın göğsünden çıkmış olduğunu gördü. Kızgınboğa
çekicine baktıktan sonra kafasını arkaya çevirdi. Tatlı olarak sakladığı iri
kıyım ork ona ait silahın sapına dayanmış, zar zor ayakta duruyordu.
Sallabaş,
yediği darbenin şiddetiyle kafataslarının içine düştüğü gibi bayılmıştı.
Uyandığında, Nafız’ı yaratığın ellerinde çırpınırken gördü. Kalkmak için kolunu
savurduğundaysa, eline çarpan savaş çekicine dayanarak acı içinde ayağa kalktı.
Toynak
darbesi sonucu neredeyse tüm kaburgaları kırılmıştı, aldığı her nefeste
kemikleri ciğerine batıyordu ve saç köklerine kadar hissettiği şiddetli bir
ağrısı vardı. Buna rağmen sıkıca kavradığı silahı Kızgınboğa’nın gövdesine
indirmeyi başardı. Çekicin sapına dayanarak ayakta durabilmesine bakılırsa, vuruşta
kullandığı son gücüydü. Kızgınboğa tecrübeli bir savaşçıydı, vücudundaki
yaranın onu ölüme götüreceğini çok iyi biliyordu.
”Madem öleceğim, siz
de benimle beraber geliyorsunuz!”
Kızgınboğa,
boğazından tuttuğu Nafız’ la beraber uçuruma doğru hamle yaparken, bir gayretle
kuyruğunu Sallabaş’ın beline doladı. Ölüme giderken yanına düşmanlarını da
aldığını bilmenin rahatlığıyla uçuruma atladı.
Nafız
gözlerini yavaşça açamadan önce, acaba şimdi hangi cehenneme yollanacağım diye
düşündü.
Metalik sesin kulağına ulaşmasını beklerken etrafı inceliyordu.
Yanındaki ağır yaralı Sallabaş ile beraber kendilerini tamamen bembeyaz bir
odanın içinde buldular.
Meraklı
gözlerle odayı araştıran Nafız, sonsuz beyazlığın dışında, odanın içinde sadece
kan kırmızı renkte bir kapının bulunduğunu keşfetti. Yaralı Sallabaş bilincini
kaybetmiş şekilde yatarken, Nafız’ın aklı çeşitli düşüncelerin istilasına
uğruyordu.
“Bırak onu,
sadece yük olacak!’’
“Öldür onu! Acılarına
son ver!’’
Kapakları
inmiş bir barajın suları gibi hücum eden bu düşünceler yüzünden, Nafız olduğu
yerde kalakaldı. Kısa süren bu durumdan sonra hafifçe mırıldanacaktı.
“Belki hiçbir
zaman çok cesur veya çok erdemli biri olmadım ama bana iyilik yapanları da yüz
üstü bırakacak kadar şerefsiz değilim’’
İradesini
ortaya koyup aklından geçen düşünceleri bertaraf eden Nafız, Sallabaş’ın koca
kafasına asılarak odadaki tek nesneye doğru yürüdü. Sallabaş’ın yaralarından
sızan kanlar, süt beyazı odanın zemininde kırmızı bir çizgi oluşturuyordu.
Önüne
geldiğinde, çeşitli desenler ve kabartmalarla süslenmiş olan kapıda iki adet
delik olduğunu keşfetti.
Bir yaratığın ufak ağzını andıran deliklerin içini
araştırmak için elini uzatan Nafız’ın parmakları, jilet gibi kenarlara değince
kanamaya başladı.
Elinden
akan kanlar hızla ağız biçimindeki deliklere çekilirken, Nafız’da yapılması
gerekeni anlıyordu. Kapı kan istiyordu, yüzde yüz emin olmasa da açılmasını
sağlayacak tek yolun bu olduğuna kanaat getirdi.
Normal
şartlarda, bu görevi Sallabaş’ın üstlenmesini istemekten çekinmezdi fakat
bilinci yerinde olmayan ve çok kan kaybeden birini bu işte kullanmak, onu
öldürmekle aynı kapıya çıkardı.
Nafız,
derin bir nefes alıp dişlerini sıktıktan sonra ellerini kapıdaki deliklerden
içeri soktu. Bileklerine kadar geldiğinde keskin kenarlar derisini parçaladı ve
kanın kapının içine doğru akmasını sağladı.
Bu anlarda, kapının biran önce
açılmasını bekleyen Nafız için zaman geçmek bilmiyordu.
Uzuvlarındaki
kanın tamamen çekildiğini hissetmeye başladığı sırada, ellerindeki akışın
durduğunu keşfetti. Kapı ağır ağır açılmaya başlarken Nafız ellerini
deliklerden çekmiş, bileklerindeki yaraların mucizevi şekilde kapanmasını
izliyordu.
Yaşadığı
kan kaybından dolayı halsiz düşen Nafız, Sallabaş’ı sürükleyerek kapıdan geçti.
Giriş yaptıkları odaya baktığında küçük bir laboratuvar şeklinde tasarlanmış
olduğunu gördü.
Duvarda
bulunan tahtalarda çeşitli problemler yazılıydı ve masaların üstünde bazı deney
tüpleri vardı. Cam kapların içindeki birçok madde, fokurdayarak ortama
esrarengiz bir hava katıyordu.
Burada
da bir kapı bulunmaktaydı. Öncekinin şaşaalı yapısının aksine, bu kapı düz
siyah bir materyalden yapılmıştı. Görünürde kapının ne kolu ne kilidi vardı.
Bir süre kapıyı inceleyen Nafız, herhangi bir ipucu yakalayamadı.
Kapıdan
sonuç elde edemeyen Nafız, etrafındaki materyalleri incelemeye başladı.
Tahtaların bir tanesinin başına geldiğinde, üzerinde geometri sorusu olduğunu
keşfetti. Aceleyle bütün tahtayı teftiş eden Nafız’ın, ağzı kulaklarına
varmıştı.
“En basit seviye
geometri ulan bu!”
Nafız,
iki açısı verilmiş bir üçgenin kalan açısının sorulduğu sorunun cevabını
elindeki tebeşirle yazdığında, kapıdan bir kilit sesi geldi. Olayın mantığını
anlayan Nafız, hızlı bir şekilde işe koyuldu.
Her
çözdüğü probleme bir kilit açılma sesi eklenirken, tahtalarda bulunan bütün
sorular bitmişti. Sorular bir ork için çok zor olsa da Nafız liseyi
bitirdiğinde eğitim sisteminin içine tam olarak edilmediğinden dolayı, basit
soruları her hangi bir sorunla karşılaşmadan çözdü.
Nafız’ın
beklentisinin aksine kapı açılmadı, bunun üzerine masaların üzerindeki deney
tüplerine yöneldi. Her deneyin yanında talimat içeren bir parşömen
bulunmaktaydı, nasıl olduğunu bilemediği bir biçimde yazılanları rahatlıkla
okuyabiliyordu.
Son
deney tamamlandığında, kapı kendiliğinden sonuna kadar açıldı.
Nafız diğer
odaya giriş yapınca, gördükleri karşısında gözlerine inanamadı. Kızgınboğa,
elinde savaş çekiciyle onları bekliyordu.
“Benden
kaçabileceğini mi sandın? Yanındaki cesedi buraya kadar taşıman ne büyük
incelik.’’
Kızgınboğa
ikilinin üzerine yürürken konuşmasını sürdürdü
“Beni
yaraladınız, yerimden ettiniz! İkinizi de lime
lime edene kadar durmayacağım!’’
Nafız
çaresizlik içinde sağa sola bakınırken, yanında zemine saplanmış bir hançer
olduğunu gördü. Sallabaş baygın vaziyette arkasında yatarken, Kızgınboğa
boynuzlarıyla saldırıyordu. Kaçmanın fayda etmeyeceğini anlayan Nafız, bir
haykırma koparıp elindeki hançerle Kızgınboğa’nın boynuzlarına doğru saldırdı.
Zamanın
duracakmış gibi yavaş aktığı bu anlarda, Nafız öncekinin aksine gözlerini
kapatmadı. Kızgınboğa’nın boynuzlu büyük başına doğru ilerlerken, gözleri
çakmak çakmak yanıyordu. İki savaşçının birbirlerine girmesine ramak kala,
Nafız burnuna gelen keskin bir koku ile bayılacak gibi oldu.
Silkinerek
kendine geldiğinde önündeki sahne tamamen değişmiş, cinayet arzusuyla dolu
kırmızı gözlerle ona bakan bir güzelliğin karşında uyanmıştı. Boğazında
hissettiği soğukluğa bakmak için gözlerini öne eğdiğinde, az önce elinde
tuttuğu hançerin şu anda boğazına dayalı olduğunu gördü.
“Kıpırdama küçük
fare! Uslu uslu arkadaşını bekle!’’
Kafasını
sağa çevirerek konuşan kadının baktığı yönde, Sallabaş’ın yanında kendi kadar
iri bir ork görülüyordu. Diğer orkun elleri, kendinden geçmiş şekilde yatan
Sallabaş’ın boğazında idi.
“Sen sınavları
geçtin, bakalım arkadaşın geçebilecek mi? Geçemezse kanınla banyo yapacağımı
bilmek, senin için bir problem olmaz umarım!’’
Şuh
kahkahalar eşliğinde konuşan kadının yakut rengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
Gergin bekleyişin sonunda Sallabaş gözlerini açtığında, Nafız kalp atışlarının
çıkardığı sesten sağır olmak üzereydi.
“Tamam, dostum
her şey bitti! Hareket etmeden sakince bekle’’
Yerinden
kalkmaya çalışan Sallabaş ağrıyla inleyince, elleri boğazında bekleyen ork
nazikçe Sallabaş’ın kafasına bastırarak konuştu. Bu ork odada bulunan diğer
kadın gibi holograma benzer bir yapıda olsa da görünümleri ve dokunuşları
gerçekle birebir etki yaratıyordu.
“Mora, böyle iyi
yürekli bir genç mirasımı alacağı için çok mutluyum. Sen ne düşünüyorsun?’’
İri
kıyım ork, kırmızı saçlı kadının gözlerine bakarak sordu.
“Her ne kadar çok
çirkin olsa da bu veledin de yüreği kuvvetli! Sanırım artık ebedi
istirahatimize çekilmenin vakti geldi Alyon’’
Az
önceki vahşi halinin aksine son cümlesini söylerken sesi titriyor, gözleri
nemleniyordu. Mora’nın duygusallığa kapıldığını anlayan Alyon, konuyu
değiştirmek için oturdukları yerde kalakalmış orklara dönecekti.
“Siz, mirasımıza
almaya hak kazanan savaşçılar, lütfen kendinizi tanıtın!’’
“Titrek!’’
Önünde
gerçekleşen olayların şoku Nafız‘ın sesine yansımış, ağzından çıkan kelime
isminin ezikliğine layık şekilde titreyerek çıkmıştı.
“Benim adım da
Sallabaş!’’
Sallabaş
kaburgalarındaki kırıklar sebebiyle, ismini zar zor söyleyebilmişti.
“Seni kahpe
kader, ölümde bile peşimizi bırakmadın değil mi?’’
Mora,
miraslarını alacak kişilerin ismini öğrenince sinirli bir çığlık kopardı.
“Mora, sakin
ol!’’
Alyon
sesine ciddiyet katarak konuştu.
’’Bu kişiler
belirlenmiş testleri geçmedi mi? Zindan onları seçti, biz de bunu kabul
etmeliyiz!’’
Alyon,
Mora’nın sinirli bakışlarına aldırış etmeden sözlerine devam etti.
“Ben sabık ork
lordu Cesuryürek’in oğlu Alyon. Bu güzel hanımefendi de Cehennem Diyarı’nın en
ünlü silah ustası olan Abarran’ın kızı, sevdiğim kadın olan Mora’dır.’’
Alyon’dan
gelen bu sözler Mora’yı sakinleştirmiş ve sanki biraz da hüzne sürüklemişti.
Alyon, kısa bir soluktan sonra konuşmasına devam etti
“Biz, yaklaşık
yüz sene önce adımızı bu kıtanın her yerine duyurmuş savaşçılarız. Hain bir
planla öldürülmeden önce, mirasımızı ve benliğimizi bu zindana bağladık.’’
Nafız
tüm yaşananları unutmuş pür dikkat Alyon’ un konuşmasını dinlerken, Sallabaş
aldığı yaralardan ötürü acı içinde inliyordu.
“Sabret dostum,
son şartı sağlayıp mirasımı alınca bütün acıların sona erecek’’
Alyon,
Sallabaş’a umutla bakarak konuştu.
“İntikamımızı
almaya yemin ettiğiniz vakit, tüm mirasımız sizin olacak. Bütün dünyayı karşınıza
almak anlamına gelse de mirasımızı istiyor musunuz?’’
Mora
sorgular bakışlarla sorusunu yöneltti.
“Evet, sonucu ne
olursa olsun mirasınızı istiyoruz!’’
Nafız,
tüm çekincelerine rağmen, içinden gelen dürtüyü bastıramayarak hemen cevap
verdi. Yüz sene önce ölen bu canlıların tezahürünün kudretine tanık olan
Nafız, ’’Sefilce yaşamaktansa,
güçlü bir şekilde ölürüm’’ diye düşündü.
“Çok doğru bir
karar verdin! Bunca konuşmadan sonra sizi öldürmek, benim de içimi
acıtacaktı’’
Mora,
yüzüne insanın içini ısıtan bir gülümseme kondurarak konuşmasına devam ederken,
arkasında hiçlikten iki tane tabut çıktı.
“Tüm hazinemiz ve
benliğimiz tabutların içinde sizi bekliyor. Mirasımızı alınca, bilincimizi de
beraberinde almış olacaksınız. Mirasımızı kaybetmek istemiyorsanız, verdiğiniz
sözü sakın unutmayın!’’
Sözlerini
tamamladıktan sonra, Alyon’un hologramı yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bu
tükenişte ona ellerini sımsıkı tuttuğu Mora’da eşlik ediyordu. Nafız sahne
karşısında ne diyeceğini bilemedi, içine çökmüş melankoliyle birlikte
Sallabaş’ın yanına yürüdü.
“Kalk dostum,
şimdi yeni hayatımıza başlamamızın zamanıdır!’’
Nafız,
bir eliyle belinden kavradığı Sallabaş’ı omuzundan da destek alarak tabutların
başına kadar getirdi. Sallabaş’ın durumu gittikçe ciddileşiyor, her adımına bir
inleme eşlik ediyordu.
”Önce sen, acele
et!”
Nafız
tabutların büyük olanını işaret ederek konuştu. Ağır kapağını sürükleyerek yere
düşürdüklerinde, beyaz iç döşemenin üzerindeki kristal küreyi gördüler.
Sallabaş
küreyi ellerine aldığında, içinde atan bir kalp olduğunu keşfetti. Aynı anlarda
tabutun iç döşemesi yukarı kalkarak, alttaki gizli bölmeyi açığa çıkardı. Sallabaş,
alt bölümde ortaya çıkan zırh takımına hayranlık içinde bakarken, Nafız’dan
gelen uyarıyla irkildi.
”Çabuk, atması
durmadan elindeki kalbi ye!”
İçgüdüleri,
bunca senedir bekleyen bu organın atmasında bir keramet olduğunu söylemişti
Nafız’a. Bir anda telaşa kapılan Sallabaş, elindeki futbol topu büyüklüğündeki
kalbi ağzına atarak çiğnemeye başladı. Kalbin parçaları midesine indiği zaman,
bilincini kaybedip yere yığıldı.
Nafız
endişeyle Sallabaş’ın yanına eğildi. Solunumunu kontrol ettiğinde, nefes
alışverişinin devam ettiğini görüp rahat bir soluk aldı. Baygın olduğu zaman
içinde, Sallabaş’ın beyaza çalan suratı eski rengini yavaş yavaş geri
kazanıyordu. Vücudundan gelen kemik sesleri eşliğinde göğsüne aldığı yara
kapanmış ve neredeyse tamamen iyileşmişti.
Uzun
bir süre sonra, Sallabaş derin komadan çıktı. Yattığı yerden etrafı
seyrediyordu. Yaralarının iyileşmesi dışında, herhangi bir fiziki değişim göze
çarpmıyordu. Asıl değişim ruhunda yaşanmıştı gibiydi, doğduğundan beri saflığın
zirvesindeki mizacı tamamen değişmişti. Bakışlarına yerleşmiş olan keder, bunun
en önemli kanıtıydı.
”Teşekkür
ederim!”
Sallabaş
yerinden doğrularak Nafız’a seslendi.
”Benimle
ilgilendiğin için, gerçekten teşekkür ederim”
Nafız,
her zaman kaygısızca çevresine bakan bu orktan duyduğu sözler karşısında ne
diyeceğini bilemedi. Lafını bitiren Sallabaş, ayağa kalkarak odanın uzak
kösesine doğru yürüdü.
Yerde
yüzüstü yatan bir yaratık vardı. Kızgınboğa, vücuduna giren çekiçle beraber odanın
köşesinde can çekişiyordu. Sallabaş sapından yakalayıp kendine çektik sonra
devasa çekici tek eliyle bir kaç tur çevirdi ve konuşmaya başladı.
”Bana Alyon
ismiyle hitap edebilir misin ?”
Davudi
ses kulağına eriştiğinde, Nafız büyük bir şaşkınlıkla bambaşka tavırlara
bürünen Sallabaşı izliyordu.
”Ben, Alyon’ un
son hediyesiyle ilgilenirken, sen de kendi mirasını alabilirsin! Hızlı
davranmayı unutma”
Alyon,
yerde yatan Kızgınboğa’nın cılız vuruşlarla atan kalbini yerinden sökmeden önce
gülümseyerek konuştu.
”Evet, evet,
benim numaramı bana satmak eğlenceli oluyor değil mi? Hadi sen keyfine
bak!”
Nafız
mırıldanarak tabuta doğru yürümeye başladı. Açtığındaysa, diğerinin aksine
tabutun içinin kan kırmızı bir kumaşla döşendiğini gördü. İstemsizce Mora’nın
saçları aklına düştüğünde kederle mırıldandı.
“Ölümünde bile
tavrını yaşatıyorsun”
Tabutta
küçük bir cam şişe ve içinde yüzen birkaç damla kan vardı. ‘Demek bizim de olayımız bu’ diye düşündü Nafız. Şişenin
kapağını açtığında, burnuna tanıdık bir koku geldi. Hayalinde Kızgınboğa ile
tam çarpışacakken kendisini sersemleten kokuydu bu.
Bilinci
gel git yaşarken, Nafız şişeyi fondip yaptı.
Yuttuğu kan geçtiği her yeri
yakarak yolculuk etmeye başladığında, Nafız acı içinde bağırıyordu. Vücudunun
her santimini kavuran kor ateş parçaları, bir süre sonra yukarıya doğru
toplanmaya başladılar.
Kanlar
başına ulaştığında sayısız sahne, hayal kırıklıkları, mutluluklar, beynini
patlatmak istercesine akın etti. Mora’nın aldığı zorlu eğitimin acılarını
bedeninde hissederken sancılar içinde kıvranıyor, çığlıklar atıyordu.
Sonsuz
ıstırap döngüsünde savrulurken kafasında bir soğukluk hissetti. His ilahi bir
tını gibi vücudunda yayılırken, Nafız kendine geldi.
”Höst ulan ibiş!
Çek ellerini üzerimden!”
Nafız
acılardan uyandığında, sinirle konuştu. Alyon kafasını okşarken, kucağına
kıvrılmış kedi yavrusu gibi oturtmuştu onu.
”Sana da iyilik
yaramıyor, her zamanki gibi huysuzsun!”
Alyon,
vurdumduymaz bir tavırla tabuttaki zırhı giymek için ayağa kalktı. Zırh,
simsiyah bir maddeden yapılmış, biçim olarak ortaçağ Avrupa’sının modellerini
çağrıştırıyordu. Alyon zırhına bakarken keyifle konuştu. Giydiğindeyse zırh
kendiliğinden onun üstüne uyacak şekilde yeniden biçimlendi.
”Mora’nın
babasının işçiliği, birinci sınıf”
Nafız
hayranlığını gizleyememişti. Kendi tabutunun başına döndüğünde, onu da üç güzel
hediye bekliyordu. İkinci bölümde bir kompozit bileşik yay, soluk kırmızı renge
sahip iki deri bileklik ve gümüş yüzük bulunuyordu.
Mora’dan
aldığı bilinç sayesinde Nafız, bu maddelerin kullanımlarına zaten aşinaydı.
Mora, geçmişte iki uzmanlığa sahip eşsiz bir savaşçı olarak tanınıyordu.
Karanlık sanatlardan kan büyüleri konusunda yüksek seviyede uzman olmasının
yanında, suikastçı yetenekleri de inanılmazdı.
Parmağına
gümüş yüzüğü takınca, eşyalarını ve ganimetlerini saklayacak geniş bir depolama
alanına kavuştu. Bu yüzükten ork steplerinde sadece şu anki Ork Lordunda
bulunuyordu. Nafız, Abarran’ın kızına epey bonkör davrandığını itiraf etmek
zorunda kalmıştı.
Deri
bilekliklerin üzerinde gümüş kuru kafa kabartmaları vardı. Görünüşleri sadece
dekoratif bir eşya gibi dursa da, Mora’nın atak gücünün neredeyse tamamı bu
bileklikler tarafından sağlıyordu.
Bileklikler,
Alyon’ un zırhı gibi ebatlarını kullanıcının boyutuna göre ayarlayabilen bir
özelliğe sahipti. Nafız’ın bir düşüncesiyle, bilekliklerin elin dış tarafına
bakan kısmından iki hançer fırladı. Bu hançerlerin görünümü, Cengiz Han’ın
hayatını konu alan bir filmdeki savaşçıların hançerlerini anımsattı Nafız’a.
”Hala sıcak
olmalı ceset, biraz kan özü toplamalıyım”
Hançerleri
görünce aklına kalbi Alyon tarafından yenilen Minotaur cesedi geldi.
”Sizi lime lime
edeceğim! Senin de hoşuna gidecek, merak etme!”
Nafız
hançerlerini yeni ölmüş bedene saplarken, Minotaur’un canlıyken yaptığı
konuşmaları taklit ediyordu. Bir süre cesedi parçaladıktan sonra, bileklerin
rengi kırmızılaşmaya başladı.
’’Bu yeterli
değil, daha çok kan dökmem lazım’’
Aldıkları
miraslar müthiş olsa da seleflerinin teknikleri ve güçlerini kullanmak
istiyorlarsa kendilerini geliştirmeleri gerekiyordu. Bir şeyin nasıl
yapılacağını bilmek, onu yapabileceğiniz anlamına gelmezdi. Yayını sırtına atan
Nafız, “Buradan çıkma vaktimiz
geldi’’ dedi.
Alyon
ile beraber odada bulunan kapıdan geçtiklerinde, kendilerini Kara Mağara’nın
içinde buldular. Gün ortası girdikleri bu mağaradan çıkışlarında, havanın
çoktan kararmış olduğunu gördüler.
“Kabileye gitme
zamanımız geldi mi Titrek!’’
Alyon,
Nafız’a bakarak seslendi.
“Bana o isimle,
sakın hitap etme’’
Gözlerinden
şimşekler çakarken, Nafız Alyon’a sertçe çıkıştı.
“Tamam, ne
diyeyim sana?”
“Kabileye
döndüğümüzde, herkesle beraber sende öğreneceksin ismimi’’
Laflarını
tamamlayan Nafız tiz bir çığlık kopardı.
“Acilen
güçlenmemiz lazım. Ne dersin, bir yarışa var mısın?
Alyon,
çığlığın geldiği yere doğru koşan vahşi yaratıklara sevinç içinde bakarak ”Hatıralarımdan bildiğim kadarıyla, sana
kaybettiğim bir yarış bulunmuyor” dedi.
İkili,
silahlarını çekip üstlerine gelen vahşi yaratık sürüsüne doğru koşmaya
başladılar. Sonraları ismi Kızıldağ olarak anılacak yerin üzerindeki
kaybolmayan kan kokusunun nedeninin, bu geceki katliam olduğunu kimseler
bilemeyecekti.
Tüm
bu olaylar yaşanırken, ork kabilesinde de tuhaf şeyler olmaktaydı. Kara Mağara’dan
yaralanmış bir şekilde çıkan Kalındiş, geride bıraktığı on savaşçısını alıp
geri dönmüştü. Kabileye girdiklerinde, şefin torunu orkların şaşkın bakışları
altında babasının çadırına yöneldi.
“Kalındiş nasıl
bu kadar yaralanabilir? Yanında yirmiye yakın asker vardı!’’
“Avda sorun
çıkmış olmalı, onun gibi bir savaşçıyı yaralayan nasıl bir yaratıktı acaba!’’
Levazım
Bölümü orkları, bölgelerinden geçen Kalındiş’ in durumunu görünce aralarında
tartışmaya başladılar. Söylentiler kısa sürede tüm kabileyi sarmıştı, herkesin konu
hakkında bir fikri olmuştu.
“Seni aptal,
Kızgınboğa’nın mağarasında nasıl bu şekilde konuşabildin. Tek parça
dönebildiğine şükretmen gerekiyor.’’
Kaplanyürek,
Yücedağ’ın lordu olan yaratığın hiddetini ilk elden tatmış biri olarak, oğluna
sert bir fırça çekiyordu.
“En azından, ilk
önce benim yanıma gelmeyi akıl edebildin. Şimdi duruma uygun bir bahane
üretmemiz lazım.’’
Sözlerini
tamamlayan Kaplanyürek’ in gözlerinde hain bir ışıltı belirdi.
“Şimdi beni iyi
dinle! Birazdan sana söyleyeceklerimi, harfiyen ezberleyeceksin. Akşam dedenin
huzurunda acil olarak toplanıldığında, sana ne dediysem onları konuşacaksın.
Kalındiş,
aldığı darbenin yarattığı tahribat nedeniyle sadece başını sallayarak yanıt
verebildi. Bu sahneyi gören Kaplanyürek biraz yumuşadı.
’’Git çadırına
dinlen, şifacıyı yolluyorum yanına’’
Kalındiş
aksak adımlarla dışarı çıkınca, Kaplanyürek yıldırım hızıyla babasının
bulunduğu çadıra doğru yol aldı.
“Efendim, lütfen
durun! Şefimiz içeri kimsenin girmemesini emretti!”
Nöbet
bekleyen savaşçının uyarısına yumrukla karşılık veren Kaplanyürek, çadırın kapısından
içeri aceleyle girdi. Ork şefi Ayıboğan, kollarının altına aldığı iki dişi
orkla ateşli dakikalar yaşıyordu. Kapıdan destursuz şekilde içeri giren oğlunu
görünce, siniri tavan yaptı.
“Kaplanyürek, ne
yaptığını sanıyorsun sen?’’
Kükremenin
ardından iki dizinin üstüne çöken Kaplanyürek, sesine hüzünlü bir nağme
ekleyerek konuştu
“Baba! Bu günün
geleceğini sana söylemiştim!’’
Ayıboğan
oğlunun yüzüne baktı ve iki dişi orka dışarı çıkmalarını emretti. Keyfi
kaçmıştı, yatakta çıktı ve beline bir kürk dolayıp tahtına oturdu.
”Hayır, böyle bir
işe kalkışacak cesarete sahip olamaz!”
Ayıboğan’ın
kelimeleri net olsa da sesindeki titreme gözden kaçmıyordu. Kaplanyürek
babasının tereddütte kaldığını görünce, dozajı iyice arttırarak konuşmaya devam
etti.
”Avdan bir önceki
gece, çadırında o ikisiyle buluştuğunu savaşçılar rapor etti. Daha bir hafta
önce korkularından zor nefes alan hainler, nöbetteki iki savaşçıya saldıracak
cesareti başka türlü nasıl bulabilirler baba?”
Ayıboğan’ın
aklına isim törenindeki sahneler düştüğünde, yüzünün ifadesi daha da tatsız bir
hal aldı. Domuzkuyruk’ un kendini öne atıp o cılız orku ölümden kurtarmasına ve
diğer iri kıyım orkun Kalındiş’ in elini kırmasına şahit olmuştu.
”Olabilir mi?
Bunca seneden sonra, bana başkaldırmaya mı karar verdi yoksa?”
Kaplanyürek’
in çadıra girip dizlerinin üstünde konuşmaya başladığı andan itibaren, kabile
artık eskisi gibi olamazdı. Kalındiş’ in infazlarını gerçekleştirmek için
mağaraya götürdüğü iki orkun onu gafil avladığını, Kızgınboğa’yı kışkırtıp
kendileriyle birlikte diğer tüm orkları ölüme sürüklemeye çalıştıklarını, türlü
yalanlar eşliğinde babasına anlattı.
”Onları neden
Yüce Dağ’a gönderdiğimizi nasıl bilemez. Bu iki orkun Kalındiş’e duyduğu kini
kullanarak, soyumuzu bitirmeye çalışıyor. Yaşamasına izin verdiğimiz
yetmiyormuş gibi, bir de oğlu olmasına izin verdin! Sana yalvarıyorum baba! Bu
işi gün doğmadan kökünden halletmemiz gerekiyor!”
Kaplanyürek,
ciğerlerini sökercesine haykırarak sözlerine devam etti. Gözleri müthiş bir
drama sergileyen oğluna bakarken, Ayıboğan’ın aklı seksen sene önceki o geceye
döndü. Ork şeflerinin soylarını sürdürebilmek için uymaları gereken bazı önemli
kurallar vardı. Şef, sadece soyunu doğurabilecek nitelikte olan bir dişi orktan
çocuk yapabilirdi.
Türleri
müthiş üreme yeteneğine sahipti. Tahtın güvenliği adına, ilk erkek çocuktan
sonra şefler çocuk sahibi olmayı bırakmak zorundaydılar. Bu, dört kardeşiyle
beraber ork steplerine hükmetmeye başladıklarında koydukları en önemli kuraldı.
Yüz
senedir kuralın bozulduğu sadece tek istisna oldu. Ayıboğan’ın oğlu dünyaya
geldikten sonra henüz beş nefes geçmemişti ki çadır bir ağlama sesiyle daha
inledi. İkiz erkek çocuklarından küçük olanı öldürmesi gereken Ayıboğan,
duygularına yenik düştü. İlk doğan oğlunu çadırında tutarken, diğerini yeni
doğanların yanına yolladı.
İşgüzar
şifacının itibarını arttırmak için olayları Kaplanyürek’e anlatmasına kadar
geçen yıllar boyunca, bu sırdan başka kimsenin haberi olmadı. Duyduklarının
etkisiyle babasının karşısına dikilen Kaplanyürek, o gün yediği tokadın acısını
ömrü boyunca unutamayacaktı.
Şifacının
infazı çok sessiz olmuş, yanı sıra kabilenin yıldız avcısı Domuzkuyruk’ un
levazım bölümüne başkan atanması herkesi çok şaşırtmıştı.
Durumların
değişmesiyle beraber nefret ettiği kardeşini öldürmek için seçenekleri tükenen
Kaplanyürek, kinini yüreğinde günden gün büyüterek bu zamana kadar gelmişti.
”Ay tepeye
ulaştığında, bütün bölüm başkanları çadırımda olsun. Kalındiş’ de mutlaka hazır
bulunsun!”
Oğlunun
çadırına giderken Kaplanyürek’ in keyfîne diyecek yoktu. İçeri girdiğinde
tedavi işlemini sürdüren şifacıyı apar topar dışarı gönderip, babasına
söylediği yalanları harfiyen Kalındiş’e ezberletmeye başladı.
Toplantı
haberini alan bölüm şefleri, gerekli hazırlıkları yapmaya başladılar.
Savaşçıların bölüm şefine giden haberse diğerlerinden biraz farklıydı, bu
nedenle çadıra ilk o geldi. Çadırın dışı yoğun savaşçı takımlarıyla sarıldı ve
normalin aksine, içeri girenlerden silahlarını bırakmaları istendi.
Domuzkuyruk,
gündüz yaşanan olaylardan kabiledeki birçok kişiden önce haberdar olmuştu. Eski
bir avcı olarak yaralanma ve ölümlere sayısız kere şahit olan bu tecrübeli ork,
şefin torunu bile olsa olayın neden bu kadar büyütüldüğünü çözememişti.
Ne de
olsa bir kere ava çıkıldığında, başına neler geleceğini bilemezdin.
Bu
düşünceler içinde çadıra giriş yapan Domuzkuyruk, içerideki bölüm şefleri ve
yardımcılarının savaş zırhları giydiğini gördü. Çadırın içi de dışı gibi birçok
savaşçı tarafından istila edilmişti. Yardımcısıyla beraber yerine oturmadan
önce, içini büyük bir huzursuzluk kapladı. Toplantıya katılan herkes yerlerine
geçince, Kaplanyürek ayağa kalkarak emretti
“Çabuk, hainleri
derdest edin!’’
Emirlerini
alan savaşçılar, Domuzkuyruk ve yardımcısını yerlerinden adeta söküp atarak
şefin önüne getirdiler. Dört bir yanı sarılan bu ikili, diz çöktükleri yerden
şaşkın bir şekilde etrafa bakıyorlardı.
“İki hain, bugün
çıkılan avda kahpe bir tuzak kurarak, oğlum Kalındiş’i öldürmeye çalışmışlardır.
Yanına aldığı askerlerle Yücedağ’ın katil lordunu öldürmeye giden oğlumu,
sırtından vurmuşlardır!’’
Bağıra
çağıra başladığı konuşmasına es veren Kaplanyürek, sesine bir parça hüzün
katarak devam etti.
“Kalındiş’i
hepiniz tanırsınız, cesur kalbi her zaman kabilesi için atar. Onca uyarıma
rağmen içindeki kabile aşkı ağır basmış. Soydaşlarına yemek sağlamak için
gittikleri Yüce dağ’ da, öldürülen sayısız kardeşinin intikamını almaya
çalışmış!’’
Çadırda
bulunan bölüm şefleri ve yardımcıları, bu sözler üzerine göğüslerine sertçe
vurarak acıyla bağırdılar. Ortamı istediği kıvama getiren Kaplanyürek,
acımasızca saldırmaya devam etti.
Parmağıyla
Domuzkuyruk’u gösteren Kaplanyürek ”Oğlum
ve kahraman savaşçıları zalim yaratığı mağarasında öldürmek için hücum
ettiklerinde, isim töreninde bu hainin kurtardığı dişi ork kahpece arkadan
saldırdı. Komutanlarının yaralandığını gören savaşçılarımız, yardıma koşarken
zalim yaratık tarafından parçalandılar’’ dedi.
Domuzkuyruk
artık kendini tutamaz oldu, yapılan bu iftira karşısında soğukkanlılığını
kaybedip
’’Yalan, iftira, benim bu
olanlarla kesinlikle bir alakam yoktur’’ diye bağırdı.
”Sus! Bu kutsal
mekânda, yüce şefimizin önünde, nasıl bu şekilde konuşursun? Biraz sonra
Kalındiş gelince, bakalım yaptıklarını nasıl inkâr edebileceksin?”
Kaplanyürek
oğlundan, hususi olarak toplantıya biraz geç katılmasını istedi. Kendisi hızlı
bir girişle ortamı hazırlayacak, aldığı yaralar yüzünden çok acı çeken ve zar
zor yerinden kalmış imajı çizecek olan Kalındiş’ le finali yapacaktı.
”Benim yaşadığım
acıyı, sen de yaşayacaksın. Oğlunu ölümcül yaralar almış bir durumda görmek ne
demekmiş anlayacaksın!”
Bölüm
şeflerine yardımcılık yapacak kişiler, bizzat kendi oğulları olmak zorundaydılar.
Bu kural, hem bölüm şeflerinin astlarının ihanetine uğrama riski düşürüyor, hem
de her an oğlunun kellesinin gidebileceği korkusu bölüm şeflerini tehdit
altında tutuyordu.
Kendilerine
doğru yürüyen Kaplanyürek’i görünce hışımla ayağa kalkmaya çalışan Domuzkuyruk,
etrafındaki savaşçılar tarafından yüz üstü yere vuruldu. Kaplanyürek oğluna
adım adım yaklaşırken, Domuzkuyruk’ un yapabileceği hiçbir şey yoktu.
”Herkes dışarı
çıksın!”
Adeta
bir duruşmaya dönen toplantının başından beri sesi çıkmayan Ayıboğan, nihayet
konuştu. Sesi çadırın içinde yankılanırken, bütün orklar kanlarının
vücutlarından çekildiği hissettiler.
”İkisi hariç,
herkes çadırı terk etsin!”
Eliyle
yerdeki Domuzkuyruk ile oğlunu gösterirken, Ayıboğan bir kez daha konuştu. Kaplanyürek
itiraz etmek istedi ama babasına karşı yapacağı her hareketin aleyhine
olacağını biliyordu. Herkesin dışarı çıkışını izledikten sonra yavaş adımlarla
çadırı terk ederken, ”Geri zekâlı
çocuk! Biraz geç kal dedim sana, bunca zamandır hangi cehennemde
sürtüyorsun” diye kendi kendine mırıldandı.
”Kafanı kaldır!”
Bir
anda ıssızlaşan çadırın içinde, Ayıboğan yerdeki oğluna bakarak konuştu.
Domuzkuyruk’ un gözlerini gördükten sonra yerinden kalkan Ayıboğan, ikiliye
doğru yürürken konuşmasına devam etti.
”Ailemizin en
büyük kuralını yıkarak seni yaşatmamın sonucu böyle mi olacaktı? Soyumun canına
kast etmek mi senin minnettarlığını gösterme şeklin?”
Uğradığı
bu iftira, yaşadığı aşağılanmalar ve oğlunun canına kast edilmesi Domuzkuyruk’
un alt çizgisini çoktan geçmişti.
”Ben, uzun
yıllardır bana ne söylediysen yaptım, bir kez olsun seni zor duruma düşürecek
hareketim olmadı. Şimdi hiçbir kanıt yokken, sende mi bana inanmıyorsun?
BABA!’’
Son
sözcük ağzından çıktıktan sonra, çadırın içinde adeta soğuk rüzgârlar esti.
Yıllardır kendisine tabu ettiği bu sözcüğü söylemişti nihayet. Babasının ve
oğlunun şaşkın bakışları altında, omuzlarından bir yük indiğini hissediyordu.
Aynı
anda, kabile gök gürültüsü benzeri bir sesle inledi. Çadırın içindeki tuhaf
hava da dışarıdan gelen bu nara nedeniyle tamamen dağıldı.
”Çık dışarı Ayıboğan!
Kancık kelleni, ödlek bedeninden ayırmaya geldim!”
Çadırın
önünde bekleyenler sesin geldiği yöne doğru bakarken, kabiledeki diğer orklar
şaşkınlık içerisindeydi.
”Çık dışarı
korkak, günahlarının bedelini ödeme vaktin geldi!”
Alyon,
levazım bölümden geçerek şefin çadırına doğru ilerlerken bağırmaya devam etti.
Simsiyah zırhı ve sırtında asılı duran devasa çekiciyle savaş tanrısı gibi
görünen orkun yanına kimse yaklaşamıyordu.
”Hey sen, cahil!
Yürek yedinde mi geldin buraya?
Savaşçıların
şefi Delibalta, birdenbire ortaya çıkan orka aşağılar tonda seslendi. ”Evet, üstelik
bir dağ dolusu!” Gülerek
cevap veren Alyon, etrafında toplanmaya başlayan orklara bakarak sözlerine
devam etti.
”Ben Alyon,
seneler önce yapılan bir ihanetin bedelini ödetmeye geldim! Kimseye zorbalık
yapmayacağım ama bana zorbalık yapmaya çalışanları da bir daha kimseye zorbalık
yapamayacak hale getireceğim. Şu andan itibaren, önüme çıkan herkes
düşmanımdır!”
Sözlerini
tamamlayan Alyon, etrafını sarmış olan kalabalığa aldırmadan şefin çadırına
doğru yürümeye başladı.
”Seni küstah
bebe! Canın, benim okum tarafından alınacağı için kendinle gurur
duymalısın!”
Tek
gözünde siyah bant olan avcıların şefi silahına sarıldı. Kabilede bulunan en
iyi yayın sahibi Keskingöz, bu mesafelerden attığını on ikiden vurmasıyla nam
salmış biriydi. O yayına sarıldığında, olaya şahit olanlar iri yarı ork
savaşçısının öleceğine kesin gözüyle bakıyorlardı.
Herkes
Keskingöz’ ün atışını beklerken, havada ıslık çalarak gelen kan kırmızısı bir
ok avcıların şefinin iki kaşının arasından kafasına girdi.
”Ne kadar vasat!
Ses çıkartan okumu atmama rağmen kıpırdayamadı bile.”
Alyon’
un arkasındaki biri yavaşça konuştu. İri yarı orkun gölgesinden çıkan figürün
görünüşü belli olmaya başlayınca, kabile halkı panik içinde kaldı.
Bütün
vücudu kanla kaplı şekilde yürüyen dişi orkun yaydığı aura, yakın çevresindeki
orkların kanını dondurdu. Saçlarının uçları kırmızı olan bu ork, attığı tek
okla avcıların şefini öldürmüştü.
”Bunlar onlar! Bugünkü
avda savaşçılarımızı tuzağa düşüren hainler!”
Kaplanyürek
ölüme yolladığı ikiliyi görünce heyecanla bağırdı.
”Beni
tanıyabilmen ne hoş! Biraz değiştikten sonra tanıyamayacaksın diye çok
korktum.”
Alyon’
un gölgesinden ileriye çıkan Nafız, üstüne ay ışığı düşerken sözlerine devam etti. ”Yeni bir kolye
yaptım kendime. Nasıl olmuş, yakışmış mı?”
Nafız’ın
boynunda, iki ork dişinden yapılmış bir kolye vardı. Kolyeyi gören Kaplanyürek
dehşete düştü.
”Bunlar, bunlar
Kalındiş’ in dişleri. Oğluma ne yaptın canavar?”
Oğlunun
dişlerini düşmanının boynunda gören Kaplanyürek, neye uğradığını şaşırdı.
”Mağarada ölüme
terk ettiği savaşçıları, yiğit komutanlarıyla öbür dünyada buluşmak
istiyorlardı. Son isteklerini kıramadım çocukların.”
Nafız
iki elini yana açıp omuzlarını yukarı kaldırarak, ne yapabilirim der gibi bir
hareket yaptı.
Yüce
Dağ katliamını bitirince kabileye dönen Nafız, levazım bölümündeki orkların
konuşmalarına kulak misafiri oldu. Kalındiş ‘in çadırına vardığında, suikastçı
yeteneklerini kullanmasından dolayı kimse onu göremedi. Kaplanyürek içeride
oğluna akşam söyleyeceklerini anlatırken, başka birinin onları dinlediğinden
haberdar değildi.
Kısa
süre sonra çadırında tek başına kalan Kalındiş’ in ölümü, boğazına yediği
hançer darbesiyle gerçekleşti. Nafız kendisi için sayısız işkence yöntemi
düşünse de çabuk bir ölüm alabilecek kadar şanslıydı Kalındiş. Zira gece
olacakları Alyon’ a anlatması gereken Nafız’ın çok acelesi vardı.
”Katiller!
Hainler! Emrediyorum hepinize, şefinizin torununu öldüren bu katilleri
parçalarına ayırın!”
Oğlunu
kaybetmenin acısıyla kabilenin üyelerine saldırı emri veren Kaplanyürek, ayakta
zor duruyordu.
Şefin
oğlunun emrini duyan avcı bölümünden bir grup ork, ortadaki ikiliye doğru
hareketlendi. Grubun önünde koşan ve diğerlerine göre daha iri olan ork, gözüne
Alyon’u kestirdi. Elindeki ağaç gövdesi kalınlığında olan odun parçasıyla
Alyon’ un kafasına vurabildiğinde, zaferini kesinleştirdiğini sandı.
Alyon,
zırhının tek açık kısmı olan başından yediği darbe sonrası yerinden bir milim
kıpırdamazken, odun parçası tuzla buz oldu. Bunun üzerine Alyon, saldıran orku
boğazından yakaladı ve boştaki elini bıçak şekline sokarak göğüs kısmına delme
hareketi gerçekleştirdi.
Elini
orkun vücudundan geri çektiğinde, avucunda hala atmakta olan bir kalp vardı. Alyon, az önce kalbini söktüğü orkun şaşkın bakışları arasında avucunda bulunan
şeyi ağzına attı.
Bu kan dondurucu sahne herkesi şaşırtırken, Nafız da yayını
gerdi.
Saldıranlara
bakan Nafız’ın yayınında beş kırmızı ok belirdi. Biraz sonra hedeflerini delip
geçecek bu beş ok, Nafız’ın bilekliklerinin marifetiydi. Yay kullandığında,
teli gerecek parmakları bileklik tarafından deriyle kaplanıyordu. Tek ok
atacağı zaman, sadece baş ve işaret parmakları kaplanırken, şu anda beş ok
atacağından bütün eli kırmızı renkli deri bir eldiven tarafından sarıldı.
Saniyeler
içinde silinen grup, kalan orkların savaş şevkini kırdı. Olayları gören
Kaplanyürek ”Kim dişi orku
öldürürse, onu levazım şefi yapacağım!” dedi. Sözleri orkları
hareketlendirirken, aceleyle konuşmaya devam etti ”Erkek orku
öldüren, avcıların şefi olacak!” Orklar
unvan konusunda pek tutkulu olmasalar da bu iki görevin uzun ve tehlikesiz bir
hayat anlamına geldiğini biliyorlardı.
”Sus, cinsiyetçi
gebeş! Seni kesmeye cinsel organından başlayınca, yüzünün alacağı şekli görmek
istiyorum!” dedi Nafız. Bilinci
hala erkek olarak yaşasa da aldığı mirasın sahibi zamanında dünyayı sallayan
bir kadındı. Böyle bir küçümsemeye tepki vermezse, ona bu lütfu sunan Mora’ya saygısızlık
yapacağını düşündü ama duyduklarıyla beraber orklar tekrardan gayrete geliyordu.
”Saldıralım! İki
kişiler, ne yapabilirler ki?”
Kendi
aralarında birbirlerine cesaret veren orklar ”Öldürelim! Hainlere ölüm!” nidaları eşliğinde saldırıya
geçtiler.
”Bir an
saldırmayacaklar diye çok korktum”
Dört
bir yandan kendilerine saldıran orkları görünce, Nafız’ın keyfi yerine geldi.
Mirasını tamamen kullanabilmenin yolu güçlenmekten geçiyor, bunun içinde
korkunç miktarda kan özü gerekiyordu.
Bilekliklerin
üstündeki kurukafaların gözlerinden emilen kan, gelişiminin anahtarıydı.
Emilen
kanların içinde küçük miktarda kan özü bulunmaktaydı. Bu kan özleri Nafız’ın
vücudunu güçlendirirken, kalan kanlar bileklikte depolanıp hançer, ok ve bazı
değişik silahlar için kullanılıyordu.
Nafız’ın
gözünde, hücum eden orklar mezbahaya koşarak gelen koyunlar gibiydi.
Hançerlerini çekerek, kendini rüzgârın akışına bıraktı.
Zarif
hareketlerle, adeta dans edermiş gibi orkları doğrayan Nafız’ın aksine, Alyon’
un savaşı tam bir vahşet tablosuydu. Elindeki devasa çekici her salladığında,
en az bir ork parçalara ayrılıyordu.
Momentumunu
kaybeden çekicin çarptığı orklar, çeşitli uzuvlarını kaybederek canlarını
kurtarabiliyordu. Kısa süre içinde yer sahipsiz kol, bacak ve kafalardan dolayı
görünmeyecek bir hal aldı.
Gözlerinin
önünde süren katliamı izleyen savaşçılar yüreklerine çöken korkunun esiri
olmuşken, duydukları emirle kendilerine geldiler.
”Tüm savaşçılar,
şefin çadırını koruma altına alın!”
Kaplanyürek
işlerin iyiye gitmediğini görünce, karakterinde bulunan zayıflık evlat acısını
bastırdı. Delibalta’ya dönerek ”En
iyi savaşçılarını al, benimle beraber çadıra gireceksin” dedi.
Arkalarında
ki savaşçıların çekildiğini gören levazım ve avcı bölümü orklarının saldırıları
durma noktasına geldi. Derin bir soluk alan Alyon, gök gürlemesini andıran sesiylebağırdı.
”Kinimiz, sadece
Ayıboğan’ın soyunadır! Şimdi geri çekilin ve yaşamaya devam edin.”
Şefin
çadırına giden yolun kan nehrine döndüğü anlarda, sağ kalan orklar ellerindeki
ilkel silahları atarak kenara çekilmeye başladılar.
Çadırın
önüne geldiklerinde, etrafını saran askerlerin gözlerinde korku ve umutsuzluğu
bir arada gören Alyon, silahını sırtına attıktan sonra sakin bir ses tonuyla
konuştu.
”Bu son şansınız,
silahlarınızı atın ve çadırlarınıza dönün. Yarın gün doğumunda, daha iyi bir
yaşama uyanacağınızın sözünü veriyorum”
Onca
orku öldürmesine rağmen, zırhının üzerinde bir damla bile kan yoktu. Asil
duruşu konuşmalarına ağır bir hava katarken, karşısındakileri baskı altına
alıyordu.
İlk
silahın yere düşme sesinden sonra aniden bastıran yağmur gibi bütün savaşçı
orklar silahlarını atıp çadırlarına doğru yürümeye başladılar.
Nafız,
daha bir hafta önce kapısından girerken korkudan titrediği çadıra bakıyor,
içeride yaşadığı olayları düşünüyordu. Deriden yapılma kapıdan içeri kafasını
soktuğundaysa, taze kanların damladığı suratına koca bir gülümseme kondurdu.
“Ölmeye hazır
mısınız?”
Devasa
çadırın ortasında, şef Ayıboğan zırhını giyinmiş, elinde baltası savaşa hazır
bir şekilde bekliyordu. Kendisini ne kadar hazırlarsa hazırlasın, kapıdan giren
bu ürkütücü yaratığın onu korkutmasını engelleyemedi.
”Dışarıda ki onca
savaşçı, nasıl bu kadar kolay yenilir. Delibalta, hainleri öldür hemen” dedi
Kaplanyürek.
Bulunduğu
noktadan geriye çekilecek bir yer kalmamıştı, son sahne burada oynanacaktı.
Yeni bir savaşçı şefi her zaman bulunurdu ama kendisi ölürse her şey bitmiş
olacaktı.
Aldığı
emirle beraber sırtındaki silahını çeken Delibalta, kapıdan giren haine doğru
saldırıya geçti.
Adını silahı baltayı kullanmadaki yeteneğinden alan
savaşçıların şefi, sıra dışı bir atak yapmayı planlıyordu. Kanla kaplı şekilde
kendisine koşan bu yaratığa silahı kafasının üstünde yaklaşarak, yukarıdan
aşağıya doğru bir parçalama hareketi yapacakmış izlenimi verdi.
Delibalta,
düşmanının vuruş mesafesine girmesine iki nefes kala, ileri büyük bir adım
atarak bel hizasında yatay bir kesme hareketine geçiş yaptı.
Gizli
saldırısından, bu zamana kadar kurtulan kimse olmamıştı.
Diğer orku nasıl
öldüreceğini düşünmeye başlarken, silahının havayı kestiğini hissettiğinde
kendisi için çok geçti. Başka bir rakip için, sürpriz saldırı olarak
kullanılabilecek bu hamle, Nafız’a ağır çekim bir sahneyi izliyormuş hissi
verdi. Hasmının hareketlerini okuma konusundaki müthiş tecrübesi ve olağanüstü
hızıyla, Nafız başka bir ligin oyuncusuydu artık.
Baltadan
sırtını yere paralel hale getirerek kaçınan Nafız, kayarak önünden geçtiği
Delibalta’nın karnını hançeriyle boydan boya yardı. Hareketini bitirmesiyle,
rakibinin sırtına bir kedi çevikliğiyle çıkarak bacaklarıyla belini sardı.
Kollarını
da boğazına doladığını Delibalta’nın kulağına doğru eğilerek ”Şiişşş! Şimdi
uslu bir çocuk olup yerinden kıpırdamıyorsun” derken, işaret parmağıyla
hasmının dudaklarına bastırıyordu.
Rakibinin
sırtına çıkarak onu aşağılamasının verdiği öfkeyle gözleri kıpkırmızı olan
savaşçıların şefinin, şakaklarında çıkan damarlar neredeyse patlayacak hale
geldi. Boyunduruktan kurtulmak için elleriyle rakibinin kafasına saldıran
Delibalta’nın karnından yere bir parça bağırsak düştüğünde, diğer savaşçılar
henüz neler olduğunun farkında değildi.
”Sana az önce ne
dedim? Madem duyduklarını anlayamıyorsun, bu kulaklara ihtiyacın yok sanırım!”
Lafını
bitiren Nafız, ısırarak Delibaltanın bir kulağını kopardı. Ağzındaki kulağı
yere tükürdüğü sırada, Delibalta’nın acı çığlığı eşliğinde Alyon’ da çadırın
içine giriş yaptı.
Alyon,
çadırın içinde istim üstünde bekleyen savaşçılara seslenerek ”Sizlere de son
bir şans vereceğim, hemen çadırı terk edin ya da burada son nefesinizi verin”
dedi.
Alyon’
un sesi tamamen değişmişti, çıkan sesin sahibini tanıyan Nafız hayretle
kendisine baktığında, onun gözleri çadırın içindeki bir kişinin üzerindeydi.
Nafız’ın ani hareketi yüzünden yarası açılan Delibalta’nın bağırsakları
zeminine düştüğünde, savaşçı orklar kararlarını verebildiler.
Ellerindeki
baltalarla çadırın dışına doğru delikler açarak kaçışan orklar, bir zamanlar
heybetiyle göz kamaştıran çadırı çingene bohçasına çevirdiler.
”Küçükdomuzcuk,
görüşmeyeli epey değişmişsin ama görüyorum ki seni pençelerinden kurtardığım o
beyaz ayının postunu hala saklıyorsun”
Alyon,
ork şefi Ayıboğan’ a bakarak konuştu. Bu sözleri duyan Ayıboğan’ın rengi attı,
soluğu kesildi ve elleri titremeye başladı.
”Hayır, o öldü!
Sen kimsin? Olamaz, o sen değilsin, kimden duydun bunları?”
Kekeleyerek
konuşan Ayıboğan, sonbahar rüzgârlarında savrulan bir yaprak gibiydi.
Alyon,
olayların başından beri çadırın içinde diz çökmüş vaziyette duran baba oğula
”İkiniz dışarı çıkın ve beni levazım bölümünde bekleyin!” dedi.
Domuzkuyruk,
gücünü ve yapabileceklerini çok iyi bilen bir orktu. Karşısında duran kişinin
onun dengi olmadığını anladığında, itiraz etmeden verilen emiri uyguladı.
”Hiç bir yere
gidemezsiniz, izin vermiyo…”
Kaplanyürek
çadırdan çıkan baba oğula bağırırken, Nafız’dan gelen tekmeyle nefesi kesildi.
Bir saniye sonra kendini çadırın dışına uçarken bulduğunda, sırtındaki kaplan
postu kafasına geçmişti.
Dışarıda
toplanmış kalabalık, acı içinde kıvranan Kaplanyürek’ in yanına doğru koşarken,
gelen uyarı ile durdular.
”Kim benden
izinsiz elini sürerse, ellerini keserim!”
Kalabalığa cinayet niyeti taşıyan gözlerle
bakan Nafız, yerdeki Kaplanyürek’i tekmeleyerek çadırdan aşağıya, levazım
bölümüne götürmeye başladı.
Levazım
bölümüne gelindiğinde, onca yolu yuvarlanarak inen Kaplanyürek’ in her yeri
yara bere içindeydi. Nafız, paçavraya dönen Kaplanyürek’ in bir direğe
bağlanmasını emrettikten sonra, yüksekçe bir yere çıktı.
”Benim adım, Kan
Tanrısı Nafız! Levazım bölümündeki orklar, öne çıkın! Direğe bağlı olan bu kanı
bozuğa, sırayla tokat atacaksınız. İçinizden kendini tutan olursa, gün doğumunu
göremeyeceğini şahsen garanti ederim!”
Baştan
aşağı kanla kaplanmış bir halde konuşan Nafız, ay ışığı üzerine düşerken ölümün
vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. Dilde dile yayılarak, bir fırtınaya
dönüşecek olan Nafız’ın efsanesi, tam olarak bu gece başlıyordu.
Bu
sıralarda, çadırın içinde yalnız kalan Alyon ve Ayıboğan konuşmaya devam
ediyordu.
”Bana ihanet
etmenin ödülü, bu küçük kabilede bulunan bir avuç yeteneksiz orka hükmet mi
oldu Küçükdomuzcuk?”
Alyon
karşısında duran orka küçümseyerek bakarken, konuşmaya devam etti.
”Her zaman bir
korkaktın ve ölene kadar öyle kalacaksın ama soyundan gelen çocuğunu gizlice
koruman hoşuma gitmedi değil. Oğluna bir zamanlar söylediğim ismi koymanın
hatırına, sana acısız bir ölüm vereceğim. Umarım yaptığın onca şeyden sonra,
benden biraz daha merhamet göstermemi istemezsin.”
”Alyon, beyim
gerçekten sen misin? Hayal mi görüyorum nasıl oluyor bu!”
Geçmiş
hayatından bilinmeyen detayların yüzüne söylenmesiyle şaşıran Ayıboğan, merakla
sordu.
”Benim
Küçükdomuzcuk, kendisinin ve sevdiğinin canını sana emanet ederek, hayatının en
büyük hatasını yapan kişiyim, Alyon ‘um. Merak ettiğin bu vücut ise, benliğimi
miras alan kişiye aittir.”
Sorusuna
cevabını alan Ayıboğan için olaylar netleşiyordu. Öldü sandığı kişi, kendisini
bir zindana bağlamıştı ve bunca sene sonra gelip onu bulmuştu.
”Mirasçımdan tek
isteğim oldu, intikamımı alması! Mirasımı alıp benliğimi özümserken sana ve
büyük kardeş dediğiniz o kalleşe duyduğum öfkem baki kaldı. Halefime yapacağım
iki iyilik daha var şimdi, seni ve o kalleşi kendi ellerimle öldürmek. Bir
tanrı varsa, sanırım bu sefer benim yanımda!
Her
şey ortaya çıktıktan sonra konuşmalar bitti. İki ork birbirlerinin gözlerine
bakarak, adeta eski günlere yolculuk yapıyorlardı.
Karla
kaplı ıssız düzlükte, cılız bir ork ve heybetli beyaz ayı savaşıyorlardı.
Yaşanan mücadeleye savaş denmesinin tek nedeni, bir tarafın ölmemek için
yaptığı mücadelenin hatırıydı sanırım.
Ork aldığı darbelere daha fazla
dayanamayarak yere düştüğünde, beyaz ayı son darbeyi indirmek için ağzını
kocaman açtı, hasmının başını hedefliyordu.
İki
nefes sonra beyaz karın üstüne sıcakkan döküldüğünde, ayı artık çenesinin alt
kısmına sahip değildi. Cılız ork ölümünü beklerken, kulağına gelen sesle
gerçeğe döndü
”Burada ne
arıyorsun sen ?”
Sesin
sahibi, Ulu Ork Lordu Cesuryürek’in oğlu Alyon’du. Ölümden kıl payı kurtulan
ork titreyerek konuştu.
”Efendim, ben
domuz bakım birliğinden bir orkum. Avcı olmak için göreve çıkmıştım, yolumu
şaşırıp kayboldum ve beyaz ayıyla savaşmak zorunda kaldım. Hayatımı
kurtardığınız için teşekkür ederim.”
Domuz
bakım birliği, ana kabiledeki levazım bölümünün bir şubesiydi. Fizikken ve
ruhen yetersiz orklar bu bölümde görevlendirilir, kendilerine isim bile
verilmezdi. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu, kendini av ile kanıtlamaktı.
Çamur
ve domuz pisliğinin içine döneceğini düşünen ork, önüne saplanan bıçağa
hayretle baktı.
”Bıçağı al ve
ayının derisini yüz. Kürkünü savaş ganimeti olarak aldığında, ismine
kavuşacaksın.”
Duyduğu
bu kelimeler karşısında gözyaşları içinde Alyon’ un ayaklarına sarılan
ork, ”Alyon beyim, bu günden sonra hayatım sizindir. Ölene kadar size
hizmet etmeye yemin ederim” dedi.
Çadırın
içinde Alyon, avdan sonra Ayıboğan ismini alan ve yirmi sene boyunca kardeşi
gibi davrandığı orka hüzünlü bir şekilde bakıyordu.
Onu ilk gördüğü zamanın
anılarıyla melankoli yaşarken, son gördüğü zaman yaşadıkları aklına düştü.
Mora
ile gizlendikleri mağaranın girişinde, birçok gölge belirmişti. Her ırktan
savaşçıların oluşturduğu bu grubunun içinde gözüne aşina gelen yegâne figür,
mağaranın yerini bilen tek kişi olan Küçükdomuzcuk ‘tu.
Alyon,
uzun süren takipten sonra yaralı olarak kendilerini attıkları bu mağaranın
yerini babasına söylemek için Küçükdomuzcuk’ u kabileye yollamıştı. Babasından
gelecek yardımı beklerken karşılaştığı sahne, kardeşi gibi bildiği orkun
peşindeki katilleri ona getirmesi olmuştu.
Öfke
ve hayal kırıklığı içinde ”Bana
nasıl ihanet edebildin?” diye haykırdı.
Yüz
sene önce duyduğu cümleyi tekrar işiten Ayıboğan’ın gözlerinden akan yaşlar
yanaklarından süzülüyordu. Hatıralara dalarak o kara güne giden Alyon ise
hiddetle kükredi.
”Ölümden bu kadar
mı korkuyordun? Dostunu satmak, ölümden daha mı şerefli senin gözünde!”
”Beni öldürün
dedim. Öldürmeyeceklerini, ölene kadar domuzların içinde bırakacaklarını
söylediler. Oraya dönemezdim, yıllar sonra o cehenneme geri dönemezdim.”
Ayıboğan
konuşurken, o zaman yaşadığı dehşet gözlerinden okunuyordu. Hışımla koynundan
çıkardığı bir şişe kanı, başından aşağıya döktü. Çeşitli sözler mırıldanırken,
çadırın direklerinde bazı semboller oluşmaya başladı.
Direklerden
aşağı süzülen semboller, Ayıboğan merkezde kalacak biçimde yerde bir Pentagram
şekli oluşturdular. Köşelerden gelen tılsımlar vücuduna vurduğunda acıyla
çığlık atan Ayıboğan, şekil değiştirmeye başladı.
”Druid halkının
dönüşüm tekniği!”
Önünde
gerçekleşen olaya bakan Alyon, mırıldanarak söylendi.
”En azından,
biraz adam yerine konulmuşsun ha Küçükdomuzcuk!”
Silahını
çeken Alyon, beş metre boyundaki Beyaz Ayı Kralı’na dönüşen düşmanına
kahkahalar eşliğinde hücum etti.
Pençelerle
çekicin buluştuğu anlarda çıkan kıvılcımlar, loş çadırın içini aydınlattı.
Dönüşümü gerçekleştiren Ayıboğan, cüretkâr bir tavırla durmaksızın
saldırıyordu. Her atağı öldürme niyeti taşıyor, rakibinin ölümcül noktalarını
hedef alıyordu.
Alyon
çadırın direklerini savunma amaçlı kullanırken, Ayıboğan en fazla birkaç pençe
darbesiyle onları parçalarına ayırıyordu. Bir süre sonra, kendisini
destekleyecek direği kalmayan çadır büyük bir gürültüyle çöktü. Bunu gören
Ayıboğan ”Alyon, şimdi neyin arkasına saklanacaksın görelim
bakalım” dedi.
”Küçükdomuzcuk,
hiçbir zaman zeki olmamıştın ama geçen yıllar seni iyice aptallaştırmış. Hala
yeteri kadar güçlenemediğinden, karşındakinin de gücünü ölçemiyorsun”
Düşen
çadırın kalıntılarını üstünden atarken, Alyon çok sakindi.
”Rol yapmayı
bırak! Ne sen eski yenilmez savaşçısın ne de ben o cılız orkum. Kimse beni
geçmiş günlere döndüremez. Biraz sonra canını aldığımda, her şey
bitecek!”
Savaşın
başından beri üstün olan Ayıboğan, kibir içinde konuşuyordu. Etrafına bakan
Alyon bütün kabilenin savaşı izlediğini gördü, silahını havaya kaldırdığında
vücudundan ağır bir savaş niyeti yayıldı.
”Evet, sen artık
o beyaz ayıdan kurtardığım ork değilsin, bu nedenle gönül rahatlığıyla cesedini
parçalayacağım. Sahi Küçükdomuzcuk, o gün benim neden kabileden o kadar uzakta
olduğumu hiç düşündün mü?”
Geçmiş
yıllarda Ayıboğan, bu konu hakkında hiç düşünmemişti. Hayatının kurtulması ve
lordun oğluyla arkadaş olmasının verdiği güvenle, günlerini geçiriyordu.
”Sana o kan
şişesini verenlere, bu kanın nereden geldiğini sorma cüretini gösterememiş
olduğunu farz ediyorum.”
Alyon
konuştukça, etrafındaki hava gitgide ağırlaştı. Elli adım mesafede bulunan
bilinci güçlü olmayan orklar bayılmış, kalanlar nefes almakta güçlük
çekiyorlardı.
”O gün öldürdüğüm
Beyaz Ayı Kralı’nın kanıyla, karşımda dönüşüm geçirmeye nasıl cüret edersin?
Seni zavallı !”
Hışımla
bağırdığında, Savaşçının Hiddeti tekniğini aktif hale getirdi. Bu teknik,
Orkların Ulu Lordunun kanında gizli olan bir teknikti. Kuşaktan kuşağa, kan
bağı yoluyla aktarılan bu tekniğin açığa çıkardığı etkiler, kullanan kişinin
gücüyle doğru orantılı oluyordu.
Üstündeki
baskının etkisiyle paralize olan Ayıboğan, savaş çekicinin vücudundan koca bir
parça koparmasına kadar gelişen olayları sadece izlemek zorunda kaldı. Bir anda
her şey tersine döndü, yediği her darbede Ayıboğan’ın kemikleri kırılıyor, bir
parçası vücudunu terk ediyordu.
Kısa
bir süre sonra Ayıboğan’ın vücudu eski haline döndü ama neredeyse yarısı eksik
olduğu için hareket edemeyerek olduğu yere yığılmak zorunda kaldı.
Rakibine
doğru yavaş adımlarla yürüyen Alyon, Ayıboğan’ın yanına ulaşır ulaşmaz bir
darbeyle belden aşağısını gövdesinden ayırdı. Yaptığı bu son vuruşun, savaşı
nihayete erdirdiğini düşünen Alyon, sırtını dönerek yürümeye başladı. Henüz iki
adım atmamışken, ayaklarına dolanan elleri hissettiğinde içi bir garip oldu.
Arkasını
dönüp baktığında, belden aşağısı olmayan hasmını ayaklarının dibinde gördü.
Sürünerek gelip Alyon’ un ayaklarını saran Ayıboğan ”Beyim, o günden sonra huzur içinde uyuyabildiğim bir gece olmadı.
Biliyorum, gözünde hiçbir değerim yok ama beyim dikkatli olun, diğer dört
kabile çok güçlendiler. Her şeyin sonunda, canımı siz aldığınız için çok
mutluyum” dedi.
Son
nefesini veren Ayıboğan’ın gözleri, hâlâ beklenti içinde Alyon’a
bakmaktaydı.
”Her şey bitti,
rahat uyu Küçükdomuzcuk.”
Elleriyle
gözlerini kapattığı dostunu uğurlayan Alyon, bilincini kaybederek yere yığıldı.
Kalabalığın
içinde savaşı seyreden orklar tepki dahi veremeden, Nafız Alyon’ un yanı başına
geldi. Kısa bir kontrolden sonra, vücudunun bunca etkiye dayanamayıp iflas
ettiğini anladı. Özellikle Savaşçının Hiddetini bu seviyede kullanması, henüz
yeterince güçlü olmayan bedenin üstünde ağır tahribat yaratmıştı.
”Çabuk bir çadır
hazırlayın! Domuzkuyruk, bir kaç adamını alarak buraya gel!” dedi Nafız.
Bir grup ork eşliğinde çadırına taşınan Alyon derin uykudayken, Nafız dışarı
çıktı.
”Çadıra yüz adım
mesafedeki, her şey yıkılacak. Bu mesafenin içine giren kim olursa olsun
öldürülecek!
Emri
alan orklar, denileni yapmak için aceleyle çalışmaya başladılar. Gün doğumuna
kadar çadırın etrafı temizlenmiş, kabilenin orkları bundan sonra başlarına ne
geleceğini düşünmeye dalmışlardı. Nafız çadırın dışında nöbet beklerken,
yüzüğündeki vahşi canavar cesetlerini Domuzkuyruk yoluyla kabileye gönderdi.
İlk
defa bu kadar çok et tüketebilen orkların keyfi yerine gelirken, üstlerindeki
tedirginlik bir nebze olsun azalıyordu. Sonraki günlerde devam eden bu sevkiyat,
uzun süredir açlıkla terbiye edilen orkları memnun etti.
On
gün geçmesine rağmen Nafız çadırın dışındaki yerinden bir adım kımıldamadı ve
nihayet son gün doğumunda Alyon gözlerini açtı.
”Nasılsın? İyi
değilsen biraz daha dinlen!”
Alyon
gözlerini açtığından beri yarım gün geçti ve bu süre zarfında gözleri çadırın
tavanında hareketsiz bir şekilde yatmaktaydı. Nafız’ın kendisine seslenmesinin
üzerine, ayağa kalkıp zırhını giymek için ilerledi.
”Zırhı sen mi
çıkardın? Sana da çok zahmet vermeye başladım bu sıralar!’’
Pis
pis sırıtarak konuşan Alyon, Nafız’ın asabını bozmuştu.
”Maalesef,
içinden çıktığımız bölümün orklarına bu şerefi layık gördüm. Elleri,
topladıkları bokların sıcaklığını hala kaybetmemişken, seni buraya kadar
taşıyıp ilgilendiler.”
Sözleri
bitince, göreceği manzara önceki yaşamından gelen hatıralara travma yaşatmadan
Alyon’u zırhını giymesi için yalnız bıraktı.
Yasaklanmış
alana, sadece Domuzkuyruk ve oğlu yaklaşabiliyordu. Bugün dağıtılacak olan eti
almak için geldiklerinde, Alyon’ un uyanmasından da haberleri oldu.
Domuzkuyruk, Nafız’a vermesi gereken önemli bir haberi bulunduğundan,
kurtarıcılarının ikisinin de iyi olmasına çok sevindi.
Bugün,
seyyar tüccarın üç ayda bir kabileye uğradığı günlerden biriydi. Daha önce
tüccarla sadece kabile şefi görüşüyordu, kendisinin bu konuda hiç tecrübesi
olmamasından dolayı çok gergindi.
Konuyu
kendisine Nafız diyen dişi orka açması halinde olayın daha da kötü bir hâl
almasından korktu zira on gün önce yaptığı eylem hafızalarda tazeliğini
koruyordu.
Haberi
alan Alyon, acilen şefin çadırının tamir edilmesi emrini verdi. Devasa çadırın
önceden bulunduğu yere, daha ufak ölçekte bir çadırın yapım işi biterken,
tüccar kabileye giriş yapıyordu.
”Burada bazı
olaylar yaşanmış gibi görünüyor Sasha!”
Tüccar
yanında ki altın saçlı gençle konuşurken, etrafını dikkatle inceliyordu. Tren
lokomotifini andıran mekanik bir araçla kabileye giren tüccarın, arkasında iki
vagon daha eşyası vardı.
Altın
saçlı genç, tüccara bakarak
”Evet
Bay Dimitri, şefin çadırının yerinde şu an çok daha küçük bir yapı var. Sanırım
kabilede bir iç savaş yaşanmış, dikkatli olmak yararımıza olur” dedi.
”Dünyanın
ucundaki bu ıssız yerde bile, iktidar mücadelesi mi olmuş?”
Yüzüne
küçümser bir ifade takınan tüccar, korku emaresi olmadan yoluna devam ediyordu.
Şefin çadırının önünde onları karşılayan Domuzkuyruk’u görünce, yüzündeki ifade
değişen tüccar küçük çapta bir şok yaşıyor gibiydi.
”Şef Ayıboğan
nerede? Neden beni karşılamak için burada değil?”
Kabile
ile uzun zamandır ticaret yaptığından dolayı iç işlerine aşina olan Dimitri,
kendisini levazım bölümünden bir orkun karşılamasına çok bozuldu.
”Şef içeride,
sizi bekliyor”
İfadesiz
gözlerle tüccara bakan Domuzkuyruk, eliyle kapıyı aralayıp yolu gösterdi.
Tüccarla asistanı içeri girdiklerinde, gördükleri manzara karşısında öfkeleri
tavan yaptı.
”Bizi kapıda
karşılamamış olman yetmezmiş gibi, birde kadınınla oynaşırken mi görüşmek
istiyorsun? Sen kim olduğunu sanıyorsun?”
Sasha,
çadırın içinde kendilerini bekleyen Alyon ve Nafız’ı görünce, kibirle dolan bir
sesle bağırdı. Kapıdan giren ikilinin yarattığı yaygara, Nafız’ın sinirlerini
hoplatmaya yetmişti.
”Kapıdakilere
daha kaç kere içeri evcil hayvan sokulmayacağını söyleyemem lazım. Şu küçük
köpeğe bak, şimdiden havlamaya başladı bile”
Duyduğu
sözler üzerine Sasha silahını çekmek için hamlesini yapmak üzereyken, boğazında
bir sıcaklık hisseti. Biraz önce kendisini aşağılayan orkun elindeki kan
kırmızı kırbacın ucu, boynuna dolanmış haldeydi. Tepki vermesine fırsat
kalmadan kendini yüzüstü yerde bulan Sasha, nefes alamadığı için morarmaya
başladı.
”Burada neler
oluyor? Bize bir şey olursa, bu işten kendinizi kurtarabileceğinizi mi
sanıyorsunuz”
Yardımcısı
yanında can çekişen Dimitri tehditler savurmaya başladığında, Alyon hiddetle
bağırdı.
”Bir ork şefinin
çadırına girdin tüccar! Saygılarını sunmak için daha ne kadar bekleyeceksin ”
Sesin
şiddeti Dimitri’yi kendine getirdi, iç organlarının yer değiştirdiğini hisseden
tüccar aceleyle tek dizinin üstüne çöktü.
”Ben, paralı
askerlerin korumasındaki Altın Yaprak Ticaret Loncasından Dimitri. Yardımcım
Sasha ile huzurunuzda olmaktan onur duyuyoruz.”
Tüccarın
kendini takdiminden sonra Alyon, kırbacı gevşetmesi için Nafız’a işaretini
verdi.
”Yaşananları bir
yanlış anlama olarak görelim o zaman. Benim adım Alyon, yanımdaki arkadaşımın
ismi de Nafız’dır.”
Alyon
konuşmasını tamamladığında, kırbaç Nafız’ın bilekliğine geri döndü. Bu sahneyi
gören Dimitri, sağ gözünün seğirmesine engel olamadı.
”Değişebilen
donanım! Bu ıssız kabilede, bir orkun ellerinde nasıl böylesine muhteşem bir
donanım olabilir.”
Tüccarın
tepkisine gülerek karşılık veren Nafız, ”Artık ticarete başlayabilir miyiz?” dedi.
Tüccar,
karşısında bulunan orkların göründükleri kadar basit olmadıklarını anlamıştı.
Sasha’nın durumunu göz ucuyla inceleyip ”Önceki şefle sabit bir anlaşmamız vardı, bunun üzerinden mi gideriz,
yoksa şartları tekrar konuşmamız mı gerekecek?” dedi.
Alyon ”Önceki şefle bu konuları konuşacak
fırsatımız olmadı. Aranızdaki anlaşmanın şartlarını anlatmanızı rica ediyorum” dedi.
Sasha
toparlanıp tüccarın yanında yerini alırken, Nafız yüzünde bir gülümsemeyle onu
izliyordu.
”Efendim, yükümde
iki vagon saf çelik silah mevcuttur. Önceki anlaşma; pençe, boynuz ve dişler
için 1e 20 şeklindeydi. Sizinle de ortak bir noktada buluşmayı canı yürekten
arzu ederim.”
Şartları
duyan Alyon derin bir iç çekti ve yanındaki Nafız ile göz göze geldi. Aldıkları
miras nedeniyle, bu dünyada bulunan tüm maddelerin ticari değerlerini üç aşağı
beş yukarı biliyorlardı. Cahilliği yüzünden yıllardır soyulan Ayıboğan,
kabilesine varlık içinde yokluk çektirmişti.
”Peki, canavar
özlerini ne kadar bir oranla alıyorsunuz? ”
Dimitri’nin
gözleri duyduğu soru karşısında kocaman açıldı, ne diyeceğini bilemez bir
durumdaydı.
”Buraya ticarete
geldiğimiz için, önceki şef tarafından hediye olarak alıyorduk.”
Nafız
şiddetle yerinden fırladı ”Hırsızlar, böyle
bir şeyi nasıl bedava alabilirsiniz?”
Ana
işlevi değişebilen silah yapımı olan canavar özleri, totem ve dönüşüm
tekniklerinin geliştirilmesinde hayati rol oynuyorlardı. Böyle değerli bir
maddenin karşılıksız olarak el değiştirmesi, her gün karşılaşabileceğiniz bir
olay değildi.
Alyon,
tüccar ve yardımcısına sertçe çıkışan Nafız’ı sakinleştirmek için lafa girdi.
”Bu
arkadaşlarımız tüccarlar, müşterilerinin cehaletinin suçunu onlara yüklemek
biraz haksızlık olmaz mı?”
Şefin
kendilerini koruyan yaklaşımı nedeniyle rahat bir nefes alan tüccar, şartların
değişeceğini anlayıp öncelik aldı.
”Efendim, yeni
başlayan ticaretimizi yepyeni şartlarla sürdürmeliyiz. Bu konu hakkında
görüşlerinizi, bizimle paylaşır mısınız?”
İçinde
bulunduğu ortamda her an canını kaybedebileceğini hisseden tüccar, düşük bir
profil tutmaya başlamıştı.
”Şu andan
itibaren, pençe, boynuz, dişler ve deri 1 e 8 olarak işlem görecek. Umarım,
kabilenin konumu yüzünden normalden yüksek bir oran önermemdeki iyi niyeti
görmezden gelmezsiniz!’’
Alyon,
yeni ticari tarifeyi verirken, aba altından sopa göstermeyi ihmal etmemişti.
”Tabii ki
efendim, söylediğiniz oranlardan ticaret yapmak bizim için bir zevktir. Bugün,
ne kadar bir alım düşüyorsunuz acaba?”
Normal
oranların iki birim üstü bir teklif alan tüccar, şefin kendisi içinde bir alan
bıraktığını anladı. Oranlar önceki yılların çok altında kalsa da kabile ticari
olarak hala iyi bir değer ifade ediyordu. Yerinden kalkan Nafız, tüccarın önüne
ufak bir torba attı.
”Burada 20 tane
yarı bilinçli canavar özü var, vagonları çadırın önüne indirebilirsin”
Önceki
anlaşmanın aksine, tüccar için bu sefer hiçbir boşluk yoktu. İşlem bu şekilde
tamamlanırsa, onca yolu boş yere gelmiş olacaktı. Tüccar’ın düştüğü açmazı
anlayan Alyon, sessizliğini sona erdirdi
”Dostum, bugün
senden bazı materyalleri ve bilgileri bizim için temin etmeni
isteyeceğiz.”
Sözünü
tamamlayan Alyon, uzun listenin yazılı olduğu deri parçasını tüccarın
yardımcısına teslim etti.
Listeyi
okuyan Dimitri şaşkınlığını gizleyemiyordu. Bu iki ork, listede yazılı olan
eşyaları ve bitkileri nereden öğrenmiş olabilirlerdi? Dünyanın bu ücra
köşesinde yaşarken, diğer medeniyetler hakkında nasıl bu kadar bilgi edinebildiler?
Alyon’
un uzattığı listenin bir kısmı, çeşitli bitkiler, savaş tekniği kitapları, özel
materyallerden oluşuyordu. Kalan kısımda, altı medeniyetin çok az kişinin bilgi
sahibi olduğu gizli yönleri ve güncel durumları hakkında bilgiler isteniyordu.
”Efendim, Paralı Askerlerin Altın Şehri hakkındaki bilgiler hariç, listenin tamamını bir ay
içerisinde temin edebilirim. Affınıza sığınarak soruyorum, bu listenin
ödemesini nasıl yapacaksınız?”
İstenen
ürünlere bakan Dimitri, yarım vagon canavar özünün bile yetersiz kalacağını
hesap etti. Nafız’sa yanında duran sandığın kapağını açarak tüccara
seslendi
”Gelip kendin
kontrol etmek ister misin?”
Yerinden
kalkarak tedirgin adımlarla sandığa ilerleyen Dimitri, içindekileri görünce
heyecanını kontrol edemedi.
”Bunlar, onun
boynuzları mı ?”
Tüccar
yük vagonlarında bulunan silahları şefin çadırının önüne indirirken, savaşçı
orklar kendi aralarında hararetle konuşmaya başladılar.
”Yeni şef bu
kadar silahı nasıl alabildi?”
”Yanındaki dişi
orka ne demeli? Daha bir hafta önce şefin çadırında korkudan titriyordu. Bir
göz kırpma süresinde, onumuzu öldürebilecek birine nasıl dönüştü.”
İsim
verme töreni sırasında çadırın içinde nöbet tutan savaşçılardan biri
şaşkınlığını gizleyemiyordu. Vagonlarını boşaltan Dimitri son sürat kabileden
ayrılırken, gözleri adeta altın rengine dönüştü. Üzerinde paralı askerlerin
amblemi bulunan lokomotifiyle bozkırda ilerlerken, bir yandan da Sasha ile
bugünkü olayları değerlendiriyordu.
”Efendim, bu iki
orka güvenebilir miyiz? Ödeme için gösterdikleri materyaller sahte olabilir
mi?” diye
konuştu Altın saçlı Sasha. Savaşçı onurunu zedeleyen olayın kanıtını kapatmak
amacıyla çantasından bir bez çıkarıp boynuna dolarken, içindeki öfke hala
dinmemişti.
”Sasha, seni
yanıma aldığımda daha yeni yeni yürümeye başlayan bir çocuktun değil mi? Bugüne
kadar, değişebilen bir donanım gördüğümüzü hatırlıyor musun?
Çırağı
Sasha’nın olayların etkisinde kaldığını anlayan Dimitri, planlarını anlatmaya
başladı.
”Bir tüccar
olarak en büyük becerimiz, gördüğümüz malların niteliğini ve ederini anlamak
olmalı. Sana verdiğim büyük zanaatkârlar kitabını okumadığın anlaşılıyor”
”Hayır, efendim,
baştan sona kadar dikkatle okudum verdiğiniz kitabı”
Ustasının
azarı karşısında Sasha son derece heyecanlandı.
”Seni her zaman
bir oğul olarak gördüm. Bugün beni nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın?
Sasha’nın
kafasının yere indirdiğini gören Dimitri, babacan bir ses tonuyla konuşmaya
devam etti,
Tüccar adayı
olarak ilk hatan, soğukkanlılığını çok çabuk yitirmiş olman genç dostum.
Ticaret loncamız paralı askerlerin koruması altında ve bu bize yollarda
soyulmamak için güvence sağlıyor. Lâkin dünyanın bir ucundaki ıssız topraklarda
öldürülürsek, lonca bizim sınıfımızdaki tüccarlar için ne kadar ileri gidebilir
sence ?”
Dimitri
kurt bir tüccardı, arka planı olmayan basit bir kişi olduğundan, diğer
tüccarların uğramaya tenezzül etmediği yerlere giderek kariyerini inşa
ediyordu. Uzun yıllar süren uğraşısı sonucu, 2. sınıf basit tüccar mertebesine
erişebilmişti.
”İkinci hatan
öfkeni bastıramamandı. Uğradığın muamele sonucu gözün sinirden kör oldu.
Kırbaca dönüşen ekipmanın üzerindeki kabartmaları görebildin mi ?”
Sasha
bu sözlerin üzerine düşündüğünde, şefin çadırında gelişen olaylar sırasında
etrafını incelemek için dikkatini toplayamadığını fark etti. Bu bir tüccar için
affedilemeyecek hataların en başında geliyordu zira ne kadar bilginiz olursa
olsun göremediğiniz bir şeye değer biçemezsiniz.
Dimitri,
çırağının gereken dersi çıkardığını bakışlarından anladı. Amacına ulaştıktan
sonra, bir ipucu verdi.
”Gümüş kurukafa
desem, ekipmanı yapan zanaatkârı bilebilecek misin?”
Ustasının
sözlerini duyan Sasha’nın gözleri parladı
”Ölümün Yoldaşı
Abarran, Cehennem Diyarı’nın en ünlü silah ustası. Dünya üzerinde değişebilen
ve gelişebilen silah yapabilen üç kişiden biri!”
”Artık,
müşterimizin nelere sahip olduğunu anlamışsındır umarım. Şehre varınca, mekanik
posta güvercinlerinden bir düzine almanı istiyorum, bu kişiler bize talihin
kapısını aralayabilirler”
Kazancın
kokusunu alan Dimitri, bir dönüm noktasında olduğunu hissediyordu.
Bu
sırada, şefin çadırının içinde sandığın kapağını kapatan Nafız ”Minotaur’ un boynuzlarını söktüğüm iyi oldu, bu kadar
faydası dokunacağını bilseydim, en azından suratını bir bütün olarak
bırakabilirdim’’ dedi.
Kendine
ait bilince çok uzun süre önce erişmiş bir vahşi yaratık olan Kızgınboğa’nın
boynuzları ve toynakları, silah yapımı için bulunmaz malzemelerdi. Nafız
yaratığı öldürdükten sonra, hiçbir yerini ziyan etmeden yüzüğüne atmıştı.
“Canavar özünü
hemen kullanmak zorunda değiliz. İleride çok daha fazla fayda sağlayacağı bir
durum olabilir.’’
Alyon,
kapıda bekleyen Domuzkuyruk’ a kabile halkını çadırının önünde toplamasını
emretti. Kısa süre sonra toplanan kalabalığa bu güne kadar bilmeden yaşadıkları
hayatı anlatan Alyon, hiçbir detayı karanlıkta bırakmadı.
Yaşadıkları
günlerin bir sürü yalan üstüne kurulu olduğunu anlayan orklar çok
sinirlendiler. Kalabalık kendi arasına konuştukça, gerilim adım adım
yükseliyordu. Özellikle avcı bölümünün
orkları canlı yem olarak kullanıldıklarını öğrendiklerinde, savaşçı orklara
farklı gözle bakmaya başladılar. Ortamın tansiyonu tavan yapmıştı ki Alyon
görkemli sesiyle herkesi susturdu.
“Geçmişte yaşanan
olaylar geçmişte kaldı, geriye dönük kin tutulmasını yasaklıyorum. Şu andan
itibaren yeni hayatınız başlıyor ve yeni kurallara uyduğunuz müddetçe, herkese
eşit davranılacağının garantisi veriyorum.’’
Yeni
şeflerinin yaptığı konuşma, orkların bir nebze olsun sakinleşmesini sağladı.
Aralarındaki çekişmeyi bırakan kalabalık, şeflerini dinlemeye devam ettiler.
“Avcı bölümünü
dağıtıyorum. Bugün itibariyle kabilede sadece savaşçı ve levazım bölümleri
bulunacak. Savaşçıların şefi Nafız, levazım bölümü şefi Domuzkuyruk
olacaktır.’’
Çadırın
önünde toplanan kalabalığı bakışlarıyla süpürdükten sonra;
“Şef koltuğu her
zaman düelloya açıktır, benden güçlü olduğunu düşünen herkes meydan okumakta
serbesttir. Kabilemizin en büyük kuralı; güçlü yönetir, kalanları itaat eder
olacaktır. Emre itaatsizliğin cezası, ölümdür!’’
Sözlerini
bitiren Alyon çadırına geri dönerken, Nafız’da savaşçıların toplandığı bölgeye
doğru ilerledi. Alyon ile yaptıkları plan gereği, savaşçıları hızlı bir şekilde
eğitmesi gerekiyordu. Bir ay gibi kısa bir sürede temel nitelikleri kazanmış
bir asker grubu oluşturmalı, bunların içinden de özel yetenekli olanlarla bir
takım yaratmalıydı. Miras aldığı bilincin geçtiği acımasız eğitimler, müthiş
savaş tecrübesi ve psikopat mizacıyla Nafız, bu iş için biçilmiş kaftandı.
“Evet soytarılar!
Bugün eğitiminiz başlıyor, sizinle işim bittiğinde hiç doğmamış olmak
isteyeceksiniz. Şimdi, herkes silahların içinden bir yay ve bir balta alıp
eğitim sahasına gelsin. İki yüz nefes içinde gelemeyenler, direkt Levazım Bölüme gitsin!
Yeni
şeflerinden aldıkları talimatla beraber savaşçılar birbirlerini ezerek
silahlara koşarken, Domuzkuyruk şefle bir toplantı halindeydi.
“Geçmişte usta
bir savaşçı olduğunu biliyorum. Peki, seni neden levazım bölümü şefi yaptığımı
merak ediyor musun?’’
Alyon
cevabını çok iyi bildiği soruyu sormadan önce, Domuzkuyruk’ un yüzündeki
ifadeyi yakalamıştı. Kendisini kurtaran kişiye vefasızlık etmek istemese de
yıllardır aşağılanmak için bulunduğu bölüme tekrar dönmek, Domuzkuyruk’ un fena
halde canını sıkıyordu.
“Bu topraklar
yaşamak için elverişsiz dostum. Yüce Dağ ’da ki vahşi yaratıkları
öldürdüğümüzden beridir de yiyecek sağlayacak bir yerimiz kalmadı. Küçükdomuzcuk’ un
cahilliği nedeniyle levazım gerektiği gibi yapılanamamış. Benim yardımımla bu
bölümü yeniden inşa edeceksin. Levazım bölümünü gereken düzeye getirip, savaş
taktikleriyle ilgili bu kitapları da okuduğun zaman, gönül rahatlığıyla
kabileyi sana bırakabilirim.’’
Domuzkuyruk
önüne atılan birkaç kitaba bakarken, Alyon’dan duyduğu sözler karşısında adeta
donup kalmıştı.
“Şefim, siz varken ben
nasıl şefliğe layık olabilirim. Lütfen, şakası bile hoş değil bu lafların’’ diye
heyecanla konuştu.
“Biz, bir ay
sonra yanınızda olmayacağız. Nafız yolculuğumuzda bize eşlik edebilecek
kalitede, küçük ama etkili bir grubu eğitmek için işe koyuldu. Sende, kalan
orkları sizi götüreceğim bereketli topraklarda yöneteceksin.’’
Alyon
önümüzdeki günler için oluşturduğu planı anlatırken, Domuzkuyruk’ un aklındaki
soru işaretleri siliniyordu. İkili toplantılarını bitirince, levazım bölümüne
doğru yola koyuldular. İlk defa bir şefi bölümlerinde gören orkların şaşkın
bakışları arasında, Alyon konuşmaya başladı
“Kabilemiz bir
değişimin içinde, iki ana bölümümüzden biri olan levazım da bundan büyük bir
şekilde etkilenecektir.’’
Levazım
bölümü orkları kulaklarına inanamıyorlardı, yıllardır ezikliğin sembolü olan
bölümleri iki ana bölümden biri olarak telaffuz ediliyordu.
“Hali hazırda ki
görevleri dışında levazım bölümü, tarım, hayvancılık, savunma silahları ve
mekanik gereçler yapımını da üstlenecek. Bugün yapılacak seçim sonucu,
yeteneklerinize göre eğitiminizi almaya başlayacaksınız. Yaptığı işle kabileye en çok katkıyı
sağlayanın, en iyi muameleyi göreceğine adımın üzerine yemin ederim!’’
Şeflerinden
duydukları bu sözler üzerine, levazım bölümü orkları kükremeleriyle kabileyi inlettiler.
Orkların yeteneklerinin anlaşılması ve bölümlerinin seçilmesi işlemi, gün
batımına kadar sürdü. Çadırına dönen Alyon, Nafız’ı içeride sinirli bir şekilde
söylenerek volta atarken buldu.
“Ne oldu, yine
deli gibi dolanıyorsun?”
Alyon
gülüyordu ama Nafız pek havasında değildi. Şef adımını içeri atar atmaz
bağırdı.
“Bunların içinden
bir kişi bile zor çıkacak’’ ”Nasıl bu kadar
yeteneksiz olabilirler, bunların içinde bir tane acemi seviye savaşçı bile
yok”
Nafız,
bir günlük talimden sonra adeta ateş püskürüyordu.
”Senin
düzeyindeki biri için, gerçekten çok zor iş bu kadar acemiyi eğitmek, içinde
bulunduğun durumu anlayabiliyorum ama birçoğunun daha bugün ellerine gerçek bir
silah alma şansları oldu. Nitelikten çok nicelik var elimizde, olabildiği
kadar iyilerinden seçmeye çalışsan olmaz mı?”
”Pazar
tezgâhından domates mi seçiyoruz pezevenk! Zaten asabım bozuk, gevşek gevşek
konuşma benle.”
Ortamı
yatıştırmaya çalışan Alyon, bilmeden yanan ateşe benzin döktü. Miras aldığı
benlik yüzünden Nafız gün geçtikçe agresifleşiyor, kendisine kolay gelen
işlerin becerilememesine tahammül edemiyordu.
Konuşmanın
bitiminde çadırdan hışımla çıkan Nafız, kulak yırtan bir sesle bağırdı.
”Savaşçı bölümü
toplanın, gece şartlarında talim yapacaksınız! İkinci emrime kadar burada
olmayanlar, bir daha gözüme gözükmesin!
Savaşçı
bölümü orkları uzun ve yorucu günün sonunda nihayet dinlenip yemek
yiyebileceklerini düşünürken, şeflerinden gelen emirle neye uğradıklarını
şaşırdılar. Hepsinin ellerinde ne varsa bırakıp talim alanına koşturmaları
nedeniyle, kabilenin içi pazar alanına döndü.
Bu sırada Alyon, çadırının içinde
çok daha önemli konular hakkında düşünmeye başlamıştı bile ”Pazar tezgâhı,
domates, bunlar ne acaba? En sonunda bana pevezenk diye bağırdı, umarım
iyi bir şeydir söyledikleri.”
Çadırının
kapısında beliren Domuzkuyruk’u gördüğünde kafasında dolaşan saçma düşünceleri
def edip, bir ay boyunca levazım bölümünün yapacağı işleri planlamaya
başladılar.
Savaşçıların
amansız eğitimi devam ederken, levazım bölümü de hareketli zamanlar
geçiriyordu. Kalabalık bir ork grubu, ağaç kesmek ve büyük çapta kayaları
taşımaları için Yüce Dağ’a gönderildi.
Hiçbir koruma olmadan bu dağa gönderilen
orklar tedirginlik içerisinde yolculuklarını sürdürürken, en sonunda
korktukları yere vardılar.
Daha
önce buraya gelmiş olan orklardan bazıları dağın son halini gördüklerinde,
gözlerine inanamadılar. Bir zamanlar eteklerinden birkaç adım ileri gitmekten
korktukları bu yerde, şimdi tek bir canlı izi görünmüyordu.
Ağır kan kokusu
altında işlerini yapan orkların gördükleri manzara karşısında şefe ve yanındaki
dişi orka saygıları kat be kat artıyordu.
Yaklaşık
iki gündönümü süresince Yüce Dağ’ da kalan orklar, geri döndüklerinde kabilenin
etrafına büyük hendeklerin kazılmaya başlandığını gördüler. Şaşkın bir şekilde
yüklerini indiren orkları karşılayan Domuzkuyruk, yardımcısına gelen mühimmatın
miktarını not etmesini emretti. Ağaçların söylediği gibi komple sökülüp
getirildiğini ve taşların istediği ebatlarda olduğunu gören levazım şefinin
keyfine değecek yoktu.
”Hepiniz çok iyi
iş çıkardınız, şimdi gidin ve dinlenin! Yemekhane sizin için açık olacak!"
Şeflerinin
sözlerini dinleyen orkların, keyifleri tavan yapmış gibiydi. Daha önce şefin
soyu ve askerlerden kalanlarla beslenen bu orklar, şimdi yemek yerinin
kendileri için açık tutulduğunu öğreniyorlardı. İki günlük yoğun ve özverili
çalışmalarının karşılığını görmek, tüm yorgunluklarını silip atmıştı.
Gelen
malzemeleri gören Nafız, bir grup savaşçıyı ağaçları temizleyip yontmaları için
levazım bölümüne gönderdi.
”Eğer geri
döndüğünüzde hala balta sallamayı öğrenmemişseniz, gideceğinizi yeri bir
görün bakalım.”
Grubun
en zayıf halkalarını tehditler eşliğinde uğurlayan Nafız, kalan savaşçılarına
emrini verdi.
”Hepiniz birer
kaya alıp buraya geleceksiniz. Bu gece de eğitim yapmaya devam edeceğiz.”
Günlerdir
gördükleri işkence, orkların psikolojik limitlerini çoktan aşmıştı. Başlarda
birkaç savaşçı sinirlerine hâkim olamayıp isyan etmek istese de başlarına
gelenler grubun geri kalanı için büyük bir gözdağı oldu. Şefleri bu orkların
cesetlerini tanınamayacak hale getirdiğinde, emre itaatsizliğin bir seçenek
olmadığını anladılar.
”Elinizdeki
kayaları kafanızın üstüne kaldırın ve tutabildiğiniz kadar o şekilde
tutun.”
Nafız’ın
emriyle beraber bütün savaşçılar ellerinde kayalarla beklemeye başladılar. Bir
süre sonra savaşçılardan biri dayanamayarak yere düştüğünde, elindeki kayada
yanına yuvarlandı. Bundan sonra her geçen saatte, orklar birer birer zamana
yenik düştüler.
Güçlü
fizikleri çoğu ırka karşı üstünlük kurma olanağı verse de düşük zekâları ve
psikolojik dirençlerinin yetersiz olması orkların zayıf noktalarıydı. Bir
savaşta güç ne kadar önemliyse, zekâ ve sağlam bir psikoloji de o kadar
önemliydi.
Son
ork kaldığında, gün ışıkları yavaş yavaş kabilenin üstüne vurmaya başlıyordu.
Nafız, bu kadar süre irade gösteren orkun yanına geldiğinde bir sürprizle
karşılaştı. Bu kişi onu isim töreninde levazım bölümüne götüren ve Domuzkuyruk
‘un oğlu olan orktu.
”Baban levazım
şefi değil mi? Sen burada ne arıyorsun acaba koca oğlan?”
Nafız,
bu zamana kadar dayanan orkun limitlerini öğrenmek istiyordu. Cevap gelmediğini
görünce, dozajı bir miktar arttırdı.
”Sorularıma cevap
vermeme cesaretini göstermek için, bok toplayıcısı babana
mı güveniyorsun?”
Konuşursa
elindeki kayayı düşüreceği korkusu duyan orkun, sinirden dişleri birbirine
vurmaya başladı.
”Hayır! Efendim
ben savaşçı olmak isteyen bir orkum ve güvenim sadece kendi gücüme”
”İsmini söyle
bana, Ayıboğan’ın piçinin oğlu”
Nafız
kalabalığa bakarak bu lafları söylediğinde, talim alanı kahkaha sesleriyle
inledi.
”İsmim,
Küçükdomuzcuk efendim!”
Ayıboğan’ın
kendi ismini torununa taktırdığını gören Nafız, iyice çileden çıktı.
”Bu nostalji
rüzgârı, en sonunda beni kusturacak. Babanın bokçuların şefi olduğunu bilmek
yetmiyormuş gibi, şimdi de adını taşıdığın çapsız bir deden olduğunu
öğrendin. Sanırım, bunun siniriyle o kayayı hâlâ düşürmedin değil mi?
Nafız’ın
konuşmaları sürdükçe, tam bir gündür dinlenememiş savaşçıların keyfi yerine
gelmiş, kahkahaları bozkırı inletir olmuştu.
”Hayır, siz emir
vermediğiniz için bu kayayı indirmiyorum efendim!”
Küçükdomuzcuk
kalan gücüyle bağırarak konuşurken, Nafız’ın dudakları yukarı doğru kıvrılmaya
başladı.
Bir
anda bilekliklerinden iki kırbaç çıkıp, Küçükdomuzcuk ‘un vücudunda dans etmeye
başladı. Küçükdomuzcuk, kan vücudunun her yerinden fışkırırken elindeki kayayı
tutamayıp onla beraber yere düştü.
Nafız yerde kalan orku acımasızca
kırbaçlamaya devam ediyordu, bu sırada diğer savaşçıların gülüşmeleri kesildi
ve ortama bir ölüm sessizliği çöktü.
Yerde
ki orkun tüm vücudu kanla kaplandığı zaman, Nafız nihayet kamçılarını
bilekliklerine geri çekti. Kanla ıslanmış yüzünü hafifçe sildikten sonra,
savaşçılara dönerek
”Yerde ki orkun
görevi tamamlandı. İyileşmesi için şifacıların bölümüne götürün. Bundan sonra
adı Sangre olacak olan bu ork, benden sonra savaşçıların içinde en yetkili
kişidir. Gereken saygıyı gösterdiğinize emin olun” dedi.
Nafız’dan
gelen uyarıyla beraber savaşçılardan bir grup kanlar içinde yatan orku nazikçe
kaldırıp şifacıların bölümüne doğru yola koyulurken, olaylara şahit olan
orkların kafasında tek bir soru vardı; az önce burada ne oldu?
Bu
dünyada, asil soylar kanlarında bazı gizli yetenekler barındırıyordu.
Yetenekler birçok değişik nitelikte olabiliyorken, kullanıcısına göre gücü
farklılık gösteren bu yetenekleri sahibinden çalmanın hiçbir yolu yoktu.
Mora’nın
soyundan gelen yeteneği, diğer yeteneklerin içinde eşsiz olarak sayılabilecek
bir sınıftaydı.
İlk atasından sonra, onun kudretinde bir gücü kendisi hariç
kimse açığa çıkaramamıştı. Gençlik yıllarında Mora’nın yaşadığı büyük trajedi
aklına düşen Nafız, ”Belki de vasatlık
mutluluktur” diye düşünmeden edemedi.
Sabah
uyanır uyanmaz haberleri alan Domuzkuyruk, öfke içinde şefin çadırına doğru
yola koyuldu. Üstüne sıçramış kanları temizleyen Nafız’ı gören acılı baba,
kendini kaybederek saldırıya geçtiğinde aklında intikamdan başka düşünce yoktu.
Oğlu öldüresiye dövülmüş olan Levazım Bölümü Şefinin dünya umurunda değildi. Yediği
darbelerle yere düşse de kalkıp saldırmaya devam ediyordu.
Domuzkuyruk
‘un bağırışları içeride uyuyan Alyon’ un uyanmasına sebep olmuştu.
”Bu ne gürültü,
iki bölüm şefimin alıp veremediği nasıl bir şeydir ki kapımın önünde kavga
ederler”
Çadırından
çıkan Alyon, dışarıda kavga eden ikiliye çıkıştı.
”Şefim, bu cani
eğitim esnasında oğlumun canına kast etmiştir. Adaletinize sığınıyorum!”
Alyon
bir cevap almak istediğinde, eliyle o anlatsın işareti yaparken kendini
temizlemeye devam eden Nafız’ı gördü. Bu durum üzerine Domuzkuyruk duyduklarını
hızlıca anlatmaya başladı.
”Efendim, oğlum
eğitimin sonuna kadar dayanan tek kişiymiş. Yaşadığı onca aşağılanma ve duyduğu
hakaretlere rağmen, emir olmadan eğitimini bırakmayacağını belirtmiş”
Bir
nefeste anlatmaya başlayan Domuzkuyruk, kısa bir soluk alıp konuşmaya devam
etti
”Her şeyin
sonunda bu katil, elinde beliren kırbaçlarla oğlumu kendi kanında boğmaya
çalışmış”
Domuzkuyruk,
cümlesini bitirmeden şefin hayretle Nafız ‘a döndüğünü görünce, amacına
ulaştığını düşünerek sevinmeye başladı ama bu durum uzun sürmedi. Sevinci şefin
ona bağırmasıyla bozulan Domuzkuyruk, duyduğu sözler karşında donup kalacaktı.
”Çabuk, Nafız’ın
ayaklarına kapan ve af dile. Oğlun Kan Vaftizi ile kutsandı!’’
Şef
Alyon’dan isin aslını öğrenen Domuzkuyruk ne diyeceğini bilemiyor, yer yarılsa
da içine girsem diye düşünüyordu. Sabaha kadar talim sahasında kalmış Nafız’ın
ise tek düşündüğü dinlenmekti, bu gereksiz tantana hiç ilgisini çekmiyordu.
“Oğlunun iradesi
ve dik duruşu, bana çok eskilerden birini hatırlattı o kadar. Büyütülecek bir
şey olduğu yok, beni rahat bırak yeter’’
Nafız
bunları söylese de Alyon gerçekten neler olduğunu biliyordu. Kan vaftizi,
Nafız’ın soy yeteneğinin ikinci seviyesiydi. Bu teknik, uygulandığı kişide
rastgele bir yeteneğin uyanmasını sağlamak için kendi kan özünden kullanılması
gerektiriyordu.
Bu
durum, onların tanışmasını sağlayan bir hediye miydi, yoksa sonlarının
başlangıcı mıydı ikisi de bilemiyordu.
Levazım
bölümü, kabilenin dışına geniş ve derin hendekler açma işini bitirmişti.
Domuzkuyruk, açılan hendeklerin içine Yüce Dağ’dan gelen ağaçlardan yapılan
devasa kazıklar çaktırdı. Ağaçların dallarıyla kapatılan hendekler üstleri
toprakla örtüldüğünde, sanki hiç var olmamış gibi oldular. Alyon, son rötuşları
yapılan hendekleri görünce gayet memnun bir şekilde konuştu.
“Beklediğimden de
iyi olmuş. Sanırım senin hakkında yanlış bir karar vermemişim.’’
Aldığı
övgüyle gururu okşanan Domuzkuyruk, şu sıralar aklını kurcalayan önemli bir
soruyu şefe sormanın tam zamanı diye düşündü
“Şef Alyon,
tüccar geldikten sonra kabilenin bu toprakları terk edeceğini söylemiştiniz.
Bunca hazırlığı hangi amaçla yapıyoruz acaba?’’
Alyon
cevabı vermeden önce gözleriyle ufku taradı, yılların verdiği birikimi genç
öğrencisine aktaran bilge bir yaşlı edasıyla “Hırs ve açgözlülük rüzgârlarının kapına ne getireceğini asla
bilemezsin’’ dedi.
Bu
sırada, aldığı siparişi tamamlama telaşıyla koşuşturan Dimitri tüccarlık
hayatının en yoğun günlerini yaşıyordu. Kendisini işe o kadar kaptırmıştı ki
onu gölgelerden takip eden bir çift gözü fark edemedi. Çırağı Sasha başka
şehirlerden gelecek malların siparişi için posta ofisinin yolunu arşınlarken,
iki kişi de gözetim altında yaşadıklarının farkında değillerdi.
Şehrin
ortasında ki büyük şatonun geniş ve gösterişli salonunda, orta yaşlı, pis
sakallı bir adam yanında bulunan güzellerle eğleniyordu. Zevkin doruklarına
doğru tırmandığı dakikalarda kapı muhafızı birden bağırdı ve bu ses onun bütün
keyfini kaçırdı
“Efendim, ulak
önemli bilgiler getirdiğini söylüyor. Huzura çıkmak ister.’’
"Lanet olası
embesiller, size beni rahatsız etmemenizi söylemedim mi?’’
Efendisinden
gelen sözler karşısında korkan muhafız, hemen konuşmaya devam etti.
“Efendim, önemle
takip edilmesini buyurduğunuz konu hakkında olduğunu söylüyor!’’
Keyifle
âlem yapmaya devam eden adamın tavrı, son duyduklarıyla tamamen değişiverdi.
“Çabuk içeri
gönder, daha ne kadar bekleyeceksin seni salak!’’
Sesin
sahibi olan kişi, Nikonya Ticaret Kenti Lordu Godfrey ’den başkası değildi. Ork
stepleri dağınık bir biçimde kabile hayatı yaşayan canlılardan oluşsa da dört
ana bölgenin üçünde birer tane ticaret şehri bulunmaktaydı.
Bu
şehirleri bölgede hâkim güç olarak bulunan ork kabilesi değil, ana ork kabilesi
tarafından kabul edilmiş şehir lordları yönetirdi. Kurak çöl bölgesinde bulunan
bu şehrin lordu, özellikle dengesiz hareketleri ve acımasız kişiliğiyle
tanınıyordu.
İçeri
giren ulak, kucağında bir afetle beraber tahtında oturan lorda haberleri
iletmeye başladı.
“Lordum, bir
süredir takip ettiğimiz tüccar posta ofisinden yeni siparişleri için birkaç
mekanik güvercin daha yolladı.’’
Haberciyi
dikkatle dinleyen Godfrey, “Mesajların
içeriklerini kayıt altına aldınız mı?’’ dedi.
“Evet efendim, bu
siparişini oluşturan kalemlerde diğer satın aldığı malzemeler gibi kıtada
bulunmayan veya özel gereklilikler isteyen parçalardı. Siparişin bir kopyasını
size takdim etmek isterim.’’
Godfrey
haberciden rulo halindeki kâğıdı alıp okumaya başladıktan sonra eliyle dışarı
çık işareti yaptı. İki büklüm şekilde huzuru terk eden habercinin ayak sesleri
duyulurken, lordun sağ kolu Gulag kapıdan içeriye girdi.
“Hemen
Kızılkuyruk’u bul ve gerekeni yapmasını söyle’’
Lordun
emri karşısında kafasını eğerek selam veren Gulag, bakışlarını etraftaki
kızlara çevirdi. Sağ kolunun bakışlarından niyetini anlayan
Godfrey sırıtarak konuştu.
“Tamam, ulakla
beraber bunları da o rahatsız deneylerin için kullanabilirsin’’
“Nezaketi için
lorda çok teşekkür ederim’’
Taht
odasında ki işi biten Gulag, kapıdan çıkarken nöbetçinin kulağına fısıldadı.
“İçerdeki kızları
hemen özel zindanıma götürün. Umarım yolda başlarına bir iş gelmez, yoksa yeni
deneylerimde malzeme olarak sizi kullanmak zorunda kalırım.’’
Gulag,
lordun sağ kolu olarak şehri yönetmesinin dışında, çılgın ve vahşi deneyler
yapan bir bilim adamı olarak tanınıyordu. Lorda karşı çıkmak isteyen herkesin
sonunun Gulag’ın ellerinde acılar içinde ölmek olduğu, şehirde yaşayan tüm
insanların zihinlerine kazınmıştı.
Nikonya’
da hayat akarken, siparişlerinin ellerine ulaşmasını bekleyen Dimitri ve çırağı
da ucuz bir handa yemek yemekteydiler.
“Şu iş bitince
artık böyle köhne yerlerde konaklamamıza gerek kalmayacak. Lüks yerlerde
yaşayacak paramız olacak bizimde.’’
İçtiği
şarabın etkisiyle Sasha’nın dilinin bağı çözülmeye başlıyordu.
“Aptal çocuk,
işimizi kimsenin dikkatini çekmeden bitirmemiz lazım. Haydut çetelerinin her
yerde ajanları bulunabilir, ağzından çıkanları kulağın duysun!’’
Çırağının
boşboğazlık yapması Dimitri’yi çok kızdırdı. Dışarıya karşı belli etmemeye çok
özen gösterse de onun da içinde kelebekler uçuşuyordu. Bunun nedeni, Minotaur
boynuzlarını ve toynaklarını açık arttırma için Altınşehir’e ulaştırabilirse
sağlayacağı faydaydı. Yaratığın başına konan ödülü almakla beraber, birinci
sınıf tüccarlığa yükseleceğini gayet iyi biliyordu.
Ticaret
yollarını koruyan paralı askerler sayesinde, başka kıtalardan sipariş edilen
mallar bir sıkıntı olmadan ellerine ulaştı. Belirlenen vaktin yaklaştığını
gören Dimitri yükleri vagonlara doldurup, dört gündönümü sürecek yolculuğu için
şehrin kapılarından çıkmak üzereydi.
“Bugünlerde ork
kabileleri çok karışık, isterseniz bir süre daha şehirde konaklayabilirsiniz!’’
Şehir
vergisini ödemek için durdukları kapıdaki nöbetçi subayının söylediği bu
sözleri, yakın çevrede senelerdir ticaret yapan Dimitri ilk defa duyuyordu.
“Teşekkürler
efendim, dikkatli olmaya çalışacağız.’’
Kibarca
cevap verip kapıdan çıkan tüccarın içine bir kurt düştüğünde, yanındaki sarı
saçlı gencin kulağına fısıldadı.
“Sasha, bütün
gözetim cihazlarını aktif et. Sihirli taşları kullanarak en yakın paralı asker
karargâhına görüntü aktarımı başlat. Sistemi her an savunma moduna girecekmiş
gibi hazırla’’
Normal
zamanlarda en fazla iki adet gözetim cihazını aktifleştiren Dimitri, kabileye
kadar olan yolda başına gelebilecek herhangi bir olayın önüne geçmek için bütün
önlemleri devreye soktu.
Bu
rağmen, Nikonya’dan kabileye doğru ilerlerken uzak bir tepedeki bazı karaltılar
onu gözetliyordu.
Bu karaltıların içinde, uzun boylu bir insan diğerlerine
nazaran çok daha dikkat çekiyordu. Kızıl sakalları göbeğine kadar uzanan,
kafasındaki saçlar kazınmış bu kişi, ağzından salyalar akıtarak konuştu.
“Avımız tuzağa
çekildi! Mesafenizi koruyun! Varacağı yere kadar kimse bir hareket
yapmayacak!’’
Tüccarın
varış noktası olan kabilede de son zamanlarda sadece birkaç kişinin bildiği
garip hadiseler olmuştu. Kan vaftizini gerçekleştiren Nafız, o günden beri
çadırında bilinçsiz bir şekilde yatıyordu.
Öteki
taraftan, yaşadığı dehşet verici olaydan iki gün sonra çadırında uyanan Sangre,
kendini bambaşka bir varlık olarak hissediyordu.
Üzerindeki şaşkınlığı atmadan
talim sahasına doğru yola çıktığında, kendisi hakkında birçok şeyin değiştiğini
keşfetti.
Daha
önce göremediği kadar uzak mesafeleri rahatlıkla görüyor, yerde sürünen
solucanın sesine kadar kabiledeki en ufak fısıltıları bile duyabiliyordu.
Rüzgârın teninin üzerinden kayarken aldığı biçimi hissetmesi, tüylerini diken
diken ediyordu.
Talim
sahasına varan Sangre’ nin gözleri, başına gelenlerin nedenini sormak için
Nafız’ı aradı. Onu bulamayan Sangre, talimin direkt şef tarafından
yaptırıldığını görünce çok şaşırdı. Bir süre bekleyip, birlik su molası verince
aceleyle savaşçıların yanına koştu.
Dinlenmek
için yere yatan orklar, kendilerine doğru gelen kişiyi görünce aceleyle ayağa
fırladılar.
“Hoş geldiniz,
küçük şef!’’
Duydukları
karşısında aptallaşan Sangre heyecanla sordu.
“Şef Nafız
nerede? Onunla görüşmem gerek bazı şeyler var?’’
"Üç gün dönümü
önce sizi yardımcı şef yaptıktan sonra kimse onu görmedi efendim.’’
Orklar
çok kısa bir süre eğitim almış olmalarına rağmen, disiplin konusunda büyük bir
mesafe kat ettiler. Bu hususta Nafız’ın sıra dışı uygulamaları, yeni koşullara
adapte olmaları için epey katkı sağlamıştı.
“Şef muhakkak
biliyordur, gidip kendisine sormam lazım!’’
Sangre
konuşmasını bitirdiği sırada, bir el şiddetle omuzuna vurdu.
“Sorularını
aklında tut, efendini gördüğünde kendisine sorarsın.’’
Elin
sahibini gören orklar, hep bir ağızdan yüksek sesle bağırdılar.
“Şef!’’
“Bu kadar
aylaklık yeter! Herkes bir silah alsın, hedeflerle çalışacaksınız!’’
Şeflerinin
emrini duyan Sangre’ nin de dâhil olduğu orklar, silahlarını alıp talime geri
döndüler. Teslimat gününe çok az bir zaman kala, savaşçı orklar takımlar
halinde çalışmaya başladılar. Alyon, savaşçıları onluk sistemi temel alarak
yeniden organize etti. Sayıları avcı orkların da katılmasıyla bini bulan
savaşçılar, Domuzkuyruk komutanlığında manevra, saldırı ve savunma taktiklerini
tatbik ediyorlardı.
Selefinin
gücünün onda birine sahip olmadan ikinci seviye bir tekniği uygulayan Nafız’ın
bilinci hâlâ yerine gelmedi. Kan özünden bir miktar kaybetmek, vücudu üzerinde
büyük bir yıkım gerçekleştirdi.
Dimitri
ise uzaktan ork kabilesini gördüğünde, yolculuk boyunca taşıdığı korkuyu
nihayet üzerinden atıyordu. Sürekli görüntü göndermek, onu epey zarara
uğratmıştı.
Kâr zarar hesabı yaparken, kabilenin bulunduğu yamacın eteklerinin
tahta çitlerle çevrildiğini gördü.
Ellerinde
baltalarıyla iki ork savaşçısı onlara doğru yürürken, lokomotifini durduran
Dimitri‘nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
“Bay tüccar,
lütfen bizi takip edin!’’
İki
ork savaşçısının kendisine hitabı, şaşkın olan tüccarı iyice şaşkınlığa
uğrattı. Daha bir ay önce, oraya buraya sıçan, doğru düzgün konuşamayan orklara
bu kısa sürede ne olmuştu?
Vagonlarıyla
beraber kabileye giren tüccar, esas sürprizin kendisini içeride beklediğinden
haberdar değildi. Girişte bulunan levazım çadırları gitmiş, yerine tahta ve
metal kalkanlarla yapılan mevziler gelmişti. Bu mevzilerde, eğitimde olmayan
savaşçılar tam teçhizat nöbette bekliyorlardı.
“Sasha, burasının
daha önce geldiğimiz kabile olduğuna emin misin?”
Dimitri
seslenmek için kendisine döndüğünde, Sasha aptal gözlerle etrafına bakıyordu.
“Efendim,
inanılır gibi değil! Sanki ana ork kabilesine girmiş gibiyiz!’’
Birkaç
sefer ticaret için ana kabileye gittiklerinde, Sasha bazı izlenimler edinmişti.
İnanmak istemese de bu küçük kabiledeki havanın ana kabileden daha sert
olduğunu hissediyordu.
Yamacın
yarısını bir takım asker eşliğinde tırmandıktan sonra kendilerini Domuzkuyruk’
un karşıladığını gördüler. Bir önceki gelişlerinde şefin çadırının önünde yine
aynı ork onları karşılamıştı. O gün cüret ettikleri sözleri bu seferde sarf
etmek tüccarların aklına bile gelmiyordu.
“Kabilemize hoş
geldiniz! Levazım bölümü şefi Domuzkuyruk sizi selamlar!’’
Daha
önce yüzüne bakmadıkları bu orku selamlamak için tüccar ve çırağı aceleyle
lokomotiflerinden aşağı indiler.
“Ben, gezgin
tüccar Dimitri ve yardımcım Sasha‘ da bölüm şefine saygılarını sunar!’’
Tüccardan
gelen övgü karşısında aptala dönen Domuzkuyruk, vaziyeti belli etmeden
sözlerine devam etti.
“Vagonlarınızda
bulunan yüklerin sayılması ve kontrol edilmesi için sizi levazım bölümüne davet
ediyorum. İşlemler bitince, şefimiz sizi çadırında kabul edecek!’’
Tüccar
yüklerini boşaltmakla meşgulken, yarım günlük mesafede bir çadırın içinde
hararetli konular konuşuluyordu.
“Şef, tüccar
kabileye giriş yaptı. Tahmin ettiğimiz gibi kabilede değişik olaylar
yaşanıyor.’’
Bir
gözcü, Kızılfırtına haydut grubunun şefi Kızılkuyruk’ a raporunu veriyordu.
“Ne gibi
değişiklikler var kabilede, biraz daha detay ver bana!’’
Gözcünün
raporu, Kızılkuyruk’ un merakını cezbetti.
“Şefim, kabile
etrafına kazıklardan bir çit yapılmış, tepenin yamacına da çeşitli mevziler
hazırlanmış. Çevrede devriye gezen savaşçılar olduğu için daha fazla gözlem
yapamadım.
Önünde
ki hayvanın budunu kopararak ayıran haydut, kahkahalara boğuldu.
“Bu sefil orklar
gerçekten bir şeyler bulmuş olmalı. Yaptıkları bu basit engellerle, benim
Kızılfırtına’ mı durdurabileceklerini sanacak kadar da aptallar. Herkes
hazırlansın, yola çıkıyoruz!’’
Emri
veren haydut, elindeki buttan koca bir ısırık alırken keyiften dört köşeydi. Bu
şapşal orklar bu kadar gayret gösterdiyseler, ellerindeki şey kesinlikle çok
değerli olmalıydı diye düşünüyordu.
Bu
sırada, malzemelerinin sayımı sona erdiğinden tüccar ve yardımcısı şefin
çadırına girdiler. Nöbetçilerin açtığı deri kapıdan içeri girdiklerinde,
Dimitri ve Sasha tek dizlerinin üzerine çöküp selamlarını verdiler.
“Büyük Ork Şefi
Alyon’ u saygı ile selamlarız!’’
Sözlerini
bitiren Sasha etrafını incelediğinde, dişi orkun çadırda olmadığını görerek
rahat bir nefes aldı.
Kurt
tüccar Dimitri, bir yandan selam verirken bir yandan da çadırın içini
tarıyordu. Şefin kuşandığı zırhı gördüğü zaman, bakışlarını uzun süre üzerinden
ayıramadı. Komple vücudu saran, mat siyah zırh tüccarın aklını almış gibiydi.
“Zırhım epey
ilginizi çekti sanırım Bay Dimitri?’’
Alyon
yüzünde bir gülümsemeyle gözleri zırhına kitlenmiş tüccara seslendi.
Şeften
gelen sözler karşında rüyadan uyanan Dimitri konuşmaya başladı.
“Efendim,
zırhınızın adeta bütün renkleri esaret altına alan bir yapısı var. Ne kadar
denersem deneyim, gözlerimi üzerinden almam mümkün olmuyor. Zırhın ticareti ile
ilgili herhangi bir düşünceniz varsa, yardımcı olmaktan onur duyarım.’’
“Sevgili dostum,
bu zırh bana çok saygı duyduğum bir kişi tarafından önemli bir amaçla verildi.
Zırhımı alabilecek birinin bu dünyada yaşıyor olabileceğini düşünmüyorum, hatta
ölüm bile benden zırhımı alamaz!’’
Şef
gülerek başladığı konuşmasını bitirdiğinde, Dimitri ruhunun vücudunu terk etmek
istediğini hissediyordu. Bir anda yanından gelen sese döndüğündeyse, Sasha’nın
bayılmış olduğunu gördü.
”Sanırım,
genç dostum saldığım enerjiye dayanamadı. Lütfen endişelenmeyin, biraz sonra
kendine gelir. Ödemenizi almak için buyurun lütfen’’
Suratında
tekrardan koca bir gülümsemeyle konuşan ork şefi, tüccarın aklını aldı.
Dimitri, yardımcısı baygın yatarken hazinesinin bulunduğu sandığa doğru
yürümeye başladı. Sandığı açtığında, boynuz ve toynak ile beraber Minotaur’un
kürkünün de içinde olduğunu gördü. Tüccarın yüzündeki şaşkın ifadeyi gören
Alyon, lafa girdi.
“Asıl anlaşmamız
boynuz ve toynaklar üzerineydi fakat özverili çalışmanız için bir hediye
vermeyi düşündük. Bu kürkü, ileride daha da gelişecek olan ticari dostluğumuzun
bir nişanı olarak düşünün’’
Dimitri
ne diyeceğini bilemiyordu. Bu kişi, uzun yıllardır ticaret yaptığı vahşi ve
aptal orklardan biri miydi? Sandığın kapağını kapatan Dimitri, şefin karşısında
saygıyla eğilerek konuşmaya başladı.
“Şef Alyon, bugün
uzun yıllar sürecek ticaretimizin ilk tohumunu atmış bulunduk. Levazım bölümüne
teslim ettiğim mekanik güvercinlerle, nerede olursanız olun bana haber
yollayabilirsiniz.’’
İki
tarafta, bu ticari bağlantıyı oluşturdukları için çok mutluydular. Alyon, miras
aldıkları bilinç ve ekipmanlar sayesinde çok güçlendiklerini kabul etse de
kendilerini açığa çıkarmadan gerekli malzemeleri elde etmenin imkânsız olduğu
biliyordu.
Öteki
taraftan Dimitri, ilk ticaretlerinde kendisine bu kadar fayda sağlayan
kişilerin gelecekteki hareketlerini merakla beklemekteydi.
“Şef Alyon, yola
koyulmak için izninizi istiyorum!’’
Dimitri,
elindeki malları Altınşehir’ e götürmek için sabırsızlanıyordu.
“Acelen ne tüccar
dostum, henüz yardımcın bile kendine gelmedi. Aramızdaki bu güzel anlaşmayı
kutlamalıyız hem sizin için insan stili yemek bile yaptırdım’’
Yerde
yatan yardımcısına bakan Dimitri, başka seçeneği olmadığını görerek şefin
teklifini kabul etti. Şefin çadırının içinde kurulan sofrada Alyon ve
Dimitri’nin yanı sıra, levazım ve savaşçı bölüm şefleri de oturmaktaydı.
Levazım bölümü şefi Domuzkuyruk’ un yanında, savaşçıları temsilen Sangre
bulunuyordu. Yemek keyifli sohbetlerle sürerken, dışarıdan gelen bir bağırma
ortamın içine bomba gibi düştü.
“Aptal orklar, Kızılfırtına
kardeşliği kabilenizi kuşatmış durumda. Elinizdeki değerli mallar ve tüccarı
teslim edin, biz de sefil canlarınızı bağışlayalım!"
Duydukları
üzerine, Sangre yavaşça ayağa kalkarak “Şefim,
beklediğimiz düşmanlar kabilemize ulaştı. Emirlerinizi bekliyorum!’’ dedi.
“Gözcülerin
getirdiği bilgiler nelerdir?’’
Alyon
oturduğu yerden konuştu.
“Şefim, düşman
yaklaşık üç bin kişilik bir kuvvetten oluşuyor. Birkaç mekanik alet dışında, silah
durumları bizimkiyle aynı!’’
Alyon
bir süre düşündükten sonra baba oğula dönerek emrini verdi.
“Bu savaş, sizin
için güzel bir test olacak. Ben misafirimle ilgilenirken, siz de kapımıza gelen
bu haydutların icabına bakacaksınız. Tek bir kişi bile sağ kalmayacak şekilde
düşmanı yok edin!’’
“Emredersiniz!’’
Kulakları
sağır edecek bir sesle selamlarını veren baba oğul çadırdan dışarı çıktılar. Tüccarın
beyazlaşan yüzünün aksine Alyon heyecandan kızarmış gibiydi, yavaş yavaş
kendine gelen Sasha’ ya bakarak konuşmaya başladı
“Dimitri, genç
arkadaşımızı da alıp gösterinin keyfini çıkarmaya ne dersin?’’
Alyon
misafirleriyle beraber çadırın dışına çıktığında, kabile savaş vaziyeti almış
bir haldeydi. Haydutların sözcüsü son uyasını yapmak için tekrar bağırırken,
kendileri için hazırlanmış yerlere oturdular.
”Bu size son
uyarım! Silahlarınızı atın ve diz çökün, yoksa kabilenizdeki tüm orkların
cesetlerini delik deşik ederiz!”
Haydutların
tehditleri nedeniyle ürken Dimitri, Şef Alyon’a bir teklifte bulundu.
”Şef, izin verin
bu haydutlarla ben konuşayım. Loncamız paralı askerlerin koruması altındadır,
bu olayı büyümeden önleyebilirim.”
Alyon,
Dimitri’nin önerisi üzerine hiç konuşmadı, eli ile buyur işareti yaparak
sahneyi ona bıraktı.
”Kızılfırtına’nın
sözcüsü, ben Altın Yaprak Ticaret Loncasından tüccar Dimitri. Bu kabilede,
ticari bir anlaşma yapmak için bulunmaktayım. Benim başıma bir şey gelirse, bu
işten yakanızı kurtaramayacağınızı bilmiyor musunuz?”
Dimitri
sözlerini tamamladığında, haydutlardan korkması için bir neden kalmadığını
düşünüyordu. Haydut grupları gezgin yolcuları sıklıkla soysalar da iş
tüccarlara gelince bu zamana kadar çok az kişi buna cesaret edebilmişti. Bu
cesur kişilerin uğradığı son, tüm ailelerinin üçüncü dereceden akrabaları da
dâhil olmak üzere katledilmesi olmuştu.
”Sayın tüccar, bu
mesele ork kabilesi ve kardeşliğimiz arasında ki bir sıkıntı. Sizin burada
bulunmanız, tamamen öngörülmemiş bir talihsizlik.”
Konuşmasına
ara veren sözcü, sanki aniden bir şey hatırlamış gibi yaparak devam etti.
”Yanlış
hatırlamıyorsam, Nikonya’dan çıkarken size ork kabilelerinin bu sıralar
tekinsiz olduğunu söylemişlerdi. İzlediğim görüntülerde, bu uyarıyı pek dikkate
almadığınız belli oluyordu!”
Dimitri
duydukları karşısında şoka uğradı. Haydutların şehir muhafızları arasına casus
sokabileceklerini hiç düşünmemişti. İşin kötüsü, bu haydutların elinde
kendisinin uyarıldığına dair kanıt vardı. Loncasının bu şartlar altında, ikinci
sınıf bir tüccar için kılını kıpırdatmayacağını gayet iyi biliyordu.
Kısa
bir sürede ihtimalleri gözden geçiren Dimitri, Şef Alyon’a dönerek ”Büyük şef, lokomotifim iki kişi daha
alabilir. Siz ve yanınızdaki dişi orkla beraber, savunma modunda kuşatmayı
yarabiliriz” dedi.
Alyon
yerinden kalkarak Dimitri’nin yanına doğru yürüdü. Korkudan sararmış olan
tüccarın omzuna eliyle vurarak, sakinleşmesi için bir kap su uzattı.
”Sevgili dostum,
sakin olun. Burada malınız ve canınız, tamamen benim güvencem altındadır. Gelin
yerinize oturun, görecekleriniz epey ilginizi çekecek, buna eminim!”
Şefin
rahat tavırları, tüccarın asabını biraz daha bozulmasına neden oldu.
”Şef Alyon, bu
haydutların şehir muhafızları içinde casusları var. Ölürsek, kimse olanların
hesabını sormayacak. En hızlı şekilde buradan kaçmak zorundayız”
Dimitri
soğuk terler dökerken, Alyon gün boyu takındığı tavrın aksine suratında çok
sert bir ifadeyle konuşmaya başladı.
”Bana kalırsa,
durum düşündüğünüzden daha da ciddi olabilir değerli dostum. Uzun yıllardır
ticaret yaptığınız bu bozkırlarda, orkların gerçek bir savaşına tanık
olmadığınızı farz ediyorum. Lütfen sakin olun ve az sonra olacak olayları dört
gözle izleyin”
Şefin
son derece ciddi şekilde konuşması tüccarı kendine getirdi. İşler öngörüldüğü
gibi gitmezse kaçabileceğinin güvencesiyle, yardımcısı Sasha’nın yanındaki
yerine oturdu. Bu sırada haydutların sözcüsü bir cevap alamadığı için öfkelendi
ve kendinden geçerek konuştu.
”Son sözünüzün
hayır olduğunu kabul ediyorum, bugün burada bir tanenizi sağ
bırakmayacağız.”
Sözcünün
konuşması bitmeden, ıslık çalan bir ok boğazına saplandı.
”Bir avuç haydut,
hangi cüretle kabilemizi tehdit edebilir! Cesaretiniz varsa konuşmayı bırakın
ve ölümünüze gelin”
Yayını
havaya kaldıran Sangre, öfkeyle kükredi. Konuşmasının bitimine savaşçıların
haykırışları eşlik ederken, yer gök sallanıyordu. Sangre, kan vaftizinden sonra
duyularının kazandığı eşsiz hassaslığı keşfedince, kendini okçuluk konusunda
eğitmeye karar verdi. Şu andaki yeteneği, üç yüz gez mesafeden uçan kuşu
gözünden vurabilecek bir düzeydeydi.
Kızılkuyruk,
sözcünün öldürüldüğünü görünce iyice keyfe geldi. Artık kimse bana hesap soracak durumda değil, elimde intikam için çok
güçlü bir neden var. Kafasının içinde yankılanan düşünce tam olarak buydu.
”Kardeşlerim,
bugün oluk oluk kan akıtma günüdür. Bu vahşi yaratıkların sefil canlarını alma
zamanıdır! Saldırın!”
Haydut
grubunun içinden bin kişilik bir kuvvet, ork kabilesine doğru vahşice saldırıya
geçti. Haydutlar arasında değerli ganimetleri şef ve yakın tayfası alsa da ilk
hücum edenlerde birkaç şeyi yağmalayabiliyordu. Bu nedenle, saldırının ilk
dalgası epey kalabalık oldu.
Basit
bir tahta çitin arkasında, üstlerine doğru çılgınca hücum eden düşmanla karşı
karşıya kalan orklar oldukça sakinlerdi. Kimse bu durumu sorgulamadı ta ki çite
on adım mesafe kala haydutlar bastıkları zeminin ayaklarının altından
kaybolduğunu görene kadar.
İlk
dalganın önünde koşan haydutlar, bu savaşın en talihsiz kişileri olacaktı.
Hendeğe düştüklerinde, içinde bulunan kazıklara saplanan bu kişiler o anda
ölmedilerse bile hızını alamayıp üstlerine düşenler yüzünden acı içinde can
vereceklerdi.
Amansızca
akın eden haydutlar yollarının derin bir çukurla kapandığını görene kadar,
hendekler yarıya kadar doldu. Derin çukurların içinde mahsur kalan haydutlar
birbirlerinin üstüne basarak dışarı çıkmaya çalışırken, Domuzkuyruk emrini
verdi
”Saldırın!
Hendeklerin içini doldurun!”
Emri
duyan savunmanın ön sırasındaki orkların bir kısmı, çitleri sökerek hendeğin
içinde bulunan sağ kalanların üstüne kazık yağmuru başlattı. Üstün fiziki
güçleriyle orklar, kalın ağaç gövdelerini hafif bir ciridi atar gibi
savuruyorlardı.
Yukarıdan
gelen saldırıyla birçok haydut ölürken, bir kısmı hendeğin ork kabilesine yakın
duvarına yapışarak kazıklardan kurtuldular.
Bu zeki haydutlar paçayı kurtardık
diye düşünürken, beyinlerine vuran sıcaklıkla çığlıklar atmaya başladılar.
Alyon,
vahşi yaratıkların iç organlarının ve ağaç reçinelerinin büyük kazanlarda
kaynatılmasını emretmişti. Saldırı sırasında çitlerin arkasında saklanan bu
kazanlar, içlerindeki kaynar sıvı karışımıyla hendekteki sağ kalan haydutlara
erken cehennemi yaşatıyordu.
”Savaşçılar,
savunma pozisyonu al! Okçular atış serbest!”
Domuzkuyruk,
önlerindeki savunma çitleri yok olan savaşçılara kalkanlarını kaldırıp bir
duvar oluşturmalarını emretti. Bu duvarın arkasında kalan okçu birliği,
güvenlikleri için endişeleri olmadan hendeğe düşmemiş ilk dalga haydutlarına
ölüm yağdırmaya başladı.
” Kabilemize
saldırmaya cüret eden bu maymun sürüsüne merhamet göstermeyin! Her attığınız
okun bir can aldığını görmek istiyorum!”
Sergilediği
üstün yetenekleriyle Sangre, okçu birliğine önderlik ediyordu. Birliğini
yüreklendirdiği konuşma sonrası, yayına taktığı üç okla saldırıya başladı. Okçu
birliği henüz bir ay eğitim almış kişilerden oluşsa da önlerindeki şaşkınlık
içinde koşuşturan kalabalık onlar için bile çok kolay bir hedefti.
Yaşadıkları
şok karşısında geriye doğru kaçmaya başlayanlar sırtlarını okçulara açarak
canlarını verdiklerinde, haydutların ilk saldırı dalgası son adamına kadar
öldürüldü. Şefin çadırının önündeki hâkim bir noktadan tüm olanları izleyen
Dimitri, yaşananlar karşısında çok şaşkındı.
”Şef Alyon, bu
kadar hazırlığı bir ayda tamamlamanız gerçekten inanılmaz fakat böyle bir
olayın gerçekleşeceğini nasıl tahmin edebildiniz?”
Tüccar
şefe aklındaki soruyu sorduğunda, Sasha’ da cevabı dört gözle bekliyordu.
”Dimitri, bu
bölge Ork Stepleri'nde ki en ücra nokta ve sen buraya ticaret için düzenli bir
şekilde geliyorsun. Bu iki kıstasa dayanarak, senin en fazla ikinci seviye bir
tüccar olduğunu söyleyebilirim”
Alyon
sözlerini tamamlayınca, Dimitri ile göz göze geldi. Tüccarın söylediğini
doğrular bir şekilde kafasını salladığını görünce, sözlerine devam etti.
”Sana verdiğimiz
listede, bu bölgede nadir bulunan veya bu bölgedekilerin adını bile duymadığı
malzemeler vardı. İkinci sınıf bir tüccarın böylesine malzemeleri satın alması
ve sipariş vermesi, tahmin ediyorum ki birçok kişinin dikkatini çekmiştir.”
Dimitri
siparişleri tedarik ederken ne kadar dikkatli davranırsa davransın, siparişin
kendisinden dolayı dikkat çekmemesinin imkânsız olduğunu anladı. Bu haydutlar,
tüm süre boyunca onu takip etmiş olmalıydılar. Dimitri geriye dönüp olayların
muhasebesini yaparken, kabile mekanik araçların çıkardığı gürültüye dikkat
kesilmek zorunda kaldı.
İki makine, savunma durumundaki savaşçıların bakışları arasında hendeğin
yanına doğru hareket etti.
Makineler yaklaşırken, Dimitri dikkatini onların
üzerlerinden bir saniye bile ayırmadı. Mekanik aletler hendeğin yanına
ulaşınca, tüccar tam olarak tiplerini seçmeyi başardı.
Sevinçle ”İkmal tipi mekanik alet bunlar!” diye
bağırdı.
Bu
dünyada bulunan savaş mekanikleri üç çeşide ayrılıyordu. Saldırı, savunma ve
ikmal tipi olarak savaşlarda hizmet veren bu aletler, amacına göre bin
savaşçılık bir katkı sağlıyorlardı. Hendeğin yanına gelen makinalar, çukurun
karşı tarafına metal ayaklarını fırlattı. Bir ayaklarını da bulundukları yere
sabitleyen bu aletler, hendeğin üstünde haydutların geçebileceği iki köprü
oluşturdular.
Köprülerin
oluşmasının ardından, ork savaşçılarının içinde bir panik baş gösterdi.
Kalkanları ellerinde sağa sola kaçışmaya başlayan orkları gören Kızılkuyruk,
küçümser bir tonda kahkahayı bastı.
”Bir avuç vahşi
yaratık, şunların haline bak. Yaptıkları o çukurlar sonsuza kadar onları
koruyacak sanıyorlardı herhâlde, ikinci grubu yolla çabuk!”
Kızılkuyruk,
dağılmış düşmanı tek hamlede bitirmek amacıyla bin kişilik bir grubu daha
kurulmuş köprülerin üstünden kabilenin içine yolladı. Bunca savaştan edindiği
tecrübe sonucu, şu anda düşmanı ezmek için mükemmel bir fırsat görmüştü.
Haydutlar
kabilenin içine girmeye başlayınca, Sasha tüccarın kulağına ”Usta, artık buradan ayrılmamızın zamanı gelmedi mi?” diye
fısıldadı.
Çırağının
kaygılarını paylaşan Dimitri, ayrılma istediğini Alyon’ a iletti.
”Şef Alyon,
planınız haydut grubunun üçte birini yok etse de hâlâ sizden iki kat fazla
savaşçıları var ve kabileye girmiş bulunuyorlar. Lütfen bizimle beraber gelin!”
”Dimitri,
görüyorum ki hala bu haydutların sadece bizim için burada olduklarını
sanıyorsun.”
Tüccarın
ısrarlarından bunalan Alyon, her şeyi anlatmaya başladı.
”Haydutlar sizi
yarım gün uzaktan takip ederken, benim gözcülerim de onları izliyordu. Savaşçı
sayıları ve ellerindeki mekanik aletlerin niteliklerinden de çok önceden
haberdardık. İkmal tipi makineleriyle bizim hendeklerimizi geçeceklerini
bildiğim gibi, tepenin arkasında saklanan savunma tipi makineyle da sizi durdurabileceklerini
biliyordum.”
Çadıra
girdiklerinden beri olan olaylar, tamamen onların erkenden ayrılmaması için
planlanmıştı. Sasha’nın bayılması ve kendisi adına hazırlanan ziyafet sayesinde
haydutların tuzağına düşmekten kurtulduğunu yeni anlıyordu. Dimitri büyük
utanç içinde konuştu.
”Şef Alyon, asil
davranışlarınız karşısında ne diyebileceğimi bilemiyorum. İçten özürlerimi
kabul edin lütfen.”
”Bunlar
konuşulmaya değmeyecek konular, biz önümüzdeki iş ilişkimize odaklanalım.”
Alyon
sözlerini bitirdiğinde, Domuzkuyruk’a eliyle yumruk işareti yaptı. Mekanik
köprülerden son kalan haydutlar da geçerken, Domuzkuyruk ork savaşçılarına
bağırdı.
”Kalkanlar
yukarı, koridor oluştur”
Sağa
sola kaçışan orklar emri duydukları anda toplanarak, mekanik köprülerin sağı ve
soluna kalkanlardan birer duvar ördüler. Duvarların tamamlanmasıyla beraber,
şefin yakınında bulunan dört çadırın deri kısımları yırtılarak içlerinde
bulunan devasa sapanlar açığa çıkarıldı.
”Hedef mekanik
aletler! Atış serbest!”
Bir
anda ortaya çıkan sapanlar, yaklaşık üç ork boyundaydı. Bir sapla yere çakılan
bu sapanların üst kısmı, büyük bir tabanın yanlarından yükselen iki uzun kenar
şeklindeydi. Vahşi yaratıkların derileri ve tendonlarından yapılan lastik
kısmının ucunda, devasa kayalar mevcuttu.
Dört
sapandan aynı anda yapılan atışların hedefi köprü görevi gören makinalardı.
Altı orkun gerdiği sapanlardan atılan kayalar sonucu, mekanik köprülerin
ayakları ağır hasarlar aldılar. Ayakları kırılan köprüler büyük bir gürültüyle
yıkılırken, iki kalkan duvarı arasında kalan bin kadar haydut şaşkınlık
içindeydi.
”Sapanlar,
gerçekten beklediğimden kullanışlı oldu. Yapıldıkları malzemenin daha kaliteli
olmaması ne üzücü, sadece bir atıştan sonra kullanılamayacak hale geliyorlar.”
Alyon,
tüccar ve çırağına sapanları nasıl yaptıklarını anlatmaya başlamışken, kalkan
duvarlarının arkasındaki okçular haydutlara ölüm yağdırıyorlardı.
Kızılkuyruk
orkların korku içinde dağıldıklarını gözleriyle görmüştü ve ikinci grubu
gönderirken zaferinin kesin olduğunu düşünüyordu. Tahminlerinin dışında gelişen
olaylar yüzünden adamlarının teker teker öldüğüne şahit olunca, hendeklerin
yanına kadar gelerek bağırdı.
”Neyi
bekliyorsunuz, salaklar? İleri hücum etmeye devam edin. Tepedeki ork ve
tüccarın kellesini bana getireni, sağ kolum yapacağım.”
Gönderdiği
ilk dalga askerler kendisine yeni katılmış veya her zaman feda edebileceği
kadar yeteneksiz kişilerdi fakat bu ikinci grup, uzun senelerdir onunla beraber
savaşmış tecrübeli savaşçılardan oluşuyordu. Bir tanesinin kaybı bile toplam
savaş gücünün zayıflaması anlamına geliyordu.
Geriye
dönüş yolları yıkılmış, yanlardan gelen oklarla ölüm tehlikesi yaşayan
haydutlar, şefin çadırına doğru hücuma başladılar. Şeflerinin vaat ettiği
mevkii, savaş ateşlerini en yüksek dereceye çıkardı. İlginç olan, hiçbir yere
kaçamasalar da önlerinde ki çadırlar hariç tepeye kadar gitmemeleri için bir
engel görünmüyordu.
Haydutların
hareketlerini dikkatle takip eden Domuzkuyruk, yanında duran yirmi kadar orka
dönerek ”Zamanı geldi, görevinizin
başına!” dedi.
Bu
orklar tepeden haydutların üstüne akın etmeye başlamışken, öndeki çadırlara
gelince birden durdular. Çadırları yırtmaya başladıkları zaman ortaya çıkan
manzara, haydutların hiç hoşuna gitmeyecek cinstendi.
Koca kayalar çapraz
tahtalarla sabitlenmiş duruyorlardı, orklar tahtaları yerlerinden
çıkardıklarında kayalar yukarı doğru saldıran haydutların üstüne yuvarlanmaya
başladı.
Birbiri
ardına serbest bırakılan kayalar, hendek ve şefin çadırı arasında oluşturulan
koridorda hızla ilerliyordu. Önlerine çıkan haydutları ezip geçen kayalar,
kaçarak hendeğe atlayan haydutların üstlerine düşerek çukurları doldurdular.
Kapana kısılan haydutlar için ölümden başka seçenek yoktu. Ya yuvarlanan
kayalar tarafından ezilecek ya da kenarlara kaçıp orkların baltalarını
tadacaklardı.
”Şef bu ne kadar
müthiş bir manevra? Düşmanı bir kez daha gafil avladınız”
Tüccar
çıraklığının yanı sıra acemi derece bir savaşçı olan Sasha, gördüklerinden çok
etkilendiğini saklayamadı.
”Hendek kazarak
düşmanın ilk dalga hücumunu engellemek benim fikrimdi. Orkların düşük zekâya
sahip olduğuna inanan bu haydutların, çekinmeden saldıracağını düşünüyordum
fakat mekanik köprüler kurulduktan sonra olanlar Nafız’ın eseridir. Savaş
toplantısında bana bir taktikten bahsetti. Bozguna uğramış gibi davranıp geri
çekilerek düşmanı sarma hareketi içeren bu taktiği durumumuza uyarladığımızda,
gerçekten çok işimize yaradı.”
Sasha
şefin anlattıklarını duyduktan sonra, içinde kabaran merak duygusunun önüne
geçemedi
”Şef Alyon, acaba
bu manevranın ismini biliyor musunuz?”
”Nafız adına
Turan taktiği diyor bu manevranın, söylediğine göre çok eski bir taktikmiş.”
Arazinin
tepesinde oturan grup sohbetini sürdürürken, Kızılfırtına tarafında soğuk
rüzgârlar esiyordu.
”Bu kadar kısa
sürede, neredeyse tüm adamlarımı kaybettim. Küçücük bir ork kabilesi, nasıl
böyle bir hazırlık yapabilir.”
Taşlarla
dolmuş hendeğin içindeki cesetlere bakarken, Kızılkuyruk öfkeyle astlarına
bağırıyordu.
”Bu iş buraya
kadar gelmişken, artık geriye dönüş yapamayız. Komutan Anton, lütfen bize
yardım edin”
Haydutların
şefi, üzerinde bütün vücudunu kaplayan mor çelikten bir zırh bulunan ve sakin
bir şekilde kenarda oturan adama dönerek yalvaran bakışlarla konuştu.
Anton
adı verilen adam yavaşça yerinden kalkarken, yanındaki kayaya yasladığı
kılıcını kınına geri koydu. Hayduttun çaresiz bakışları arasında, kendisine
cevap vermeye tenezzül bile etmeden savunma amaçlı mekanik aletin saklandığı
tepeye doğru bağırdı.
”Mor gergedan
savaşçıları, saldırı için mevzi alın!"
Baştan
aşağı mor zırh kuşanmış birlik cephenin ön kısmına doğru yürürken, ayak sesleri
bozkırda yankılanıyordu.
“Askerlerim, ork
kabilesinden kimse sağ kalmayacak. Bu pis kokulu yerde daha fazla kalmak
istemiyorum!’’
“Emredersiniz!’’
Coşkuyla
bağıran askerler kabileye doğru ilerlemeye başladılar. Komutan Anton, kendi
birliğini savaş alanına yollarken epey keyifsizdi. Bu haydut takımıyla buraya
geldiği yetmezmiş gibi bir de savaşmak zorunda kalmıştı. Zırhlı birliğin
saldırıya geçtiğini gören Kızılkuyruk ‘da elinde kalan savaşçılarını cepheye
sürdü.
Bulundukları
yerden haydut grubunda gerçekleşen hareketliliği gören Dimitri ’’Şef Alyon, bu sefer ki planınızı çok
merak ediyorum.’’ dedi.
“Artık
yapılabilecek bir plan yok. Sayılarımız eşitlendi, göğüs göğse savaşacağız.’’
Ork
Şefi bakışlarını devirerek tüccara cevap verdi.
“En sonunda
zırhlı birliği kullandılar. Bir aylık eğitimin sonuçlarını görmek için güzel
bir fırsat. Umarım, yerimden kalkmama gerek kalmaz.’’
Alyon
önündeki tabaktan meyvesini alırken konuşmasına devam etti.
“Haydut grubu
içinde, nasıl olur da zırhlı askeri birlik bulunabilir? Zırhlarının rengine
bakılırsa, bunlar Nikonya şehir birliklerinden askerler.’’
Tepenin
üst kısmında savaşı izleyen üçlüden, zırhlı birliklerin ortaya çıkmasına en çok
şaşıranı Sasha oldu. Alyon, kendisine hayret içinde bakan Sasha’nın haline
tebessüm ederek “Kişisel hırslar
genç dostum, bir şehre sahip olmak sanırım şehir lordu için tatmin edici değil’’
Tepede
sohbet sürerken, savaş alanında ellerinde kargılarıyla üstlerine gelen birliği
gören Domuzkuyruk aceleyle bağırdı.
“Tüm savaşçılar,
ikinci hatta çekilip kalkan duvarını kurun. Okçular, atış serbest!’’
Ork
savaşçıları tepenin orta bölümüne gelerek düşmanla aralarına mesafe koydular ve
kalkan duvarını kurmaya başladılar. Okçu orklarsa biraz daha yüksek bir yerde
mevzilenip, eğimin sağladığı avantajla üzerlerine gelen düşmana
saldırıyorlardı.
Attıkları
oklar haydutları yaralarken, mor gergedan savaşçıları zırhlarından dolayı bu
saldırılardan zarar görmüyorlardı.
Zırhların birleşim yerleri kimi okların
hedefi olsa da içlerine giydikleri çelik örgüler sayesinde askerler yara
almıyorlardı.
Ağır
zırhlar içinde yavaş yavaş ilerleyen askerler orkların moralini bozmaya
başlarken, içlerinden biri elindeki mızrağı şef Alyon’ un olduğu yere fırlattı.
Bu tecrübeli askerler, karşılarında ki orkların liderlerini kaybedince çil
yavrusu gibi dağılacağını biliyorlardı. Mızrak havada ilerlerken, savaş
alanında herkesin gözleri onun üzerindeydi.
Alyon,
kendisine doğru gelen mızrağı izlerken yavaşça yerinden doğruldu. Direkt olarak
başını hedefleyen bu mızrak, iki kaşının arasına vurduğunda gözünü bile
kırpmadı.
Savaş
alanında bulunanlar gördükleri sahne sonucu donup kaldılar. Şefin kafasına
vuran mızrak, çelikten ucu dâhil yarıya kadar parçalandı. Bu saldırı üzerine
Alyon, yerden yumruk büyüklüğünde bir taş alarak mızrağı fırlatan askere doğru
savurdu.
Attığı
mızrağın düşmanın başında kırılması, askerin onurunu zedelemişti. Karşılığında
gelen bu küçük düşürücü saldırıyı, aynı şekilde almayı planlıyordu.
Üzerinde
ametist ile güçlendirilmiş çelik alaşım zırhı varken, fırlatılan bir taştan
kaçarsa arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı.
Hızla
gelen taş zırhına vurduğundan bir yüzü kalmayacağını bilebilseydi, asker
kesinlikle onu savuşturmayı düşünürdü.
Alyon’ un ellerinden çıkan taş, zırhın
baş kısmını yamultmuş, açık olan birkaç delikten kanlar sızmaya başlamıştı.
Asker boş çuval gibi yere düştüğünde mor gergedan savaşçılarının yüzünde
hayret, orklarınsa sevinç vardı.
Kısa
süre içinde gerçekleşen bu olaydan sonra orklar, şeflerinin hedef alınmasıyla
iyice öfkelendiler.
Özellikle Sangre, bir savaşçı olarak bu hakareti
cezalandırmak için yayının telini birbiri ardına gererek askerlerin üzerine
adeta ok yağdırıyordu.
Askerler
kalkan duvarına ulaştığında, orkların kalkanlarını yarıya kadar toprağa
sapladığını gördüler. Nihai sonucun burada yapılacak çarpışmayla ortaya
çıkacağına karar veren ork savaşçıları, baltalarını coşkun naralar eşliğinde
sallamaya başladılar.
Orklar,
bir ay süren cehennem eğitiminden sonra çok daha kararlı ve becerikliydiler. Ön
taraftaki orklar omuzlarıyla kalkanlara destek olurken, ara sıra kalkanların
üstünden bazı askerleri duvarın içine çekiyorlardı.
Kanlı
savaş kabilenin göbeğinde sürerken, Alyon işlerin kötüye gittiğini üzüntüyle gözlemliyordu.
Cesaret, taktik ve moral savaş alanında sonucu belirleyen etmenlerden olsalar
da bu çarpışmada teçhizat farkı orkların belini büküyordu.
Askerler
uzun kargılarıyla kalkanların arasından yaptıkları saldırılarla orklara acı
çektiriyorlardı. Konum ve savunma avantajı ellerinde olsa da ork savaşçılarının
silahları mor gergedan savaşçılarının zırhına karşı çaresiz kalmaktaydı.
Alyon
çadırına girip savaş çekicini almak için ayağa kalktığında, gözleri âdeta
yayıyla kavga eden Sangre’ ye takıldı. Önündeki mevzide savaşan ork
kardeşlerinin birer birer düştüğünü gören bu savaşçı, aralıksız atışlar
yapıyordu. Sağ elinden yere kan damlarken, parmaklarındaki kemiğe kadar oluşan
kesikleri savaşın ateşiyle hissetmiyordu.
Daha
fazla kayıp vermeden bu işi bitirmeliyim diye düşünen Alyon, çadırın içinden
gelen ayak sesleriyle irkildi. Kısa süre sonra çadırdan çıkan figür kendisine
bir şey söylemeden elleri parçalanmış okçunun yanına doğru yürürken, o da
yerine geri oturdu. Sangre,
attığı oklar düşmanlarına zarar veremese de bıkmadan atışlarını sürdürüyordu.
Başka ne yapabilirim diye düşünürken, kulağının dibinde konuşan birinin sesini
duydu.
“Bütün yeteneğin
bu kadar mı yani?’’
Sangre
çaresizlik ve yorgunlukla boğuşurken, arkasından gelen bu sesle beraber öfkeyle
bağırdı.
“Kimsin sen ?’’
“Şu dandik
zırhları delemeyen bir beceriksiz olmanın dışında, ustanın sesini tanıyamayacak
kadar da aptalmışsın!’’
Karşısında
Nafız’ı gören Sangre heyecanla diz çöktü “Yayımı ne kadar
sert gerdiysem de oklarım zırhı delemiyor!’’ Sangre
ellerinden kanlar damlarken silahını sinirle yere attı.
Mora’nın mirasını
aldıktan sonra yarattığı ilk kan savaşçısının bu çaresiz hali, Nafız’ın biraz
olsun yumuşamasını sağladı. Elini salladığında, hiçlikten bir yay ve içi ok
dolu bir sadak belirdi. Ortaya çıkan bu yedi ayak uzunluğunda ki yay, Sasha’nın
aklını alıverdi.
“Bu yay,
Abarran’ın yirmi büyük yayından biri olan …’’
Ustasının
eliyle yaptığı sus işaretini görünce, Sasha sözlerini bitiremeden konuşmasını
yarıda kesmek zorunda kaldı. Dimitri, elbette yay ve sadağın birdenbire ortaya
çıkmadığını görmüştü. Aklında beliren bazı düşünceler sonucu, çırağının daha
fazla yaygara yapmamasını istedi.
“Seni inatçı
velet! Bir kere de bunlarla dene bakalım. Bu koca oğlanla yıldızımız hiç
barışmadı ama seninle çok iyi geçineceğini düşünüyorum’’
Nafız
elindeki yayı Sangre’ye verirken, göz ucuyla süren savaşı izliyordu. Sangre,
ellerinin şu andaki durumunu gayet iyi biliyordu. Dayanılamaz bir ağrı kemiğine
işlerken, ustası tarafından kendisine verilen yaya uzandı. Yayı aldığından
itibaren tarifsiz bir duygu bütün vücuduna yayıldı, bu yeni yay sanki seneler
boyunca onunla berabermiş gibi hissettiriyordu.
Abarran,
Kutsal Kan Tarikatı’nın bir müridi olmasından dolayı, yaptığı silahların çoğu
kullanıcısıyla kan etkileşiminde bulunmak için dizayn edilmişti. Özellikle
kendi kanını taşıyanlar için yaptığı ekipmanları, uygun kan bağı olmadan
kullanmak mümkün değildi. Damarlarında Mora’nın kanından küçükte olsa bir parça
taşıyan Sangre’ nin yayını eline aldığı gibi sahiplenmesi bu yüzdendi.
Çekiş
gücü 250 libre olan bu yayı üç parmağıyla nazikçe çekerek geren Sangre, iki
buçuk ayak uzunluğundaki kan kırmızı oku zırhlı savaşçılara yolladı. Daha önce
zırhlara işlemeyen okların aksine bu özel ok, girdiği askerin zırhından çıkıp
arkasındaki askeride delip geçtikten sonra üçüncü hedefine saplanıp kalmıştı.
Attığı
okun yarattığı yıkımı gören Sangre, içindeki coşkuyu bastıramayarak çılgınca
kükredi. Gördükleri manzara ve bu çılgın ses askerlerin yüreklerine korku
düşürürken, kalkanlarının arkasındaki orkların savaş arzuları en yüksek
seviyeye çıkıyordu.
“Sıkı
durun, geçmelerine izin vermeyin!’’
Sangre’
nin oklarıyla ölüm tehlikesi altına giren askerler, ork savaşçılarının kurduğu
kalkan duvarına amansızca yükleniyorlardı. Tek saldırı silahlarının bu oklar
olduğunu gören Domuzkuyruk’sa, savaşçılarını gayrete getirmek için durmadan
bağırıyordu.
“Alyon, savaşa
katılmamı ister misin? dedi Nafız.
Şefin
aklındaki düşünce muharebeyi savaşçıları için bir sınav olarak kullanmak olsa
da bu şartlar altında vereceği zayiat tahmin ettiğinin çok üstüne çıkabilirdi.
Nafız’ın kaybettiği kan özünü tamamlamak nedeniyle savaşa girmek istediğini
bilen Alyon, işi riske atmamak için kibarca rica etmek zorundaydı.
“Evet, savaşçıların
şefi olarak senin ön safta savaştığını görmek onlara moral verecektir. Lütfen,
zırhlı savaşçıların yüreklerini ziyan etme’’
En
kibar ses tonuyla konuşan Alyon, içten içe sinirden köpürüyordu. Onunla alaycı
bir ses tonuyla konuşursa bu dengesiz kişiliği kızdırır ve gelişimi için çok
kıymetli olan materyalleri kaybedebilirdi.
“Kısa bir süre
ortadan yok oluyorum, şu savaşçıların elinizde düştüğü hale bak!’’
Kendi
kendine konuşuyormuş gibi yaparak herkesin duyabileceği bir sesle mırıldanan
Nafız, savaşçılarına doğru mermi gibi fırladı. Oluşan bu tuhaf ortamdan sonra,
Dimitri ve Sasha gözlerini savaş alanına diktiler. Dişi orkun Abarran’ın
silahlarına sahip olduğunu bilen ikili, gösterinin bir saniyesini bile
kaçırmamak için nefeslerini tutuyordu.
Kalkan
duvarının iki tarafında bulunan savaşçıların, gün boyu süren muharebe nedeniyle
yorgun düştükleri görülüyordu. İrade savaşına dönen bu mücadelede, yıllarca
sert eğitimlere maruz kalmış askerler yavaş yavaş üstünlüğü ele alıyorlardı. Bu
anlarda, rüzgârı arkalarına aldıklarını düşünerek azimle yüklenen askerleri
büyük bir sürpriz bekliyordu.
“Sizi çöp
tenekeleri! Bir adım dahi geri çekilirseniz, cezanızı kendi elimle veririm’’
Nafız’ın
tiz ve itici sesi kulaklarına ulaştığında, savaşçı orkların adeta kalpleri
titredi. Daha önce emirlerine itaat etmeyen kişilere yaptıkları gözlerinin
önüne gelen ork savaşçıları, var güçleriyle kalkanlarına destek verdiler.
Kalkan
duvarının arkasında sıralanmış orklar, kafalarına basarak üzerlerinden yürüyen bir
şeyi hissettiklerinden hemen sonra, hançerlerini çekerek asker kalabalığının
içine balıklama atlayan Nafız’ı gördüler.
Kalabalığın
içine giren Nafız, sudaki balık gibi hareket ediyordu. Ok ve baltaların
işlemediği zırhları, kan kırmızı renkli hançerleriyle sıcak bıçağın tereyağını
kestiği gibi kesiyordu.
Mora, Kutsal Kan Tarikatı’nın bir sonraki lideri olarak
seçilmişti. Çocuk yaşından beri, kan büyüleri ve yakın dövüş üzerine acımasız
eğitimler almıştı. Nafız, henüz kan büyülerini kullanabilecek yeterliliğe
ulaşamasa da yakın dövüş becerileri ve elindeki hançerlerle bu askerlerin
Azrail’i olacaktı.
Savaşa
yeni katılan orkun bulunduğu yerden havaya kol ve bacaklar fırlamaya
başladığında, Anton neye uğradığını şaşırdı. Askerlerinin alaşım çelik zırhları
vardı, ellerinde hançerlerle dans eden bu ork nasıl olur da her darbesinde bir
uzvu koparabiliyordu.
“Kızılkuyruk seni
adi, raporlarında buranın küçük ve vahşi bir ork kasabası olduğu yazılıydı.
Böyle giderse, bütün askerlerimizi kaybedeceğiz. Bunun hesabını verebileceğine
emin misin?’’
Kızılkuyruk’
un şuurunu kaybettiğini fark eden komutan emrini verdi
“Askerler, geri
çekilin! Karargâhta savunma pozisyonu alın!’’
Anton’
un emrini duyan askerler, canlarını kurtarmak için en hızlı şekilde geri
çekilmeye başladılar. Bu sırada kaçan düşmanları öldürmeye devam eden Nafız,
kovaladığı birlik kayalarla kapanmış hendekleri geçince nihayet saldırmayı
bıraktı.
Miras aldığı anılar savaş alanında merhametin sadece zarar olarak
döneceğini söylediğinden, Nafız sırtı ona bakan düşmanı öldürmekte bir saniye
bile tereddüt etmedi.
Gönderdiği
birlikten geriye elli civarı asker dönünce, Anton’ un suratı iyice düştü. Karşısında bin kadar savaşçı ork ve onun neredeyse üç katı kadar kabile halkı
vardı.
Aklına, tepenin arkasında ki savunma amaçlı mekanik araç geldi. Bir
fırsat yaratıp ona ulaşabilirse, hayatını kurtarabilirdi.
Nafız,
karargâhlarına çekilen düşmanı imha etmeden önce Alyon ile göz göze geldi.
Ondan durmasını söyleyen bir işaret aldıktan sonra, hançerlerini bilekliklerine
geri alarak beklemeye başladı.
“Ben, Nikonya
şehri muhafız birliğinden Komutan Anton!’’
Sesi
boş steplerde eko yapmayı kesince, Anton konuşmasına devam etti.
“Burada, bir
iftiranın yanlış yönlendirmesiyle bulunduğumu anlamam çok geç oldu. Bu
haydutların Nikonya şehrine saldırı düzenlemek amacıyla silah alımı yaptığınızı
söylemesi üzerine, kendilerine destek için gönderildim.’’
Anton
konuşmasını sürdürürken, Kızılkuyruk inanmayan gözlerle kendisine bakıyordu.
İşin kendi aleyhine döndüğünü görüp söylenenleri yalanlamak için araya girmek
istediği anda, komutandan yediği yumrukla yere düşüp acıyla kıvranmaya başladı.
“Bu yanlış
anlamanın, sizi Nikonya ordusu ile karşı karşıya getirmesini istediğinizi
düşünmüyorum. Ork şefi, lütfen bu işi uzlaşmayla çözmek için işbirliği yapın.’’
Ölümle
yüz yüze geldiğinde, Anton son koz olarak güçlü şehir ordusunu masaya sürdü ve
aynı anda Alyon hiddetle yerinden kalktı.
“Seni acınası
böcek! Küçük bir şehir ordusunun ismini söyleyerek, şanlı ork kabilesini tehdit
edebileceğini mi sanıyorsun?’’
Tarafların
gerildiği restleşme anında, Kızılkuyruk yattığı yerden fırlayarak Alyon’a
seslendi.
“Yüce ork şefi,
Nikonya ticaret şehri lideri Godfrey benim kardeşimdir. Lütfen, kendisiyle bu
hatanın tazmini hakkında görüşmeme izin verin. Bu süre içerisinde, kabilenizde
tutsak olarak kalmayı kabul ediyorum.’’
Haydut
liderinin sözleri, Alyon, Nafız ve Domuzkuyruk hariç duyan herkesi şaşkına
çevirdi. Tüccar siparişlerin temini için yola çıktığı zaman, bu üçlü kabilenin
bulunduğu konum ve çevre etkenler hakkında uzun süre tartışmışlardı. Bölgede
terör estiren Kızılfırtına haydutlarının güçlü Nikonya ordusuna rağmen
varlığını sürdüren yegâne grup olması, onları tek bir sonuca itmişti. Ticaret
şehri ve bu haydutların arasında bilinmeyen bir bağ vardı.
Tüccar
Dimitri, haberi aldıktan sonra çırağı ve kendisinin aksine ork şefinin gayet
sakin olduğunu gözlemledi. Bütün taşlar yerine oturuyordu, bu ücra yerde bir
orkun bu derece bilge ve paha biçilmez ekipmanlara sahip olmasının, tek bir
açıklaması olmalıydı. Küçükken babamın anlattığı hikâyelerde adı geçen, zindan
fatihleriyle karşı karşıyayım
.“Aaaaahhhhhh!’’
Alyon
konuşmaya hazırlanırken, düşman saflarından gelen acı feryatla beraber durum
karışık bir hal aldı. Az önce kendilerine seslenen Kızılkuyruk, komutan Anton
tarafından sırtından hançerlendi. Yaptığı kahpeliğin ardından savunma
mekaniğine koşan komutan, keyifle bağırıyordu.
“Sadece bekleyin,
şehre ulaştığımda koca bir orduyla gelip kabilenizi dümdüz edeceğim. Dünyanın
sonuna bile kaçsanız elimden kurtulamayacaksınız!’’
Haydut
lideri şehir lordunun kardeşi olduğunu söylediği an, Anton kafasında bir plan
yaptı. Kendisi ve birliğinin bu iş için gönderilmesinden, Godfrey ile
haydutların bir ilişkisi olduğunu anlamış olsa da arada kan bağının olacağını o
bile düşünememişti. Eğer haydut lideri teslim olur ve haber şehir lorduna
giderse, bu bağın açığa çıkmaması için kendi de dâhil kimse sağ bırakılmazdı.
Şu
anda yapabileceği en iyi şey, Kızılkuyruk’u öldürüp şehir lorduna giderek
hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yalan söylemekti. Daha sonra sorumluluk almak
isteyerek büyük bir orduyu yönetir ve olayın tüm tanıklarını sustururdu.
“Nafız, kaçmasına
sakın izin verme! Makinaya ulaşırsa durduramayız onu!
Alyon,
düşman komutanının bu beklenmedik hamlesiyle beraber bütün savaş boyunca ilk
defa tuzağa düştü. Anton’ u ellerinden kaçırırlarsa, başlarına gelecek felaketi
önlemek için panikle Nafız’a seslendi.
Hedefi
hızla uzaklaşırken, Nafız ise miskince geriniyordu. Kaçan kişinin hız arttırıcı
bir donanım kullandığını anladı ve normal hızıyla rakibi yakalaması olası olsa
da böyle bir korkak için uğraşmak hiç ona göre değildi.
“Sangre, şu kaçan
mor tavşanı benim için avla!’’
Anton,
omurgasız bir korkak olabilirdi fakat aptal değildi. Kabilede üzerlerindeki
zırhı delen oklar atabilen bir savaşçı olduğunu görmüştü. Kızılkuyruk’u
öldürdükten hemen sonra, hız arttırıcı botlarını devreye sokarak kendini ok
menzilinden dışına atmak için harekete geçti.
Ustasının
emriyle yayını geren Sangre, hedefinin çoktan bin gezlik uzaklığa eriştiğini
keşfetti. Neredeyse görüş mesafesinin dışına çıkmak üzere olan bu hedefi
vuramayacağından korkarak
“Usta, hedef
görüş mesafemden çıktı, vurmam mümkün olmayabilir!’’ dedi.
Sangre’
nin sözleri, Nafız cephesinde sert bir tepkiyle karşılandı.
“Sana bu yeteneği
mızmızlanman için mi verdim ben! Gözünle göremiyorsan, diğer duyularını
kullanarak vur hedefini!’’
Sangre,
yediği azar sonrası yayını bir kere daha gerdi. Bir önceki hedeflemede zor
görünen Anton, bu sefer tamamen görüş alanından çıkmıştı. Kendisine ustası
tarafından verilmiş bu ilk görevde başarısız olma korkusuyla kalbi küt küt
atarken, yayından gelen bir titreşim içinde kabaran bütün duyguları bastırdı.
Elindeki
silah, sanki güven bana dermiş gibi hafifçe titriyordu. Sangre ruhunu dinginleştirdikten
sonra şu anda bir işe yaramayan gözleri kapatıp savaş alanını dinlemeye
başladı. Yarı meditatif bir hale geçen Sangre, silahından yayılan titreşimlerin
savaş alanının üstünden bozkırı süpürdüğünü hissetti.
Orkların
homurtuları, komutanları kaçan askerlerin kendi aralarındaki konuşmaları ve
hatta yerde can çekişen Kızılkuyruk’ un kalbinin son kanı pompalamak için
atmasını bile kulaklarıyla duyabiliyordu.
Titreşimler kabile sınırlarını aşınca
bir ayak sesi kulaklarına takıldı, hızlı bir şekilde koşan bu kişi aradığı
hedefiydi.
Okunu
yayından usulca salarken, ustasının onu izlediğinden haberi yoktu. Yeteneğin
savaşın kor ateşinde dövülmesi gerektiğini bilen Nafız, ilk kan savaşçısının
yaşadığı gelişimden gayet memnun görünüyordu.
Kısa
süre sonra Nafız ve Sangre hariç kimsenin duyamayacağı bir feryat, kabileden
uzak bir yerde yükseldi. Aldığı darbeyle dengesini kaybederek yere yuvarlanan
hain komutan, kalkmaya debelenirken kemiğine saplanmış okun verdiği acıyla
inliyordu.
Düşmanı durdurmanın getirdiği rahatlıkla ikinci okunu sadağından
alan Sangre, sinsice mırıldandı “Bağırmayacaktın
Anton, artık ağzının yerini biliyorum!’’ Sangre’
nin yayından çıkan ikinci ok, böğüren Anton’ un açık ağzından girip ense
kökünden çıktığında savaşın sonucu ilan edildi. Kalan asker ve haydutlar korku
içinde akıbetlerini bekliyor, kabiledeki orklar sevinç naraları atıyordu.
”Askerler,
silahlarınızı atın ve teslim olun, emirlere uyduğunuz sürece canınız
bağışlanacak!”
Alyon
süren sessizliğe son verirken, komutanları kendilerini bırakıp kaçan askerler,
silahlarını bırakmak için bir saniye dahi düşünmediler. Nafız, savaş
tecrübesine sahip bu askerlere kabilenin ihtiyacı olduğu gayet iyi biliyordu
fakat kalan az sayıda haydudun, gözünde zerre değeri yoktu.
”Savaşçılarım,
zırhlı askerler dışında ki herkesi parçalara ayırın!”
Bu
basit haydutların kanları ve kalpleri bir işlerine yaramazdı. Orkların bunca
gayretini ödüllendirmek için Nafız, düşmanı ezme zevkini savaşçılarına
bağışladı. Dört yüz civarı haydudun korkuyla kaçışmasıyla, ıssız bozkırda adeta
bir gösteri sahnelenmeye başladı.
Sangre
avladığı hain komutanı sırtlayıp kabileye dönerken, etrafında kaçışan haydutlar
ve peşlerindeki ork savaşçıları neşeyle kovalamaca oynayan çocuklara
benziyorlardı. Yaşanan hareketlenmenin oyundan yegâne farkı, yakalanan
haydutların tekrar birleştirilemeyecek yapboz parçalarına dönüşmeleriydi.
Orklar, az sayıdaki kayıpların öfkesini ve bütün gün yaşadıkları korkuyu
üzerlerinden atmak için tüm vahşetleriyle gün boyu katliam yaptılar.
Teslim
olan askerler sıkıca bağlandıktan sonra Alyon yanına tüccarı da alarak sahipsiz
kalan mekanik aletin yanına geldi.
Tüccar ve çırağı makinayı bir süre
incelediler ve ”düşük bir model
fakat sizin için çok kullanışlı olabilir” dediler.
Tam
da göç nedeniyle hazırlıklar yapan kabile için bu makine, çok hoş bir hediye
oluyordu. Çadırlarını sırtlarında taşıdıklarından dolayı, kabilenin yol boyunca
yükü sadece az miktar eşya olacaktı. Alyon makinanın iç kısmını incelediğinde,
taşınması problem olan yükün bu makinayla kolayca yolculuk edebileceğini
keşfetti.
”Dimitri dostum,
senden son bir isteğim olacak!” dedi Alyon.
Şefin
isteğini öğrenmek için, Dimitri saygıyla cevap verdi ”Yeteneklerim
dâhili bir konuysa, elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.”
”Çok güzel, lütfen
kabileye dönünce bizim küçük toplantımıza katılın. Detayları orada
konuşalım!”
Sasha
kontrolünü eline aldıktan sonra savunma makinası adeta gelin arabası gibi
cakalı bir şekilde kabileye giriş yaptı. Katliamı bitirmiş ork savaşçıları
kabilenin girişinde şef Alyon’u beklerken gururdan göğüsleri kabarmıştı.
Şeflerinin bir mekanik aletle kabileye giriş yaptığını gördüklerindeyse, hep
bir ağızdan bağırdılar
”Çok yaşa Şef
Alyon! Çok yaşa Şef Alyon!”
Orklar
neşe içindeyken, yalnızca bir kişi bu durumdan hiç memnun değildi. Kamçılarını
savaşçıların üstüne sallarken, bir yandan da öfkeyle bağırdı.
”Kesin ulan
sesinizi! Çabuk attığımız okları ve ölmüş düşmanların
ekipmanlarını toplayın!”
Nafız’ın
bu çıkışı Alyon’u hiç rahatsız etmedi, gelen tüm düşmanları tek başına yok
edecek kudrete sahibi birisi, biraz kapris yapabilirdi. Orkların çabuk rehavete
kapılan bir ırk olmalarından dolayı, disiplinlerini kaybetmemeleri için kamçıyı
sürekli sırtlarında hissetmeleri gerekiyordu.
Bir
süre sonra sırtındaki Anton ile Nafız’ın yanına gelen Sangre, düşmanının leşine
yere attıktan sonra konuşmaya başladı.
"Usta, bu kişinin
ekipmanları ve cesedini ne yapmamız gerekiyor?”
Anton
uzun yıllar şehir muhafızlarında bulunan bir askerdi ve bu ücra yerde düzgün
bir şekilde bakım gören nadir kişilerdendi. Nafız cesedi incelediğinde, daha
önce gözüne takılan çizmeleri kan savaşçısı Sangre’ye verdi.
Bir
okçunun en büyük zayıflığı, düşmanı yakınına geldi zaman açığa çıkardı. Bu
donanımla beraber, hızla geri çekilerek atağa devam etme şansı yakalayabilecekti.
Üzerindeki zırhtan başka işe yarar bir eşyası olmayan Anton’u kan özünü almak
için doğrayan Nafız, kalbini de söktürüp Alyon’a yolladı.
Bu
sırada, bir çadırın içinde sessizce kaderlerini bekleyen askerler yanlarına
gelen Domuzkuyruk’u görünce heyecanlandılar. Bu sağ kalanlardan çoğu,
karşılarındaki orku savaş alanında emirler verirken görmüştü.
”Yaşamak veya
ölmek kendi ellerinizde! Öğrenmek zorunda kaldığınız sır yüzünden, Nikonya
şehrine dönerseniz başınıza gelecekleri tahmin edebiliyorsunuzdur.”
Domuzkuyruk,
gözlerinin içine bakan askerlere seçeneklerini sunmaya başladığında, yaşama
şanslarının olduğunu anlayan tutsaklar onu can kulağıyla dinlemeye başladılar.
”Ya bizimle göç
eder, kabileden biri olursunuz, ya da bir daha güneşi göremezsiniz.”
Sözlerini
bitirmesiyle, askerlerin içinden bir kişi sesini yükseltti.
”Sen bizi ne
sandın? Sizin gibi vahşilerle bir arada yaşamak isteyebileceğimizi nasıl
düşünürsün?”
Domuzkuyruk
yanındaki korumalara ” Bu arkadaş
bizimle yaşamak istemiyor, gerekeni yapın” dedi.
Koruma,
elindeki büyük savaş baltasını tüm gücüyle artistlik yapan askerin başına
savurdu. Yediği darbeyle kafası ikiye yarılan asker, son anda bir şey söylemek
istese de yeterli zamanı olmadı.
”Evet, başka
bizim gibi vahşilerin içinde yaşamak istemeyen var mı?”
Domuzkuyruk
sorusunu sorduğunda, çadırdaki tutsaklar hep bir ağızdan kabilede yaşamak
istiyoruz dediler.
Kabilenin
şefi konumuna geldiği zaman eğitimli bu askerler kendisi için çok faydalı
olacağından dolayı daha fazla kişinin ölmesini istemeyen Domuzkuyruk, askerlere
bugün çıkan insan yemeklerinden yollattı.
İşini
bitirmesiyle beraber, tutsakların içinden uzun süredir görev yapan bir askeri
yanına alarak toplantı yapılacak çadıra doğru yola çıktı. Toplantı yapılacak
çadırda, Dimitri, Alyon, Nafız ve Sangre hazır bulunuyordu. Tüccar çırağını,
hasar görmüş iki makinadan kullanılabilecek parçaları sökmesi için hendeğe
yollamıştı. Domuzkuyruk çadıra giriş yaptığında, şef Alyon yanında getirdiği
askeri baştan aşağı süzdü.
”Kabilemize hoş
geldin! Biz, kişileri sağladıkları faydaya bakarak mükâfatlandırırız ve
önünde değerini kanıtlamak için güzel bir fırsat var. Nikonya hakkında bildiğin
her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Yeni
katıldığı bu grupta sivrilme fırsatı yakalayan asker, bildiği tüm detayları
aktardı. Godfrey’ in dengesiz tabiatı, Gulag’ın çılgın deneyleri dikkat çekici
ayrıntılar olsa da şehrin savunma sistemleri ve askeri birliklerin düzeni en
önemli bilgilerdi.
”Şimdi çadırına
geri dön ve askerlere yeni düzeni anlat.”
Eliyle
askere çık işareti yapmadan önce, kendileri hakkında yaptığı düzenlemeyi ona
anlatmıştı. Bu asker savaşta ele geçirilen diğer askerlerin lideri olacaktı ve
verilen görevlerde elde ettikleri başarılara göre muamele göreceklerdi.
Nafız ”Dimitri, senden istediğim haritayı ortaya
çıkarma vaktin geldi” dedi.
Tüccar
çantasından büyük bir parşömen çıkarıp, zemine serdi. Bütün Ork Stepleri'nin bir
haritası önlerine serilince, Domuzkuyruk ve oğlu heyecanla kabilelerinin yerini
aramaya başladılar. Baba oğulun bu heyecanını sezen Alyon, elindeki küçük
bıçakla kabilenin şu anki yerini işaretledi.
Bulundukları
yeri görünce, ikili bir hayal kırıklığı yaşadı. Kabileleri, büyük ork
coğrafyasının gösterildiği haritanın en uç köşesindeki tuhaf bir yerdeydi.
Şefin hareketinden vazife çıkaran Dimitri, hemen lafa girdi.
”Bulunduğumuz
yer, Ana Ork Kabilesi'ne göre garpta kalan kısmın şimal bölgesindedir. Bu bölge,
seyrek bitki örtülü steplerden oluşur. Bölgeye hükmeden ork kabilesinin
yakınlarında, zengin maden yatakları bulunmaktadır.”
Dimitri
konuşmasını sürdürüyorken Nafız araya girdi.
ӂok fazla detaya
girmene lüzum yok, yön ve iklimleri söylemen kâfi”
Dişi
orkun kendisini uyarmasından sonra, Dimitri açıklamalarını dikkatli bir şekilde
sürdürür.
"Garp kısmında ki
cenup bölgesi, bizim bölgemizden dev bir yarık aracılığıyla ayrılır.
Kıyı olduğu deniz nedeniyle, ılıman bir iklimi vardır. Kıtadaki en
büyük ticaret şehri burada bulunmaktadır.”
Son
söylediği sözlerden sonra bir soğukluğu ensesinde hisseden tüccar, aceleyle
sözlerine devam etti.
”Şark kısmının
şimal bölgesi kendisini çevreleyen sıradağlar nedeniyle buzullardan oluşurken,
cenup bölgesi yoğun ve sık ormanlarla kaplıdır.”
Açıklamaları
dinleyen Domuzkuyruk şefe dönerek, ”Kabilemizin
yeni yaşam yeri neresi olacak” diye sordu.
Alyon,
haritadaki büyük yarık, dağlar ve denizin kesiştiği yeri göstererek konuşmaya
başladı.
”Burada çok
eskiden keşfettiğim, dağların içinde gizli kalmış bir bölge var.
Akarsular, ormanlar ve bolca vahşi yaratığın bulunduğu bu yere yerleşip
güçleneceksiniz. Herhangi bir ihtiyaç halinde, tüccar Dimitri size
istediklerinizi temin edecek.”
”Tüccar! Umarım
bize ihanet etmeyi düşünmezsin, dünyanın bir ucuna da kaçsan seni
bulabileceğimi biliyorsun dimi?”
Nafız,
konuşmaları dikkatle dinleyen Dimitri’yi alenen tehdit ediyordu. Dimitri daha
önceki korkulu davranışlarının aksine, bu sefer asil bir hava takınarak Nafız’a
döndü.
”Bayan Nafız, bir
tüccar olarak müşterimle aramda oluşan güven, benim için her zaman birinci
önceliğe sahiptir. Gelen siparişleri özel olarak çırağım Sasha kendi eliyle
teslim edecektir. Eğer sizi rahatsız eden bir durum olursa, beni her zaman
Altın Şehir’ de bulabilirsiniz.”
Nafız,
tüccarın değişen tavrı karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradı.
”Bana bak, sen
maziyi çabuk unutmuşsun, sana bir cesaret, bir özgüven gelmiş!”
Nafız’ın
yine birine sarmaya başladığını gören Alyon araya girdi.
”Toplantı sona
erdi, hazırlıklar tamamlansın gün ışıdığında yola çıkılacak!’’
Ork
kervanı Dimitri önderliğinde yeni yerleşim bölgelerine giderken, iki kişilik
başka bir grup ticaret şehrine doğru yola koyuldu. Tüccarın lokomotifinin başı
çektiği kervanda orklardan yetkili olan Domuzkuyruk halkıyla beraber yürürken,
Sangre Dimitri’nin yanında yolculuk ediyordu.
”Sevgili
arkadaşım, verdiğim sözden cayma gibi bir planım yok, lütfen rahat bir şekilde
yolculuk ediniz”
Tüccar,
bir eli yayında bekleyen orkun karşısında kılıcının kabzasını kavramış şekilde
duran çırağını görünce, ortamı biraz yumuşatmak için lafa girdi.
”Lüzumu yok,
ustam en ufak bir ihanet belirtisinde ikinizi de infaz etmemi emretti. Dört
gözle yanlış yapmanızı bekliyorum.”
Ustasıyla
şehre gitmek isteyen Sangre, tüccar ve çırağının başında beklemesi için geride
bırakılınca, bu ikiliye karşı epey bilendi.
”Bu sefer,
ustamın ricasıyla kendimi tutmak zorunda kalıyorum. Bir dahaki karşılaşmamızda,
kafanı bedeninden ayıracağıma emin olabilirsin!”
Kendi
mülkünde hakaret ve tehdide maruz kalan Sasha, kalın bir öldürme niyeti
yayıyordu. Araçta oluşan bu boğucu atmosfer yüzünden, Dimitri yolculuğun bir an
önce bitmesi için dua etmeye başladı.
Nikonya’
ya doğru ilerleyen ikiliyse, şehre giriş için gerekli hazırlıkları yapmakla
meşguldü. Kendilerini, bölgedeki ork kabilesinden şehir lorduna bilinç sahibi
bir vahşi yaratık çekirdeği sunmak için gelen iki ork olarak tanıtacaklardı.
Şehir lorduna hediyesini verirken, kendisini öldürüp şehirden kaçmayı
planlamışlardı. Suikast hakkında son detayları da konuştuktan sonra surların
arasında bulunan kapıya doğru yaklaştılar.
”Durun!
Kafanızdakileri çıkarıp yüzünüzü gösterin.”
Kapıda
nöbette tutan şehir muhafızları, kapüşonlu pelerinler giymiş ikiliyi girişte
durdurdular. Kapüşonlarını çıkaran bu kişilerin ork olduğu gördüklerindeyse,
muhafızların davranışları tamamen değişik bir hal almaya başladı.
”Şuna bakın, iki
cahil şehrimize gelmiş! Nikonya’ ya herhangi bir ork girmeye çalışırsa, geriye
sadece kellesinin döneceğini söylememiş miydik?”
Bölgedeki
ticaret şehri ile ork kabilesinin aralarının bozuk olduğunu tutsak askerlerden
öğrenen Alyon, hoş karşılanmayacaklarını biliyordu ama uğradığı bu aşağılık
muamele gururunu ciddi şekilde rencide etmişti.
”Size on nefeslik
süre veriyorum. Ya önümden çekilirsiniz, ya da içinizden geçerim!”
Partnerinin
duygularını anlayan Nafız da saldırı pozisyonu alırken, hava kurşun gibi
ağırlaştı. Verilen sürenin sonuna gelindiğinde Alyon savaş çekicini sırtından
eline alırken, kapı muhafızları ikiliyi çevrelemiş bekliyorlardı.
”Ne oluyor
burada? Kim bana açıklama yapmak ister?”
Gri
pelerin giymiş, sıska ve uzun bir adam asker kalabalığına doğru bağırınca, muhafızlar
bir anda donup kaldılar. Kalabalığın içindeki rütbeli bir asker, hemen sesin
sahibinin önünde diz çökerek konuşmaya başladı.
”Lord Gulag, bu
iki ork şehrimize girmeye çalışıyorlardı. Kendilerine engel olmak
istediğimizdeyse kaba kuvvete başvurmak istediler.”
Konuşmalara
kulak misafiri olan Nafız içinden lanet okuyordu.
”Bu adamın burada
olacağı zamanı nasıl denk getirebildik!”
Aldıkları
istihbarat sayesinde karşılarındaki kişinin kim olduğunu tam olarak
biliyorlardı. Şehri teftişe çıkmış Gulag, arkasında bir tabur askerle bir anda
çıkagelmişti. Durumun gitgide kötüleştiğini gören Nafız hızla lafa girdi
”Lord Gulag,
bizler ork kabilesinden Yüce Lord Godfrey’e müzakere için gelmiş olan
kişileriz. Yanımızda getirdiğimiz tam bilince erişmiş canavar özünü hediye
olarak sunmak için huzuruna çıkmak istiyoruz.”
Nafız,
etraflarında toplanmış askerlerin üç misli daha fazlasını bile rahat bir
şekilde öldürebileceklerini bilse de çıkacak gürültü Godfrey’i öldürmelerini
engelleyebilirdi. Şu anda düşük profil tutmak çok daha mantıklı bir hareket
olurdu. Aklından bu düşünceler geçerken, Nafız duyduklarıyla şoka uğrayacaktı.
”Bu ikisinin
kafasını burada kesmek onlara ödül olur. Sağ yakalayıp özel zindanıma götürün.”
Emri
alan askerler ikiliye doğru saldırırken nihayet Alyon sinirlerine hâkim olup
kendine geldi. Elini Nafız’ın omuzuna atarak ”Teslim oluyoruz!” dedi.
Galeyana
gelen askerler sefil orkları öldürmek için can atarken, düşmanın direnmeden
teslim olması hiç hoşlarına gitmedi. İçlerindeki öldürme arzusu tavan yapmış
olsa da aldıkları emir sağ yakalamak üzereydi.
Gulag’ın emirlerine
itaatsizliğin anlamını çok iyi bildiklerinden, bileklerinde mor alaşım
kelepçeler olan tutsakları zindana götürmek için yola koyuldular. Orkların
teslim olduğunu gören Gulag, arkasındaki askerlere dönerek seslendi.
”Hepiniz
görevinizin başına dönün, ben tutsaklarla beraber zindana gidiyorum.”
Kapıda
bekleyen askerler bu sözler üzerine çok mutlu oldular. İçlerinden biri kendini
tutamayarak ”Bizim elimizde ölmüş
olmayı dileyeceksiniz pislikler!” diye bağırdı.
Tutsakları
zindana getiren grup, uzun yürüyüşten sonra büyük bir siyah kapının önüne
geldiğinde durdu. Şehrin sırtını dayadığı dağın içine açılan geçidi kapatıyor
gibi görünen kapı, büyük gürültüyle açıldı. İçeriden, yüzlerinde vahşi
yaratıkların kafalarından yapılmış maskeler olan bir takım insan çıkıp Gulag’ı
selamladılar.
”Tutsakları
bırakın ve uzaklaşın!”
Askerler
bu soğuk ve ruhsuz sesi duyduklarında, istem dışı birkaç adım geri attılar.
Gulag’ın özel zindanında, denekleri hariç sadece bu garip yaratıklar
bulunabiliyordu. Zebani adı verilen grup, Gulag’ın deneyler sonucu kendine köle
ettiği kişiler olarak bilinmekteydiler.
Alyon
ve Nafız, zebaniler tarafından zindanın içine alındıktan sonra uzun bir
tünelden ilerleyerek geniş açıklığa geldiler. Dağın içine oyulmuş bu yer,
zeminde büyük avlu ve kenarlarda bir kaç kata yayılmış hücrelerden oluşuyordu.
Etrafı inceleyen Nafız’ın içine bir şüphe düştüğünde, Alyon ile göz göze geldi.
Yakalandıklarından
itibaren yaptıkları plan, zindana girdikten sonra en kısa zamanda içeridekileri
öldürüp suikast için akşam karanlığını beklemek vardı. Fakat bir nedenle, ikisi
de biraz beklemek için akıl birliğine vardılar. Grup meydanın ortasına
geldiğinde yürümeyi bıraktılar. Gulag arkasını dönüp tutsak ikiliyle
bakışlarını değiş tokuş ettiğinde, zindanın içindekilerinin kaderi çizilmek
üzereydi.
created with
WordPress Page Builder .