“Nerede bu çocuk?”
Basık burunlu
adamın göz kapakları açılmamak için direniyordu ama sesi ahşap çatıda dinlenen
kuşları kaçırmaya yetti.
“Bana mı soruyorsun? Sana kaç kez
ihtiyarın yanına gitmemesi için onu uyar demedim mi?”
Elindeki
hamur topağını içinden ateş çıkan bir deliğin iç yüzeyine yapıştıran kadın,
aynı hızla adama da cevabı yapıştırdı.
Dağların
arasından doğan güneşin doğayı harekete geçirmesini kıskanmışçasına, karı koca
küçük kulübelerinin içinde birbirlerine bağırıyordu.
“Anne olup çocuğuna sahip çıksana,
insanlar şikâyet etmeye başladılar.”
Masadaki
yemekten bir kaşık tadan adam kapıya yöneldi. Eşikten kaptığı tırpanı sırtına
vurduğunda, karısı hâlâ konuşuyordu.
“Yatağa mı bağlayım? Sana çekmiş, keçi
gibi inatçı.”
Aynı anlarda ince
bacaklarını sonuna kadar açarak koşan bir çocuk, köyün çıkışındaki kulübeye yaklaşıyordu.
“Dede, günaydın”
Adımları
yavaşlayınca, körük gibi bir şişip bir inen göğsü sakinleşti. Ağzından uzun
nefesler vererek taşlı yolun bittiği yerde durdu.
“Hoş geldin, küçük Mel”
Sakalları
göğsüne dayanmış yaşlıca bir adam, iki koluna yanlara açarak onu karşıladı.
Yamalarla dolu cübbesi, kırış kırış olmuş suratı ve içten gülümsemesiyle
beraber, çatısı yarı yıkılmış evin önünde oturuyordu.
“Annen sana çok kızacak. Bak iyiyim,
her gün yemek getirmene gerek yok artık.”
“Kızarsa kızsın! Ona kalsa, güçlü
olmadığım için diğer çocukların beni dövmesi de normal. Sen olmasan, kimse
benimle ilgilenmeyecek.”
İki yanağını
şişirerek cevap verdi çocuk. Yaşlı adam karısındaki cılız çocuğu baştan aşağı
süzdükten sonra kahkaha atmaya başladı.
“Aptal çocuk, seninle bana bakıyorsun
diye mi ilgileniyorum sanıyorsun?”
Mel başını
eğdi. İki elini önünde birleştirdi ve parmaklarını birbirlerine doladı.
Sorusuna yanıt alamayan ihtiyar adam ayağa kalktı, her adımında etrafa tozlar
saçarak Mel’in yanına geldi.
“Neden, sen de arkadaşların gibi
köydeki dövüş okuluna gitmiyorsun? Orada kendini gösterebilirsen, ileride rahat
bir hayat yaşama şansın olabilir.” İ
İhtiyarın
sesi ciddileşti. Elini küçük çocuğun omuzuna koyarak konuştu. Ne zaman
yıkandığı belli olmayan saçları kuş yuvasına benziyordu.
“Benimle dalga
geçmesene, daha köydeki normal çocuklarla başa çıkamıyorum. Hepsi benden iri ve
uzunlar. Ayrıca dövüş antrenmanları çok yorucu. Ben, seninle beraber ormanda
dolaşmak istiyorum”
Yaşlı adam, gözlerinin
içine bakan Mel’in dişlerinin gıcırtısını duyabiliyordu. Alnının bittiği yerden
kesilmiş saçları, küçük kulakları ve babasının kopyası yanlardan basık sivri
burnuyla, aslında sevimli bir çocuktu.
“Tamam,
seninle başa çıkmak ne mümkün? Gel bakalım, bugün sana hiç görmediğin birkaç
bitkiyi göstereceğim!”
Sevinçten bir
oraya, bir buraya zıplayan küçük çocuk patika yola girdiğinde, yaşlı adam da
arkasından ağır adımlarla ilerledi. Sırtlarına vuran güneş ışıkları, ağaçların
dallarına takılarak onları terk ediyordu. Ormanın içindeki nemli hava küçük
çocuğun tenine değdiğinde, yaşlı adam Mel’in diken diken olan tüylerini
sırtındaki hırkasıyla örttü.
Bambu filizi
gibi dümdüz ilerleyen derenin kenarına geldiklerinde dedesi ona bugünün
sürprizi olan ilk bitkiyi gösterdi. Mel, sudaki hareketlerle daha fazla
ilgileniyordu, bitkiye bir bakış attıktan sonra üstünü çıkarmaya başladı.
“Balıkları elinle yakalayamayacağını
kabul etmeyeceksin, anladım ama bari sana nasıl yapılacağını öğretmeme izin
ver!”
Yaşlı adam
boşa konuştuğunu yüzüne sıçrayan suyla beraber anladı. Mel onu duymamıştı bile,
etrafında dolanarak onunla alay eden balıkları yakalamaya çalışıyordu. İhtiyar,
kurumuş topraklarla bezenmiş ayaklarını suya soktu. Pes etti ve küçük çocuğun
nafile çabalarını izlemeye başladı.
Mel sudan
çıktığında eli boştu. Burnu kıpkırmızıydı, elleri ve ayakları yeni doğduğu
zamanki hallerine geri dönmüşlerdi. Neyse ki güneş yakıcılığını koruyordu,
birkaç saat daha yerküreyi kavurarak Mel’in kurumasını sağladı.
Hava
karardığında, sabah önden koşan çocuk yaşlı adamın sırtında uyuya kalmış bir
halde döndü. Yaşlı adam onu hemen uyandırmadı, başını dizine koydu ve bir süre
daha uyumasına izin verdi.
Mel, uyandığında
hemen yola düştü. Aceleyle koşarken bir yandan da “Dede ben eve gidiyorum, yarın sabah buluşuruz,” diye bağırıyordu.
Çocuğun mutlu
hali, ihtiyarın kırışıklar içindeki yüzünde bir gülümsemeye sebep oldu.
Karanlığın içinde kaybolmaya başlayan kulübenin önünde parlak bir noktaya
dönüştü ve uzun süre onu izledikten sonra yıkık kulübenin içine doğru yürüdü.
İki adımda tek menteşenin tuttuğu kırık kapıya ulaştı, yüzündeki gülümseme
birden silindi ve kalınca bir kütük kafasına indi.
“Pis bunak, uyan bakalım!”
Fitili bitmek
üzere olan gaz lambasının aydınlattığı küçük odanın içinde, elleri ve ayakları
bağlı yatan ihtiyarın başında beş yetişkin adam vardı. İçlerinden en irileri, sakalları göğsüne kadar uzamış olan ihtiyarın
boşluğunu dürterken, diğerleri bir köşede onları izliyorlardı.
“Sana buradan gitmeni söylemedik mi?”
İzleyicilerden
biri küçük adımlarla öne çıktı. Saçları kısa, basık burnu ucuna doğru
sivriliyordu ve sözlerini tamamladığında, ağzından saçılan tükürükler ihtiyar
adama kadar ulaştı.
“Çocuğumun yakasından düş pis herif.
Onu da kendin gibi bir ezik haline mi getirmek istiyorsun?”
Yankılanan
sesin sahibi, günün sabahında karısından sağlam bir fırça yemiş olan Mel’ in
babasından başkası değildi. Dişlerini gıcırdatarak konuşurken, iki eli çoktan
yumruk olmuştu.
Bağırarak
sorulmuş sorulara maruz kalan ihtiyar cevap vermedi. Sakinliğine bakılırsa daha
önce de böyle bir duruma düşmüş olabilirdi. Mel’in babası duvarın kenarına
yığılmış tahta parçalarından birini kavradı, bakışları ihtiyar adamın
üzerindeydi.
“Sonunda sözüme geldin. Bu asalağın kendi
kendine çekip gitmeyeceğini artık anlamışsınızdır. Ben derim ki; ihtiyarı bir
hafta burada tutalım ve sonra ormanın içine atalım gitsin!”
Yaşlı adamı
ayağı ile dürten iri yarı adamın niyeti hiç iyi değildi. Kendi elleriyle
öldürmeyecek olsa da ihtiyarı vahşi hayvanların kol gezdiği ormanda kaderine
terk etmek istiyordu. Toz perdesiyle ikiye bölünen odanın bir köşesinde
bekleyen kişiler yanıt vermediler, sadece izliyorlardı.
“Ormana atalım gitsin!”
Fikre ilk
desteği, yaşlı adamın en iyi arkadaşı olan Mel’ in, elinde sopa tutan babası
verdi. Bakımsız saçlarını özensizce toplamış olan ihtiyar, köylüler için sadece
görmezden gelmeleri gereken bir figürdü ama onun için her gün başını ağrıtan
bir çıbandı.
“Co, senin çocuğun sorun çıkarmadan
durabilecek mi?”
İri yarı adam
an itibariyle en sıkı destekçisine soruyu sorarken, onun ağzından çıkacak
cevabın ekibin kalanının endişelerini dağıtmasını umarak konuştu. Plan onundu
ama gerçekleştirirken hem fikir hem de eylem birliği gerekiyordu.
“Hiç endişen olmasın. Onu terk edip
gittiğini söyleyeceğim. İlk önce biraz ağlayıp bana inanmayacaktır ama birkaç
gün geçince, o da dediğim gibi düşünecek. Buna eminim!”
Son sözleri şüphe
bulutlarını dağıtmaya yetti. Bir süre daha beklediler ve ahşap tavandan gelen
ayak sesleri azaldığında ihtiyarı yalnız bıraktılar.
Ertesi sabah
koşa koşa yaşlı adamın yanına giden Mel, daha önce başına gelmeyen bir şey
gördü. Yaz kış demeden onu kapıda karşılayan dedesi, bugün yerinde yoktu.
Aceleyle yıkık dökük kulübeye giren çocuk aradığı kişiyi burada da bulamayınca,
karanlık çökene kadar ihtiyar adamın olması gereken yerde bekledi.
Ne çare,
yaşlı adam gelecek gibi değildi. İşin aslını bilen babası uzaktan belirdiğinde,
Mel eve dönmesi gerektiğini anladı. İşin aslını bilen adam bugün ihtiyarın
yanına geldiği için Mel’e kızmadı, hedefinde farklı bir konu vardı.
“Hayır, dede gitmiş olamaz! Beni
bırakıp, haber vermeden gidemez!”
“Nereden biliyorsun gitmediğini? Bak, sana
veda bile etmedi. Demek ki onun için çok da önemli biri değilmişsin!”
Mel ne kadar
karşı çıkmaya çalışsa da, babası sürekli onu bastırdı. İhtiyarı hapsettikleri
ekibin başarısı adamın performansına bağlıydı ve o da bunun hakkını
veriyordu. Eve geldiğinde annesinin ele
aldığı bu bezdirme operasyonu sonrası, gün boyunca sancılı bir bekleyiş
gerçekleştiren çocuk, daha fazla dayanamayıp kendinden geçti.
Mel, sabah
yeniden soluğu yaşlı adamın kulübesinde aldı ama ne çare, beklediği kişi sanki duman
olup rüzgâra karışmıştı. Mel ne kadar düşünse de yaşlı adamın o günkü
hareketlerinde bir tuhaflık olduğunu hatırlamıyordu, her an ormanın içinden
çıkıp gelecekmiş gibiydi.
Bu sırada,
kuru ekmek ve azıcık su verilen ihtiyar bunların hiçbirine dokunmuyordu sanki
ölümünü kabul etmişti. Penceresi olmayan tozlu odada, sonunun geleceği vakti bekliyordu.
Bakıcılığını yapan adam da ilk günün ardından uğramamaya başladı, karanlığın
yoldaşlığı dışında ihtiyar adamın elinde kalan bir şey yoktu.
Zaman yavaşça
aktı, günler sakinlik doluydu ancak belirlenen tarihe iki gün kala kimsenin
beklemediği bir şey gerçekleşti. Ne olursa olsun, üç senedir onunla ilgilenen
dedesinin kendisini bırakmayacağını düşünen Mel, ihtiyar adamı aramak için gece
vakti tek başına ormana girdi.
Babası, Mel’i
oturup ağladığı yerden almaya gittiğinde neler olduğunu öğrendi. Dövüş
okulundan çıkıp Mel ile dalga geçmeye gelen iki çocuk, onu ormanın içine doğru
koşarken görmüşlerdi. Ormanın derinlerine ulaşmadan arkasından koşmaya
çalışmışlardı ama duydukları son şey Mel’in ağlamaklı sesi olmuştu.
“Dedemin başına bir şey gelmiş olmalı. Onu
kurtarmaya gidiyorum!”
Co haberi
alır almaz koşmaya başladı. Normal şartlar altında bir babanın oğlunun peşinden
ormana yönelmesi beklenirdi ama adam soluğu işbirlikçilerinin yanında aldı.
“Brandon, Mel ihtiyarı aramak için tek başına
ormana girmiş. Hemen peşine düşmemiz lazım!”
Brandon köyün
en güçlü adamıydı. Her şeye tek başına karar veremese de bu olayda olduğu gibi
çevresinde toplanacak kişileri bulmakta zorluk çekmezdi. Co’ nun sözlerini
duyduktan sonra başını kaldırarak etrafa baktı ve ardından yanıtını verdi.
“Sen aklını mı kaçırdın? Son senelerde
vahşi hayvanlar köye saldırmadığı için geçmişi nasıl da unutuvermişsin? Hiçbir
kuvvet beni oraya götüremez!”
Kesik soluklarla nefes alan Co’ nun gözleri
kocaman oldular. Bir umut diğerlerine döndü ve İri adamdan sonra ekibin üyeleri
de birer birer döküldüler.
“Son günlerde, vahşi hayvanların
kükremeleri hiç olmadığı kadar net duyulur oldu!”
“Ormandaki hayvanların her biri en
azından sıradan dövüşçüler kadar güçlü. Bizim gibi basit köylülerin oraya
gitmesinin mümkünü yok!”
İhtiyar adamı
ölmesi için ormana atmayı düşünürken, nasıl olur da kendileri o cehenneme
girebilirlerdi? Telaşlı babanın gözünden okunan yardım çığlıklarının, şu an onlar
için bir anlamı yoktu.
“Hepsi onun suçu! Oğlum, canım oğlum,
onun yüzünden ölecek. Öldüreceğim, o pis ihtiyarı kendi ellerimle öldüreceğim!”
Co, içini
kavuran ıstırabın etkisiyle bağırıyordu. Ormana giderek oğlunun peşine düşecek
cesareti kendisinde bulamayınca, yüreğini soğutacak çareyi zavallı ihtiyarı
öldürmekte aradı. Köhne tavernanın altında esir tutulan ihtiyarın yanına doğru
ilerleyen Co, gözünü karartarak kenarda duran orağı eline geçirdi.
Brandon
gizlemeye çalışsa da yüzündeki tebessüm yerli yerindeydi ama bir anda yer
sallanınca, bu ifade silinip gitti.
Sonra hepsinin duyabileceği kadar yüksek
bir ses, tutsaklarını sakladıkları bodrum katından kulaklarına ulaştı. Bunu
tahta kapının uçarak duvara çarpması izlediğinde, Co kapının eskiden olduğu
yere birkaç adım uzaklıktaydı.
Beş kişi,
günlerdir aç susuz tutsak ettikleri kişiyi karşılarında görmenin şokunu
atlatamadan, ihtiyarın dış kapıyı koparırcasına açmasına şahit oldular.
Yerlerinden bir milim dahi oynayamadan her şey olup bitmişti, tavernanın içinde
ölüm sessizliği hüküm sürüyordu.
Köyde bunlar
olurken, gecenin karanlığının üstüne çöktüğü, ağaçların dallarının adeta düello
yapan iki silahşor gibi hoyratça birbirine vurduğu ormanda, on bir yaşındaki
çocuk yavaşça yürüyordu.
“Hep bahsettiği o vadiye gitmiş
olmalı. Kesinlikle bulacağım onu. Beni terk etmez, hepsi yalan söylüyor,
mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı.”
Gölgelerin
oynadığı oyunların etkisi azaltmak için mırıldanan Mel, kulağına çalınan
kükremelerini duymamak adına neredeyse hiç durmadan konuştu. İçindeki korkuyu
yenmesi için bu yöntem yeterliydi ama konu gerçek tehdit olunca ne kadar işe
yarayacağı şüpheliydi. Farkında olmasa da son yarım saattir birkaç çift göz hep
arkasından yürüyordu.
Ağızlarından
salyalar akıtan, dört ayaklı hayvanlardı bunlar.
Normal şartlarda çocuğu bir
lokmada yutabilirlerdi ama sanki bir şeylerden emin olmak istercesine, takip
etmekle yetindiler. Durum, çocuk ormanın derinliklerine ilerledikçe değişmedi.
Yalnızca, peşinde olan vahşi hayvan sayısı birkaç tane ile belirtilecek rakamı
çoktan geçmişti.
Neler
olduğunu anlayamamak imkânsızdı ve Mel, adımlarını hızlandırdı. Yönünü
değiştirmesi, hızlanmasından önce gerçekleşti.
Nereye gittiğini bilen insanlara
has kararlı adımlarla ilerliyordu ve küçük bir oyuk görüşüne girdiğinde, depara
kalktı. Bu hareketi, peşine düşmüş sürüyü de hareketlendirdi. Amansız bir
kovalamaca başladı.
Dört ayaklı
hayvanlar, çocuğun çaresizlik içinde olduğuna emin oldular. Yağlı bir et
parçasına benzeyen, gece vakti kucaklarına düşen ödülü kaçırmamak için koşmaya
başladılar.
Uzun zamandır onu takip eden hayvanlar en önde koşuyorlardı.
Mel, fizikken
zayıf bir çocuktu ama ölüm korkusu bedenindeki bütün gücü kullanmasını sağladı.
Ağaçları terk eden yapraklar veya yumuşak toprak ona engel olamıyordu. Her
adımda peşindekiler daha fazla yaklaşırken, küçük oyuğun girişine on beş
adımlık mesafe kaldı.
“Burada ölemem, dedemi bulmam lazım!”
Küçük çocuk,
bu durumda dahi amacını unutmadı. İçinde bulunduğu durumdan kurtulup aramaya
geri dönmek istiyordu ama yaklaşan yaratıklar küçük çocukla aynı fikirde
değildi. Güçlü bedenlerinin avantajını kullanarak, hedeflerinin ensesinde
soluyorlardı.
Çok kısa bir
an, neredeyse göz kırpma süresinde, Mel kendini oyuğun içine atabildi.
Arkasındaki sürü aynı şeyi yapmak istediğindeyse büyük bir gürültü koptu.
Mel’in geçişiyle beraber ortaya çıkan bariyer ancak yetişkin bir insanın
geçebileceği kadar büyük olan girişi kapladı. Bariyere çarpan yaratıklar
yaşadıkları tepmenin etkisiyle inlediler; bedenlerinde hasar yoktu ama arkadan
gelenlerin de durmak için vakitleri yoktu.
Mel’in kalbi,
yerinden çıkacak gibiydi. Onu teğet geçen ölüm, peşi sıra gelenlerin yüzüne tokadını
indirmekten çekinmiyordu. Pelteye dönen bedenlerin kalkanın üzerinde bıraktığı
izler, insanın tüylerini diken diken edecek cinstendi.
Dört adım
uzunluğundaki oyuğun, bitimine kadar çekilen Mel onları izlerken, vahşi
yaratıklar kalkanı koklamaya başladılar.
Temkinliydiler, ölen hayvanların
verdiği dersi aldıkları belliydi. Ardından birkaç pençe darbesi vurarak test
etmeyi sürdürdüler.
Sonuç onlar
için iyiydi, önlerindekinin sadece savunma amaçlı bir bariyer olduğunu
çözmüşlerdi. Sürünün en güçlü bireyleri saldırı için yerlerini aldılar. Bir
seferde en fazla on yaratığın pençeleyebileceği kalkanın üzerine saldırılar
yağmaya başladı.
Mel’ in
peşindekiler; kaslı dört ayağa, ince ve uzun gövdeye sahip, vahşi hayvanlardı. Öne
çıkık çenelerindeki sivri ve büyük dişler düşmanları için büyük tehdit
oluştursa da en önemli silahları pençeleri gibi görünüyordu.
Oyuğun
girişini kapatan kalkana saldırı şekillerinden bunu anlamak mümkündü. Küçük
mağaranın içindeki çocuğa ulaşmak amacıyla kalkanın üstüne inen her pençe
darbesinde, parlak kıvılcımlar havaya karışıyordu.
Vahşi hayvanların
saldırısı on dakikadır sürüyordu, bütün güçlerini kullandıkları belliydi ama
yoruldukça yer değiştirmelerine rağmen kalkan olduğu yerde duruyordu. Tabii ki
ilk oluştuğu durumda değildi. Parlak sarı rengi, her darbeden sonra biraz daha
soldu.
Yaklaşık
yarım saat bu şekilde geçildi. Mel’ in başı iki dizinin içine iyice gömülürken,
onu yemek için mücadele eden hayvanların akınları hiç durmadı.
Avcılar, avlarına
ulaşamadıkça daha da agresifleştiler. Tek lokmalık insanı öldürmek beslenme
amacını aşmış, kendilerini adeta aşağılayan kalkanı kırma mücadelesine
dönmüştü. İşte bu anlarda, bütün yaratıklar iki yana doğru açıldılar. Sık
ağaçların olduğu taraftan, dehşet verici bir kükreme duyuldu.
Sırayla kalkanı
pençeleyen kırka yakın yaratık artık boyunlarını eğmiş yere bakıyorlardı.
Onların dışındaki daha zayıf yaratıklarsa, çoktan bedenlerinin hâkimiyetini
kaybedip dizlerinin üstüne çökmüştü.
Gelen,
etraftaki yırtıcıların en az iki katı büyüklüğünde, parlak kızıl kürke sahip,
geniş gövdeli ve dört bacaklı bir yaratıktı. Çevresindekilerden daha iri, daha
güzel ve daha yırtıcı duruyordu. Onu müdahale etmek zorunda bıraktıkları için sinirlenmişti.
Kalkan her an
dayanıklılığını kaybetse de Mel güneşin doğuşunu görebilecek kadar şanslıydı ama
bu hayvanın ortaya çıkması, ona uyanık halde bir kâbus yaşattı.
Kızıl kürklü
hayvan, insan elinin üç katı büyüklüğündeki pençesini küçük çocuğun son savunma
duvarı olan bariyere indirdi.
Gerçekten
kızmıştı kızıl kürklü hayvan. Kendini sakınmadan, var gücüyle sürüsünün
gururuyla oynayan kalkanın üzerine yüklendi. Bir, iki derken, rengini kaybeden
kalkanın üzerinde bazı çatlaklar göze çarpmaya başladı.
Yırtıcı sürüsü keyifle
uluyor, genç Mel ise kaderin ona sunduğu sonu beklerken korkudan ağlıyordu. Son
bir pençe darbesiyle dağıldı bariyer. Şimdi, büyük başını oyuğun içine sokmuş
Kızıl Kürklü Yırtıcı ile avı arasında hiçbir şey kalmamıştı.
Lütfen çok acıtmasın,
lütfen çok acıtmasın diye dua eden Mel, gözlerini sıkıca kapatmış, sadece acı
çekmeden ölmeyi diliyordu.
İsteğinin mümkün olamayacağı, aralarından salyalar
akan dişlerini öne çıkarmış sürü liderinin onun bacaklarına saldırmasından
belliydi. Kızıl Kürklü Yırtıcı, küçük çocuğu diri diri yemek istiyordu.
Bu, bariz
olanı geciktirmekten öteye gitmeyen bir eylem olsa da av için acı dolu
dakikaların onu beklediği anlamına geliyordu. Kızıl Kürklü Yırtıcı’ nın pis
kokan nefesini yüzünde hisseden Mel, korkudan titremeye başladı.
Onun aksine,
yırtıcı sürüsünün sesleri ormanı inletiyordu, adeta liderlerinin kahramanlığı
için şarkılar söylüyorlardı.
Bulutlar
Ay’ın önüne set çektiğinde, çok uzak mesafelerden bile duyulabilen bu gürültü
bir anda kesildi; bunun tek bir anlamı olabilirdi, o da liderin avın işini
bitirmesiydi.
Hayat,
alışılagelmiş olayların tekrarından ibarettir çoğu zaman ama bu gece,
zayıflığına aldırmadan cesur yüreğini karanlık ormana taşıyan çocuğun ölmesi
gereken bu gece, öyle olmadı. Kızıl Kürklü Yırtıcının keskin dişleri Mel’ in
cılız baldırlarına değmek üzereyken, koca hayvan sanki donmuşçasına bir milim
bile kıpırdayamaz hale geldi.
O bu durumdayken,
dışarıdaki sürüsü kaosu yaşıyordu. Uzun süre kalkanı pençeleyen kırk yırtıcı
oldukları yerde çöktüler. Neredeyse toprakla bir olmuş, korkudan titriyorlardı.
Kalan yaratıklarsa, dünya üzerinde nefes almak gibi bir ayrıcalığa sahip
değillerdi.
Ağızlarından son çıkan şey, kanlı köpükler ve kısa bir soluk oldu.
Mutlak
sessizliğin hâkim olduğu anlarda, sadece zayıf bir ayak sesi duyuluyordu; ne
hızlı, ne de yavaş. Göğü inletmiyor veya yeri sarsmıyordu ama gece boyunca
vahşilikleriyle dehşet saçan bütün yırtıcılar, süt dökmüş kediye dönüyordu.
“Mel, korkma ben geldim!”
Birkaç katı
büyüklüğünde bir yaratıkla beraber küçük oyuğun dibinde sıkışan ve heykele
dönmüş olan çocuk, ilk başta duyduklarına inanamadı.
“Mel, her şey geçti!”
Onun sesiydi
bu! Dedesi onu kurtarmaya gelsin diye defalarca dua etmişti ama bunun gerçekten
olabileceğine içten içe kendisi de inanmıyordu. Duydukları rüya mıydı?
“Dede, dede!”
Mel’ in
buzları çözüldü. Kalan son gücüyle, günlerdir hasretini çektiği yaşlı adama
koşmaya başladı. Ne Kızıl Kürklü Yırtıcı’ yı, ne de etrafa dağılmış diğer
cesetleri gözü görmedi. Her adımda sallanmasından belli ki zaten koşmak dışında
başka bir eyleme ayıracak enerjisi de kalmamıştı. İhtiyarın ona açtığı kollara
kendisini bıraktığı gibi bayıldı. Son birkaç günün stresine eklenen ölüm
korkusu, zayıf bedenini harap etmeye yetmişti.
“Seni inatçı velet! O salakların
yalanına inanmayacağını biliyordum ama bu kadar ileri gitmek! Neden senden
ayrılamadığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum!”
Paha biçilmez
bir gülümseme, ihtiyar adamın kontrolden çıkmış sakalı ve bıyığının arasından
zar zor seçildi. Sözlerini tamamlayınca eliyle yüzünü yokladı; kırışıklıklarının,
derin izlerin arasında küçük bir yolculuk yaptı.
“Ne zamandır böyle gülmedim acaba?”
Kendi kendine
söylenen ihtiyar, küçük çocuğu kucakladı. Mel sırtındaki yerini aldığı an
gözleri, görenlerin kanlarını donduracak bir soğukluk yaymaya başladı.
“Bir anlaşmamız vardı! Siz, yaşadığım
köyün halkına zarar vermeyecektiniz, ben de doğal yaşamınıza karışmayacaktım!”
İhtiyar
adamın sözleri havadaki gerginliği bıçak gibi kesip attı. Buna karşılık Kızıl
Kürklü Yırtıcı af dilercesine uluyabildi sadece.
“Ben çok basit bir adamım. Sözlerimi
tutar, sevdiklerimi korurum!”
İhtiyar adam,
geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Gün ışıkları yavaş yavaş kendini
gösterirken, bu gece sadece sözler değil, birçok şey son buldu.
Sırtındaki
çocuğu uyandırmamak için koşmadan ama hızlı bir şekilde köye yürüdü.
Ormanın
içi ve hava hala karanlıktı ama yürüdükleri yol boyunca hiçbir canlının izi
yoktu. Gece avlanan canlılar sanki yok olmuşlardı, sadece ağaçların dallarının
hışırtıları yaşlı adamın adımlarına eşlik ediyorlardı.
Gülümsemesi
silinmiş olsa da yaşlı adamın yüzünde huzurun izleri kaldı, ta ki burnuna bir
koku takılana kadar. Durdu, arkasını döndü ama birkaç derin nefes çektikten
sonra yönünü yeniden köye doğru çevirdi.
“Rüzgâr karşıdan esiyor, bu yönden bir
şey gelmemesi lazım!”
O an koşmaya
başladı, koku git gide keskinleşiyor, buna ağlamaların ve can havliyle yapılan
haykırışların tınıları eşlik ediyordu. Yaşlı adamın yanakları gözlerinden taşan
damlacıklarla ıslanmaya başladı, galiba neler olduğunu biliyordu.
“Hayır, olamaz! Yine aynı şey başıma
gelmiş olamaz!”
Hızını
arttırmış olan adam kulübesine ulaştı. Her zaman durduğu yerden bir süre köyü
izledi ama gördüğü manzara karşısında daha fazla konuşamadı. Kendi evi de dâhil
olmak üzere, bütün yapılar ateşe verilmişti. Elinde silahlarla koşuşturan bir
takım insanlar, yıllardır tanıdığı köylülerin ölü bedenlerine eziyet
etmekteydiler.
Gördükleri
şeyler Mel’i uyandırdığındaysa, söyleyecek bir sözü yoktu yaşlı adamın. Zavallı
çocuk olan bitene bütün çıplaklığıyla şahit oldu.
“Dede, neler oluyor? Rüyada mıyım
ben?”
Şoka girdi
Mel, gözleri görse bile beyni yaşananların gerçek olamayacağını inandırmak için
çabalıyordu. Donuk bakışlarla babasının kesik başını ve annesinin evlerinin önündeki
cansız bedenini izledi.
“Baba! Anne!”
Mel, yeniden
bayıldı. Cılız bedenini ayakta tutmayı başaramadı. Bu sefer, ihtiyar onu
sırtından alıp güzelce toprağın koynuna bıraktı. Yüz adım ileride süren vahşet
karnavalının ateşleri artık Mel’i yakamıyordu.
“Patron bak! İki tane daha koyun geldi!”
Katliam ve
yağmanın merkezinde duran iki kişiden kısa olanı, iri yarı adamın kulağına
doğru heyecanla fısıldadı. Yaşlı adam fıldır fıldır dönen gözlerinden
kaçamamıştı ama yanındaki kişi bu haberden pek memnun değildi.
“Değil iki, iki yüz tanesi daha gelse
sinirimi yatıştıramaz. Para edecek hiçbir şeyi olmayan bu sefillerin, kanlarını
içsem doyamam!”
Terslenen
adam yılmadı, ellerini ovuşturarak lafa girdi.
“En azından, çetenin geri kalanı kendine bir
eğlence buldu patron. Sen hiç merak etme, bunun gibi birkaç yer daha
yağmaladıktan sonra içsel enerjini kullanmanı sağlayacak o mucizevi hapı
alabileceğiz!”
Saçları tek
tek sayılabilecek kadar seyrek olan kısa boylu adamın ağzındaki çürük dişler ortaya
çıktı. Vahşi hayvan kürkünden pelerini sabah yeliyle dalgalanan iri yarı adam,
duyduklarının ardından biraz sakinleşir gibi oldu.
“Gidin, şu ihtiyarın ve yanındaki
piçin kellesini bana getirin!”
Liderin
yüzünün değişmesini sözlerinin onaylandığına yoran adam, daha fazla
yaltaklanmak için emrini verdi. Beş kişiden oluşan küçük bir takım, atlarını
köyün çıkışındaki yıkık kulübenin yanında duran iki kişinin üstüne sürmeye
başladılar. Hızlarına bakılırsa, arkadaşları eğlenirken onların bu çerezlerle
vakit kaybetmeye niyetleri yoktu.
Silahlarını
ellerine almadılar, hedefin üstünden geçeceklerdi. Yaşlı adamın da eli boştu ama kemiklerinden
bazı sesler geliyordu. İşaret ve orta parmakları birleşerek diğerlerinden
ayrılıyor, aynı şekilde yüzük parmağı da serçe parmağına kaynamış gibi
görünüyor. Yaşlı adamın beş parmağa sahip elleri, üç keskin parmağı olan bir
ejderha pençesi formunu aldılar. Atlıların
yanlarına gelmeleri uzun sürmedi. Yaşlı adam, on nefes geçmeden küçük grubun
başını çeken kişinin atıyla göz göze geldi.
“Geber!”
Artık birer
ölü olmayıp gerçekleşen olayı görebilselerdi, köylülerin ağızları şüphesiz açık
kalırdı. Saçı sakalına karışmış, bitik görünümdeki yaşlı adam, kendisini ezmek
için şaha kalkan atın üzerine doğru sağ elini hafifçe salladı.
Bu hareketten
sonra ses yoktu, keskin bir silahla dilimlenmiş gibi yere düşen at ve binicisinin
bedenleri vardı. İhtiyar ileri adım attı, iki elini önünde çaprazladı ve
ardından savurdu. Birkaç saniye sonra dörtnala koşan atlıların bedenleri
parçalara ayrıldı.
“Kimsin sen?”
Olan bitene
ilk tepki, yüz kişiden fazla bir kalabalığa liderlik eden adamdan geldi.
Sinirden gözü seğiren eşkıya lideri, içini kaplayan karanlığın verdiği
tedirginlikle bağırdı.
“Adımı bilmeye ihtiyacın yok! Sen ve
adamların artık ölüsünüz!”
“Saldırın! Yok edin!”
Eşkıyaların
Lideri emrindeki bütün adamları köyün çıkışına yönlendirdi. Korkmuştu, dört
adamının göz açıp kapayana kadar ölmesi olacak iş değildi. Diğer taraftan İhtiyar
adam bakışlarını köyün üzerinde birkaç saniye gezdirdikten sonra konuşmaya
başladı.
“On sene boyunca sizinle beraber
yaşamama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Her zaman olduğu gibi yine değer
verdiklerimi korumayı başaramadım ama endişe etmeyin, arkada bıraktığınız bu
çocuğun sonu sizin gibi olmayacak!”
Sözlerini
bitirmesiyle beraber ateşler içindeki köye baş selamı veren ihtiyar, derin bir
nefes aldı. Kollarını bedeninin önünde daire oluşturacak şekilde çevirmeye
başladı ve pençeye dönüşen ellerinin üzerinde koyu yeşil parıltılar belirdi.
Sağ elini geriye çekti, gözlerini kıstı, yavaşça yukarıdan aşağıya doğru bir
savuruş gerçekleştirdi.
Atı
binicisiyle beraber doğrayan hamleye benziyordu ama etki alanı çok daha
büyüktü. Köyün olduğu yerde artık üç büyük kanal vardı. Uzunlukları, ihtiyarın
durduğu yerden başlayarak en az bin adım mesafeye kadar uzandı.
Bu sefer yer
sallandı, hareketin yarattı rüzgârın etkisiyle ne varsa parçalanarak havaya
karıştı. Köyden kalkan kanlı sis fırtına içinde sadece bir parça rengini
göstererek kayboldu. Yakınlarda yarattığı etki muazzamdı ama ihtiyar bunun
sadece gözlerinin önündeki alanla sınırlı kalmayacağının bilincindeydi.
Uzaklarda,
milyonlarca adım uzakta, binlerce mum tarafından çevrelenmiş kristal tabutun
etrafındaki ışık bir anda kayboldu. Sönen mumlarla beraber, tabutun içinde yatan
adamın gözleri aniden açıldı. Etrafında toplanan insanlar onu izlerken sadece
tek bir kelime söyledi ve ardından gözlerini yeniden yumdu. Mirasçı.
Dünya
değişimin eşiğindeydi, sadece birkaç yüz insan bunu bilse de diğerleri
değişimin yaratacağı fırtınada savrulmak zorunda kalacaklardı.
Ertesi gün,
gece yaşanan vahşetin çok uzağında, her tarafı bitkilerle sarılmış derin bir
vadinin içindeki mağarada, sırtını duvara yaslamış bir adam ve dizlerine yatan
çocuk uyuyorlardı.
Burası, daha önce Mel’ in sığındığı küçük oyukla
kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Birkaç adam boyuna ulaşan tavanı, karanlığın
aydınlanmasını sağlayan parlak taşlarla kaplıydı.
İçerisini
aydınlık bir hale getiren bu özelliğinin yanında, sanki çiçek bahçesindeymiş
gibi insanın tüm iyi duygularını harekete geçiren bir koku karnavalı
yaşanıyordu. Gerçekten etrafta çeşit çeşit çiçek vardı ve ortalarından akan
küçük derenin berrak sularıyla beslenen topraklarda yükseliyorlardı.
“Uyandın mı?”
Yaşlı adam,
kafasını dizine yaslamış olan çocuğun gözlerini açtığını bilse de soruyu
sormadan duramadı.
“Dede! Annem, babam, bütün köy!”
Mel, hıçkırıklarla
ağlamaya başladı. Yaşananların bir rüya olmasını umarcasına bunca zaman uyudu
ama şimdi gerçekliğe döndüğünde, her şeyin zaten yaşanmış olduğunu acı bir
şekilde anladı. Yaşlı adam konuşmadı. Duygularının göz pınarlarını kurutana
kadar ağlamak zorunda bıraktığı çocuğun, hüznünü sapına kadar yaşamasına izin
verdi. Zaman kavramı mağara içinde anlamını yitirmiş gibi olsa da epey bir süre
sonra cılız çocuk sakinleşti.
“Mel, küçük yaşında bunlara şahit
olduğun için çok üzgünüm. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu bu kadar erken
anlamana gerek yoktu.”
Mel, yaşlı
adamın sözleri bitince titreyerek gözyaşlarını akıtmaya devam etti ama bu kez
bedeni ona izin vermiyordu. Ne gözlerinde yaş ne de gücü kalmıştı. Yaşlı adam
da beklemedi, ayağa kalkarak elini Mel’e uzattı.
“Yapmam gereken son bir görevim ve
bunu tamamlamak için de sana ihtiyacım var ufak adam! Benim varisim olur
musun?”
İhtiyarın
tavrı netti. Mel korkudan bir kenara sinmiş kedi yavrusu gibi bakarken,
duruşunu bozmadı. Çocuğun yanıtını beklerken bir ağacı anımsatıyordu.
“Dede, bu iyi bir şey mi?”
Mel’in hiçbir
şey anlamadığı çok belliydi. Bunun için onu kimse suçlayamazdı. Bir gün içinde
birçok farklı duyguyu deneyimleyen çocuk, vereceği karar için yanındayken güvende
hissettiği dedesine güvendi.
“Evet! Hatta senin için en iyisi.”
Cevap yeterli
geldi. Kafasını kabul ettiğini belli edercesine sallayan küçük çocuk, şimdi
yeniden dedesinin dizlerine yatarak uykuya daldı. Yaşadıklarının yarattığı
yıkım muazzamdı, yaşlı adam onu kollarına aldı ve mağaranın ortasından akan
suyun içine girdi.
Mel’in yüzündeki kaslar gevşedi, soluk soluğa
atan bir kalp gibi kasılan bedeni rahatladı.
O farkında olmasa da zaman aktı; uyandığında,
dedesiyle beraber ilk defa gördüğü bir yerdeydi. Birkaç mumun aydınlattığı
küçük bir odanın ortasında, yüksek taş sunağın üstünde bağdaş kurmuştu. Mel,
tam karşısında duran dedesine baktığında belki de ilk defa onun yüzünden irkildi.
İhtiyarın bileklerinden akan kanla ıslanan ellerini ve yaşlı adamın bedenindeki
kesikleri görünce çığlık attı.
“Dede, ne oldu sana?”
Harap haline
rağmen, ihtiyar adam gülümsüyordu. Dayanamadı Mel, ona yardım etmek için elini
uzattığı ve kolunun daha önce görmediği sembollerle kaplandığını gördü. Sadece kolu
değil, bütün bedeni semboller ve işaretlerle kaplıydı. Tenini kaplayan şeylerim
rengi, çizilmek için ihtiyarın kanının kullanıldığının kanıtıydı.
“Başla!”
Vücudunu
inceleyen çocuk, alnına değen dedesinin eliyle beraber, kükremesini de aynı
anda hissetti. Bir an sonra her yer ışıklara boğuldu. Bağdaş kurmuş bedeni bir
uçurumdan aşağı düşmeye başladı. Serbest düşüş hissiyle kendinden geçen Mel’ in
bu hali uzun sürdü.
Sarhoş gibiydi, dedesinin kaybolmasıyla başlayan ve bütün
köyün katledildiğini görerek zirve yapan duygular, bir yılanın deri
değiştirmesi gibi ondan ayrılıyorlardı. Gün boyu başını dik tutamamasını sağlayan ne
varsa siliniyordu. Hem bedeni hem zihni buz tutmuş bir gölün yüzeyini
kıskandıracak kadar pürüzsüzdü. Bu halde sonsuza kadar yaşayabilirdi ama iki
ayağı yere değdiği an gözlerini açtı ve kendisini dev bir tapınağın önünde
buldu.
“Dede neredesin?”
İlk sözleri
bunlar oldu. Mermer sütunlar üstünde yükselen bir çatıya sahip tapınağın
neredeyse göğe varacak kapısının önünde beklerken, ihtiyar adamı merak
ediyordu. Arkasını döndüğünde yüzlerce merdivenin sonundaki sis gördü sanki bir
boşluğun içinde yüzüyorlardı.
“Mel, içeri gir!”
Daha fazla
beklemedi Mel. Tanıdık sesi duyduğu an karanlığın içine adımını attı. Görünüşün
aksine içerisi aydınlıktı ve ilk göze çarpan şey, taş kaidenin üstüne vuran dedesinin gölgesi
oldu. Mel, sesin yakından geldiğine emindi, tek dayanağı olan dedesini görmek
için başını çevirdi.
“Sen de kimsin? Dedem nerede?”
Ona seslenen
kişiyi görünce, Mel bir sürprizle daha karşılaştı. Her gün beraber vakit
geçirdiği saçı başı karışmış ihtiyarın olması gereken yerde bambaşka biri
vardı. Uzun saçları başının arkasından özenle örülmüş, siyah bir ejderhanın
göğe yükselmesinin işlendiği görkemli yeşil cübbesinin içinde dimdik duran,
keskin bakışlı genç bir adam vardı.
“Benim, daha doğrusu yüzlerce sene
önce olduğum kişiyim! Sakın korkma, ayin bittiği zaman her şeyi anlayacaksın!
Yürümeye başla ve yeni kaderini kucakla küçüğüm!”
Devasa duvarın
içine oyulmuş boşluktaki kaidenin üstünde duran adamın cesaretlendirmesiyle,
yavaşça ileri doğru yürümeye başladı Mel, birkaç on adım sonra onu karşılayan
başka bir oyuğa kadar da durmadan ilerledi.
Geniş
koridorun duvarları, tapınağın girişiyle yarışırcasına insanın gözünü alacak
kadar parlak mermerlerle donatılmıştı.
Giriş ve
duvarların aksine Mel’ in yürüdüğü yol ise kendi kendine oluşmuş bir taş patika
kadar bakımsız görünüyordu. Bu çelişkinin yarattığı şaşkınlıkla yere bakarak
yürüyen çocuk, bir an donup kaldı.
Yüzüne vuran
sıcak hava sonrası, ellerini korkuyla başının üstüne kaldırdı Mel.
Onu çeken
bir girdaba yakalanmış gibi dönüp kaidenin üstüne baktı cılız çocuk, orada
saçları esen rüzgârda dans eden, güçlü bakışlarıyla adeta dünyaya meydan okuyan
gözlere sahip bir heykel vardı.
Az önce
kendisini korkuyla hareket ettiren hissiyatın kaynağı heykeldi, gerçekten
yakmasa da kaidenin olduğu yerden insanın içine korku düşüren bir enerji
fışkırdı.
“İlerlemeliyim, dedemin sözünü
dinlemek zorundayım!”
Kendi kendini
motive ederek yola koyuldu Mel, bu yolculukta geride bıraktığı iki oyuk gibi
yedi tanesine daha rastladı.
Dokuzuncu
oyuktan sonra bir başkasını beklerken bu sefer sadece uzayıp giden yol vardı,
başlangıçtan beri yürüdüğü mesafe kadar ilerledi ama karşısına bir şey çıkmadı.
Dokuzuncu
kaideden sonra koridor da tamamen değişti, duvarların eski parlaklığı yoktu
beceriksizce oyulmuş bir mağara duvarını andırıyorlardı.
Yol ise öyle
bir parlıyordu ki Mel gözlerini kısmadan bir adım dahi atamayacak hale geldi,
aniden her şey yer değiştirmiş gibiydi.
Nihayet yolun
sonuna vardığında, öncekilerin en az on katı büyüklüğünde bir heykel onu
karşıladı.
Her hattı zarifçe işlenmiş, onu görenlerde hayranlık duygusu
uyandıracak kadar görkemli bir heykeldi.
Üzerinde durduğu
devasa kaide, ona yaraşır bir biçimde yapılmıştı, süt beyazı gövdesine oyulmuş
en ufak figür dahi üst düzey bir zevkin ürünüydü.
Kendine hâkim
olamadı on bir yaşındaki Mel, açık denizde oluşmuş bir girdabın pençesine
düşmüş gemiler gibi heykelin yanına çekildi.
Heykelle arasında bir adım kalmıştı, küçük
çocuk bir elin başını kavradığını hissetti. Hemen geri çekilmek istedi ama ne
çare, onu yakalayan el değil kaçmak, bir milim dahi kıpırdamasına izin vermedi.
“On ömür, on hayat
Onu bir araya getirecek.
Onun sayesinde
Kehanet gerçekleşecek.”
Beyninde
yankılanan sözler sonrası, Mel bedenine akan enerjinin sarhoşluğuna kapıldı.
Saf mutluluktu damarlarında dolaşan, ona yeniden doğmanın verdiği hazzı
yaşattı.
Yolun başında
ayrılan siyah saçlı genç adamda, en az onun kadar keyifliydi. Kaidenin
üstündeki ayakları hızla taşa dönerken, yüzündeki gülümseme bir nebze olsun
eksilmedi.
Mel ’in
girdiği durumdan çıkması için uzun sayılabilecek bir süre geçmesi gerekti,
bedenine çizilmiş sembollerin etinden içeri işlemesi beş gün sürdü.
Küçük çocuk
uyandığında, dedesiyle beraber bağdaş kurdukları küçük sunakta tek başına
olduğunu keşfetti. Yaşlı adamın kanlar içinde durduğu yerde, bir mektup, bir
yüzük ve bir madalyon vardı.
Uzun bir
rüyadan uyanıp gördüğü manzara karşısında, eskisine nazaran biraz daha
soğukkanlı davrandı. Önce, yıpranmış kâğıdın üzerine yazılmış mektubu okumaya
başladı.
“Varisim Mel’e
Hakkımda bilmediğin birçok şey var
ufaklık, bunları sana zaman içinde sırayla anlatmak isterdim ama ne yazık ki
kader işlerin böyle olmasını istedi.
Adım Drago, dünyanın beni tanıdığı
isim ise Mercan Gözlü Yeşil Ejderha’dır. Bu sırrımı iyice sakladığını emin ol,
yoksa insanlar ilk fırsatta gırtlağını kesmek isteyecektir.
Ben, yüce atamızın dokuzuncu
mirasçısıydım. Seni ardılım olarak seçerek görevimi tamamladım ve ebedi dinlenişe
geçtim.
Üzülerek söylüyorum ki sana büyük bir
fırsatla beraber bütün dünyanın nefret ve düşmanlığını miras olarak bıraktım.
Bizler özel insanlarız Mel, bana gelene kadar iyice seyrelmiş olsa da hepimiz
damarlarımızda ejder kanının özünü taşıyoruz.
Bize güç, bilgelik, asalet ve kimsenin
sahip olamayacağı kadar fazla yaşam kuvveti veriyor, beceriksiz dedenin
yüzlerce seneyi aşkın ömre sahip olmasının tek nedeni buydu ufaklık.
Tabii ki mirasın yüklemiş olduğu
sorumluluklar bulunuyor çocuğum, bir ejder kanı mirasçısı savaşırken asla silah
kullanmaz. Bedenini korumak için insanların yaptığı zırhlara bel bağlamak, onu
sadece utanç içine düşürür.
Önceki dokuz öncülün gibi savaşırken
sadece sana bahşedilmiş üstün bedenini kullanacaksın. Bunun ne kadar büyük bir
prensip olduğunu, zamanla kavrayacağına eminim.
Bizler dünyanın geri kalanı gibi ruh
gücümüzü geliştirmeyiz, dünyadaki enerji zaten bizimdir. İhtiyacımız olduğu
zaman gerekeni alır ve kullanırız, göklerin mağrur hükümdarı olan ejderhaların
tabiatı bunu gerektirir.
Daha önce dediğim gibi sana kalan
mirasa kadar yüce atamızın kan çizgisi her seferinde biraz daha seyreldi ama
sakın üzülme, hâlâ her şey sadece senin ne kadar azimli olduğuna bağlı.Kabul ayinin yapıldığı tapınağı
hatırla Mel, orası başladığın uzun yolculuğunda sana güç verecek yegâne yerdir.
Aklından geçenleri tahmin
edebiliyorum, daha nerede olduğunu bilmediğin bir yerin sana nasıl yardımcı
olacağını düşünüyorsundur şu anda.
Enerji Sarayı senin içinde Mel, yüce
atamız ve benim de dâhil olduğum mirasçıların enerjileri orada mühürlü bir
halde seni bekliyor.
Ayin sırasında sahip olduğum enerjinin
sadece yüzde otuzunu sana verebildim ancak mirasımı tamamen alman senin için
hiç zor olmayacak.
Geride bıraktığım yüzük, içinde bir
uzaysal boşluk barındırıyor. Orada, enerjimi ve bilgeliğimi nasıl ele
geçireceğini anlatan detaylı bir kılavuz bulacaksın.
İçinde bulunduğun mağara,
etrafımızdaki vadi sadece senin için var, umuyorum ki üç sene içerisinde benim
ulaşabildiğim aciz seviyeye erişebileceksin.
Sakın hedefini sadece benim ile
sınırlama ufaklık. Bir Ejder Kanı Mirasçısı olarak tek amacın, öncüllerinin
enerjilerini toplayarak yüce atamızın seviyesine erişmeye çalışmak olmalı.
Bu yolda yürümek, beklediğinden de zor
olacak. Bilmelisin ki dünyanın şu andaki hâkimi ruh geliştiren dövüş
sanatçılarıdır.
Onlara kim olduğunu belli edemezsin,
yoksa damarlarındaki ejder kanı mirası ve eşsiz bedeninin barındırdığı sırları
ele geçirmek için canını alırken bir saniye bile düşünmezler.
Benim mirasımı tamamlayana kadar
sürekli düşük profil tut, insanların bedeninde özel bir şeyler sakladığın
konusunda şüphelenmelerine izin verme.
Öldürme döngüsüne girmemiş kimseyi
öldürme. Senden son isteğim budur ufaklık,
varisim olarak saygı duyacağını ümit ediyorum…”
Mektubu
okumayı bitirdiğinde, o korku dolu gece neler olduğunu, köyün dibinde içi vahşi
yaratıklarla dolu bir orman varken, nasıl huzur içinde yaşadıklarını tamamen
anladı.
Hepsi, köyün
bir yük olarak gördüğü yaşlı adam sayesindeydi, onu ve diğer insanları
gölgelerin ardından koruyan kişi oydu.
Mektubun
yanındaki yüzüğe uzandı, metalin eline değmesiyle beraber parmaklarının ucundan
cılız bir enerji yüzüğün içine akıverdi.
Gözlerinin
önüne başka bir dünya geldi, burası büyük bir boşluktu. İçerisinde göz
alabildiği kadar kitap, devasa raflara dizilmiş kil çömlekler ve parlak kutular
vardı.
Gösterişsiz
fakat bir o kadar ilgi çekici bir masa da bu büyük boşluğun içindeydi. Üstünde,
tam ortasından ikiye açılmış büyük kitapla beraber, mürekkebin içine batırılmış
halde bekleyen beyaz bir tüy gözüne çarptı.
Açık sayfanın
üzerinde, büyük bir başlık olarak Ejder Pençesi yazmaktaydı. Mel gözlerini
aşağı doğru kaydırdığında, tanıdık bir el yazısı ile karşılaştı.
“Mirasçı
Ben, aciz Drago’nun sana bırakabildiği
tek dövüş tekniğinin adı budur. Ellerin yüce atamızın eşsiz bedeninde olduğu
gibi, birer ejderha pençesine dönüşerek yoluna çıkan düşmanlarının ölümü
olacaktır.
Kitabın ilk sayfasından itibaren,
bütün mirasımı almak için yapman gerekenler harfi harfine yazmaktadır. Sıkı
çalış, benim ve öncüllerimin yapamadığını başarıp, atamızın seviyesine erişen
ilk adam ol!”
Her ne kadar
yaşadığı değişimle beraber algı düzeyi yükselmiş olsa da olanları sindirmesi
için bir miktar zaman gerekti.
Sadece gününü
geçiren köylü çocuğuyken, şimdi dünyanın düşmanlığını kazanmış bir geleneğin
mirasçısı olmuştu.
Son emanet
olan madalyonu da alarak boynuna takan küçük çocuk, içinde bulunduğu küçük
odanın taş kemerle süslenmiş kapısından gelen zayıf ışığa doğru yürümeye
başladı.
Çok sürmeden,
tavanı parıldayan taşlarla süslü mağaranın içindeydi. Anlaşılıyor ki onun
Mirasçı olarak adlandırılmasını sağlayan ayinin yapıldığı oda, aslında büyük
mağaranın küçük bir bölümüydü.
“Bahar Şakayıkları ne kadarda güzel
açmışlar!”
Mel çiçek
bahçesinin içinden geçerken, taç yaprakları rengârenk açmış bir çiçeğin adını
mırıldandı. İstem dışı yaptığı bu hareketin sonucu olarak, küçük çocuk olduğu
yere çakıldı.
“Ben, bu bitkinin adını nereden
biliyorum?”
Soru gayet
basitti, daha önce hiç görmediği bir şeyin adını nasıl bilebilirdi?
“Etkileri, kullanım alanları,
yetiştirme yöntemleri, tepkiye girebileceği bileşenler! Neler oluyor bana
böyle?”
Çok şaşkındı,
sadece isim olsa belki bu kadar tepki göstermezdi ama bitki ile alakalı her şey
şu anda beynine akın ediyordu.
Kendi
etrafında bir tur dönüp dört bir yana dağılmış çiçeklerin üzerinde bakışlarını
gezindirdiğinde Mel hayretle bağırdı.
“Bütün bitkileri tanıyorum, inanılmaz
bir şey!”
Gördüğü
bitkiler hakkındaki bilgileri en ince ayrıntısına kadar biliyor ve sanki onlar
kendisinden bir parçaymışçasına hissediyordu.
“Drago dedenin mirası düşündüğüm gibi
sadece güçle sınırlı değil sanırım, onun sahip olduğu bilgilerde benim hafızama
transfer oluyor.”
Olan gerçekten
de buydu, Mirasçı olmanın gerçek anlamı bir önceki nesle ait olan her şeyi
sınırlama olmaksızın ele geçirmekte yatıyordu.
“Ben, şimdi ne yapacağım?”
Mırıldanarak
bir süre sakince durdu, ardından yüzüğün içindeki kitap ellerinde belirdi.
Kitap, küçük çocuğun tek eliyle tutamayacağı kadar büyüktü, onu mağaranın
içinde ilk uyandığı yer olan taş sunağa kadar taşıyarak okumayı uygun gördü.
“Hâlâ mağaranın içindeysen, bil ki
burası tamamen senin için inşa edilmiş bir yerdir mirasçım!”
Mel henüz ilk
cümleyi okumuştu ki gözyaşları sel gibi akmaya başladı. Bunlar, dedesinin
sözleriydi ve artık her gün onu yıkık kulübenin yanında beklemeyecekti.
Kader
yollarını kesin olarak ayırmıştı, sadece bu kitaba yazdıklarını okuyarak ona
yakın olmanın nasıl bir his olduğunu unutmamaya çalışacaktı.
“Mirasımın henüz küçük bir bölümünü
alabildin, umuyorum mağarayı ve vadiyi kullanarak Sığ ve Derin mirasıma
ulaşabilirsin.
Aklın mı karıştı bu terimlerden? Varis
olarak bir önceki neslin mirasını almak istiyorsan, üç aşamalı bir yolculuğa
çıkman gerekecek. Sığ, Derin ve Dip miras olarak üçe ayrılmış enerjiyi tamamen
özümseyebilirsen, öncülünün mirasını kazanmış olursun.
Mağarada botanik konusunda kendini
geliştirmen için gereken malzemeler ve ortam hazır halde bekliyor, yüzüğün içindeki
kil çömlekler de bu konuda sana yardımcı olacak nesnelerle doludur.
Vadi ise dövüş kabiliyetin için
kullanman gereken bir yer, her seviye vahşi yaratığı içerisinde bulabilirsin.
Başlarda, mağaranın etrafından pek ayrılmamanı tavsiye ederim, buradan korktukları
için belli bir seviyenin üstündeki yaratıklar yanına yanaşamazlar.
Biliyorum, yazdıklarımı tedirgin ve ne
yapacağını bilemez bir halde okuyorsun ama sana her şeyi ben anlatamam
Mirasçım.
Şimdi, kendini ve çevreyi keşfetme
zamanıdır, git ve yaşa!”
İlk sayfa bu
sözlerle son buldu, başlangıç için gerekli olan açıklamaları alan Mel işe
mağaranın içinde dolaşmakla başladı.
Drago burada
uzun yıllar geçirmiş, hazırlıkları bizzat kendisi yapmıştı. Küçük çocuk dedesi
yanındaymış gibi her taşa, her çiçeğe dokunarak yürüdü. Nemli toprağın üstüne
bedenini bırakarak gözlerini yumdu.
Uzun süre yarı uyur vaziyette zamanın akmasını gözlemledi Mel, değişik bir meditatif
durumun içine girdi.
Bitkilerin
köklerinden, kendi derisinin üstündeki gözeneklere doğru bir enerji akışı
olduğunu hissetti. Derisinden kanına, oradan etine ve kemiğine işliyordu.
Emilen enerji
o kadar sakin ve uysaldı ki genç çocuk sıkıntıya düşmeden kucak açabildi ona,
sanki bitkiler kendi hür iradeleriyle enerjiyi Mel’ in özümsemesi için sunuyorlardı.
Muhteşem bir
histi, bir süre sonra enerji akışı kesildiğinde Mel gözlerini açmak zorunda
kaldı.
Küçük çocuk tadı mutluluğa benzeyen bu durumdan çıkmak istemedi, tekrar
gözlerini kapatarak bitkilerden enerji almaya çalıştı.
Şimdi,
topraktan bedenine gelen enerji az önceki kadar rahat akmıyor gibiydi,
derisindeki gözeneklere geldiğinde ise küçük çocuk acı içinde kıvranmaya
başladı.
Enerji artık
rahatlık veren değil de onu acı içerisinde kıvrandıracak bir formdaydı. Hemen
uyanarak ayağa fırladı genç Mel.
“Neler oluyor? İlk seferinde her şey
çok kolayken, neden bedenime bıçaklar saplanıyor gibi hissettim?”
Acının
yanında bir parça suçlulukta duydu küçük çocuk, ne olduğunu bilemese de bu
hisler gelip kalbine oturdu.
“Öldürme döngüsüne girmemiş hiçbir
şeyi öldürme!”
İçinde
yankılanan sesi duyana kadar durum bu şekilde devam etti, Drago’nun son
vasiyetini onun sesiyle işitiyordu.
“Ben, bitkilere kötü bir şey mi
yaptım?”
Panik içinde
bağırdı Mel, bitki bahçesine baktığında korktuğu şeyin gerçekleştirdiğini gördü.
Daha önce
canlılık içinde arz-ı endam eden çiçekler ve bitkiler boyunlarını bükmüş, hayat
enerjilerinin sömürüldüğünü belli edercesine renklerini kaybetmişlerdi.
“Özür dilerim, gerçekten böyle
olacağını bilmiyordum!”
Panik
içindeki çocuk bir sağa bir sola koşturuyor, emdiği enerjinin kocaman bir bitki
bahçesini yok edebilecek kadar çok olduğunu düşünerek üzülüyordu.
Neyse ki
bitkiler yavaş yavaş eski hallerine gelmeye başladı, mağaranın içinden akan
ırmağın sularıyla beslendikçe renkleri geri gelip, kokuları etrafa yayıldı.
Dönülmez bir
hata yapmadığı anlayan Mel mağaradaki ikinci en ilgi çekici şeye, yani ırmağa
bıraktı kendisini. En derin yeri belinin hizasına gelen bu akarsuyun kenarına
yatarak sakinleşmeye çalışıyordu.
Beklentisinin
aksine gözleri bir anda açıldı, suyun içindeki uzuvları titremeye başladı. Daha
bir saat olmadan, küçük çocuk yeri göğü delebilecek kadar enerjik bir hal
almıştı, kendini suyun dışına attığı gibi mağaranın içinde deli gibi koşturdu.
Ha patladı ha
patlayacak bir vaziyette yönünü bilmeden, kendini bir sağa, bir sola attı
durdu. Bu şekilde, ana salondan ayrılarak mağara içindeki başka bir odaya
vardı.
Odaya girdiği
gibi hareketleri yavaşladı, içinde kopan fırtınaların köpürttüğü dalgalar adeta
bir dalgakırana çarpmış gibi dağılıverdi.
Nihayet
normale dönmeyi başaran cılız çocuk, tesadüf eseri geldiği yeri incelemeye
koyuldu.
İlk dikkatini çeken, tavandaki ışıldayan kristallerdi. Mağaranın bu
bölümü, aynı büyük boşluk gibi kristaller sayesinde aydınlanmaktaydı.
İlk fark
edilen bu olsa da en göze batan detay, büyük duvara oyulmuş gibi duran ejder
pençesi iziydi. Eski ve kadim bir havası vardı, sanki çok uzun zamandır
buradaydı bu iz.
Hızlı bir göz
gezdirmeden sonra, Mel burasının dövüş antrenmanı yapmak için dizayn edilmiş
bir yer olduğunu anladı. Ortadaki büyük boşluğun etrafı tahta, metal ve
tanımlayamadığı maddelerden oluşan kuklalarla kaplıydı.
İz olan
duvarın tam karşısında, tavandan yere kadar kazınmış bir kitabe vardı, en
üstünde Ejder Pençesi yazan bu kitabenin ne için olduğunu çok iyi biliyordu.
“Drago dedenin bana bıraktığı tek
dövüş yeteneğini nasıl kullanacağım burada yazıyor, içimde bu kadar enerji
varken hemen başlamazsam yazık olur!”
Sorumluluklarının
farkında olarak mı böyle dedi yoksa sadece oyun olsun diye mi konuştu belli
değildi ama Mel hayatındaki ilk dövüş eğitimine burada, diğerleri çalışırken
peşinden dolaştığı dedesinin inşa ettiği mağarada başlayacaktı.
Elini
kitabede yazdığı şekilde üç parmaklı hale getirdiğinde görüntüsü karşısında
epey utandı küçük çocuk, bununla etraftaki kuklalara zarar vereceğini
düşünemiyordu bile ama içinde biriken enerji ona bunu denemesini söyledi.
Yavaşça
talimatları uygulamaya başladı Mel, nefes alışverişini düzenlediği zaman
bedeninin her tarafına eşit olarak dağılmış enerjinin usul usul sağ eline doğru
ilerlediğini hissetti.
Çok doğaldı
sanki doğduğundan beri bu enerji onun damarlarında dolaşıyormuşçasına sakince
vücudunda devir daim etti.
Elindeki
enerji miktarı onu zorlamaya başladığında adeta pençesini savuran bir vahşi
hayvan gibi saldırdı, en zayıf gördüğü tahta kukla hedefiydi. Öyle heyecanlandı
ki sımsıkı kapattığı gözleri nedeniyle zor bela buldurdu hedefini.
“Başardım!”
Tahta
kuklanın kopan kolu duvara vurduğunda, hayatında ilk defa bir şeylere saldıran
Mel heyecanla bağırdı. Böylece savaşçılık yoluna ilk adımını atan cılız çocuk,
kendine güveni gelene kadar buradan çıkmayı düşünmedi. İki gün boyunca
kuklalara saldırdı.
“Gitgide daha iyi oluyorum ancak bu
kuklalar sadece yerlerinde sabit durarak benim vurmamı bekliyorlar. Eğer hep
burada kalırsam, dışarıdaki yaratıklara karşı kendimi nasıl koruyabilirim!”
Aklında
dolaşan soruyla beraber yeniden mağaranın ortasından akan suyun içine girdi.
Harcadığı enerjiyi kazanamayacak olsa da bedeninde biriken stresi burada kolaya
atabiliyordu.
Bu sırada
bitkilerden enerji çekmeyi denedi küçük çocuk ama bu sefer çok temkinli
davrandı. Bitkilerin ona kendi istekleriyle boyun eğmediklerini gördüğü an,
ısrar etmeyip sadece doğru zamanı beklemeye karar verdi.
“Sanırım onların da ilk önce yeteri
kadar enerji depolamaları gerekiyor, aksi halde canlılıklarına zarar vermiş
olacağım!”
Aklını işgal
eden düşünceler ve bedenini kaplayan rahatlama hissiyle kendinden geçti. Zayıf
bedeni akan suyun üstünde yüzen bir yaprağı andırıyordu, eğer ince kollarıyla
toprağı kavramasa şüphesiz akıntıya kapılarak savrulurdu küçük çocuk.
Gözlerini
açtığında, yoğun antrenmanla geçen iki günün yorgunluğu silinip gitmişti,
kafası sakin, düşünceleri hiç olmadığı kadar berraktı.
“Dedem, bıraktığı mektupta içimde
bulunan enerji sarayından bahsetti, nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyorum,
bunun için ayin sunağına gitmem gerekecek.”
Aldığı miras
önce Mel’ in bilinç düzeyini etkiledi. Birkaç gün önce şaşkın ördek yavrusu
gibi bir oraya, bir buraya savrulan küçük çocuğun aurası, büyük değişim
gösterdi.
Kurulanıp
elbiselerini giydiğinde üzerinde yeşil bir bornoz vardı, bel kısmından sıkı bir
kemerle tutturulan bu kıyafet içindeyken, Mel sanki kraliyet ailesinin
prenslerinden biri gibi görünüyordu.
Sakince ayin
sunağına oturan cılız çocuk, aklından gelip geçen düşünceleri bir süre izlemek
zorunda kaldı. Kendisini sakinleştirip derin bir trans haline girmesi, uzun
zaman aldı.
Neyse ki o
artık eski Mel değildi. Dedesinin gücünü tamamen alamasa da ayinle elde ettiği
enerji bu konuda bir yetişkin kadar becerikli olmasını sağladı.
Bir süre
sonra derin transa geçtiğinde, kendini bazı harabelerin ortasında buldu.
Yıkılmış duvarlar, yerle bir olmuş kemerlerin görüntüsü onu şaşkına çevirdi.
“Bu ne böyle?”
Anlaşılan
içindeki Enerji Sarayı’nı hiç böyle hayal etmemişti, özellikle saray kelimesi
sonrası beklentileri epey yüksekti.
“Ne bekliyordum ki? Henüz dedemin
mirasının yarısını bile elde edememişken, nasıl olur da içimde görkemli bir
saray yükselebilir?
Arkasını
dönüp sarayı çevreleyen dış duvarların bazı kısımlarını sağlam ve dimdik ayakta
görünce, düşündüklerinin doğru olduğunu anladı. Burası, gerçekten onun Enerji
Sarayı idi ve şu anki haliyle sadece sarayın dışındaki birkaç metre duvarı
ayakta tutabiliyordu.
“Yıkıntıların kapladığı alana
bakılırsa, tamamlandığında Enerji Sarayım görkemli bir hal alacak. Elimde bütün
malzemeler mevcut, yapmam gereken daha çok güçlenip sarayı yeniden ayağa
kaldırmak!”
Trans
durumundan çıktığında, beklentilerinin tersiyle karşılaşmış olsa da çok
neşeliydi. İçinde devasa bir yapı mevcuttu ve ona düşeni yapabilirse
olasılıklar sınırsız gibi görünüyordu.
“Bir gün tamamladığımda, Enerji
Sarayım nasıl görünecek acaba?”
Yeni
oyuncağına kavuşmuş çocuk gibi Mel’ in de içi içine sığmadı, hemen kendisini
kuklaların olduğu antrenman salonuna attı.
Bu sefer
sadece bedeninde miras kalan gücü kullandı, metal veya ahşap ayrımı yapmadan
bütün kuklalar küçük çocuğun hedefiydi.
“Bütün gücümü harcarsam, enerji
sarayım yıkılır mı?”
Bir soru
vardı aklında ve bunu çözmeden rahat hissedemeyeceğini düşündü, gücü tükendiği
gibi kendisini yeniden Ayin Sunağın da buldu.
Yeniden
harabelerin içinde gözlerini açtığında derin bir oh çekti, sadece kendisine ait
enerjiler sayesinde ayakta duran duvarlar, yerli yerindeydi.
Eğer
enerjisini her tükettiğinde sarayının bir bölümü yıkılsaydı, bu onun için büyük
bir problem olurdu. Şimdi sadece tek bir problem kalmıştı o da ardıllarının
enerjilerini kendisinin yapacak yöntemi bulmaktı.
“Şimdi, kendini ve çevreyi keşfetme
zamanıdır, git ve yaşa!”
Bu anlarda
aklına dedesinin sözleri geldi. Her ne kadar bir temenni gibi dursa da, Mel
onun için en doğru yolun bu olduğunu yüreğinde hissetti.
Harap
bedenini zorla akan suyun yanına getirdiğinde, bir program yapması gerektiğini
düşündü. Günlerini bu mağaranın içinde geçirirse, dış dünya hakkında hiçbir şey
öğrenemezdi.
Gücünü
toparladığında, ilk iş mağaranın yakınını keşfetmeye karar verdi.
Üzerine
köydeyken hep giydiği giysilerini geçirdiğinde, çoktan mağarasın dışarıya
açılan ağzına gelmişti. Adımını dışarıya attığında, bunun sadece küçük bir adım
değil, sanki başka bir boyuta geçmek olduğu hissetti.
Panikle
arkasına döndüğündeyse, mağaranın ağzının olduğu yerde yüksekçe bir tepe gördü,
az önce içinden çıktığı yer hakkında hiçbir emare yoktu.
Hızla geri
dönmek istedi cılız çocuk, henüz bir adım attığından bu çok kolay oldu. Bir
saniye sonra gözünü kapatıp önünde duran kayalardan oluşmuş duvarın üstüne
bastığında, kendini yeniden mağaranın girişinde buldu.
“Anlıyorum, dedem buraya yabancıların
girmemesi için böyle bir şey yapmış olmalı!”
İçi
rahatlayan cılız çocuk kendisi dışarı attı. Rahatça keşfe odaklanabileceğinden,
önündeki küçük açıklıktan sonra başlayan sık ağaçlardan oluşmuş ormanı keyifle
izledi.
“Bugün, köyümün dışındaki bir yeri ilk
görüşüm olacak. Dedemin tembihlediği gibi yakın çevreden ayrılmamalıyım!”
Kendi
kendisine söylenen Mel ormanın içine girdi. Gökyüzünde güneş yakıcılığıyla
parlıyordu ancak uzun ağaçların sık dallarının bütün ışığı kesmesi sonucu,
ormanın içi epey serindi.
Sıcak
bedenine değen soğuk hava nedeniyle ürperen küçük çocuğun tüyleri diken
dikendi, dedesinin bıraktığı yüzüğü tam olarak incelemediğinden üstüne eski
kıyafetlerini giymişti ve bunlar böyle bir ortam için hiç elverişli
görünmüyorlardı.
Mel, her
adımda yanlış karar verdiğini anladı ama geri dönüp kıyafetlerini değiştirmek
yerine ilerleyerek kendisini test etmek istedi.
“Mağarada oluyordu, şimdi neden
olmuyor?”
Aslında
moralini bozan başka bir konu daha vardı. Gözünün alabildiğine yeşil, dört
tarafı ağaçlarla çevrili olsa da hiçbirinden enerji çekemiyordu.
Bu bitkiler
mağaradakiler gibi uysal başlı değildi, ne zaman onlarla etkileşime girmek
istese keskin bir acı zihnine saplandı.
“Neden inat ediyorsunuz ki niyetim
size zarar vermek değil, sadece güçlenmek istiyorum!”
Karşısına
çıkan ilk engele toslayan Mel, sakin ormanın içinde bağırmaya başladığında
dallarda dinlenen kuşların çoğu ürkerek havalandılar, hâlbuki beklediği yanıt
bu değildi.
Sadece kuşlar
değildi onunla iletişime geçen, bir çift kırmızı göz ağaçların arasından onu
gördü. Sonra takip etmeye başladı, çizdiği bitmek bilmeyen çemberler boyunca
eşlik ederken varlığını hissettirmemek adına sürekli mesafeyi belli bir
uzaklıkta tuttu.
“Bu böyle olmayacak, sakinleşip küçük
adımlarla ilerlemem gerekiyor!”
Yarım günlük
seyahatten sonra Mel, yüzyıllık ağaçların onunla muhatap dahi olmadığını acı da
olsa kabul etti ve meditasyon durumuna geçip daha genç filizlerle işe başlamaya
karar verdi.
Sırtını geniş
gövdeli asırlık çınara yaslayarak gözlerini kapattı, içindeki enerji onu kabul
edecek kökleri bulmak için yavaşça ilerledi.
Şu an için
imkânsız görünen dev köklerin yanından usulca geçerek, onun gibi genç fidanlara
temas etti. Vahşi yaşamda var olma mücadelesi veren bitkilerin ilk tepkisi,
reddetmek oldu.
Yılmadı Mel,
zihnini baskı altına alan acılara katlanarak denemelerine devam etti, ta ki
kendisinden daha zayıf bir köke temas edene kadar.
“Oldu, gerçekten birisi benimle
iletişime geçti!”
İçi içine
sığmıyor, zar zor kontrol etmeyi başardığı kendi gibi cılız enerjisini
kullanarak bir canlıya boyun eğdiriyordu. Kalbinin atışlarından gömleği dalga
dalga oldu, bir an önce etkileşime girdiği fidanın enerjisini çekip almak
istedi.
“Öldürme döngüsüne girmemiş kimseyi
öldürme!”
Kendinden
geçmiş olan Mel, buz gibi sulara atılmışçasına titredi. Dedesinin bıraktığı
mirasın temel taşı olan sözler, hırs bürümüş gözlerini açmasını sağladı.
Bir an sonra
hislerinin sadece dedesinin sözleri nedeniyle değil, suratına doğru inen büyük
pençe nedeniyle de olduğunu gördü.
“Seni namussuz!”
Yana savruldu
ve az önce olduğu yerdeki ağacın gövdesi bıçak kadar keskin tırnakların
bıraktığı izle süslendi.
Uzun zamandır
onu izleyen bir çift gözün marifetiydi bu, dört ayağının üzerinde kesik kesik
soluyan vahşi hayvan kulaklarını dikmiş Mel’e bakıyordu.
En büyük
kâbusu geri dönmüştü, köyünün katledildiği gece onu öldürmeye çalışan
yaratıklardan biri karşına dikilmiş, genişçe açtığı ağzının içindeki keskin
dişleri gösteriyordu.
“Böyle sinsice saldırdığına göre tek
başınasın, yoksa çoktan etrafımı çevirmiştiniz!”
Dedesinin
mirasını almak bilinçsel düzeyinde dev bir sıçramaya neden olduğundan, kendisinin
ve düşmanın durumunu değerlendiren Mel, hızlıca çıkarımını yaparak ona göre
duruşunu aldı.
Yeni hayatına
başladığı şu günlerde eskisi gibi kaçıp saklanmayacaktı, öldürme döngüsünün
içindeki yaratığa gereken dersi vermek istedi.
Kuklalarla
yapılan onca antrenman boşuna mıydı? Kazanımlarını ve öğrendiklerini gerçek
hayatta sınama şansını kaçırmazdı.
Zaten düşmanı
da onu bırakacak gibi durmuyordu, yavaşça kırdığı ön ayaklarının üzerinde
bekleyişini zıpkın gibi ileriye doğru fırlayarak sürdürdü.
Aynı anda Mel
de ona doğru hızlandı, dallarına geri dönen kuşların kanat çırpmalarının
altında ilk çarpışma gerçekleşti.
Kanın havaya
karışan kokusu sakin ormanın içinde asılı kalmışken, damlalar yerdeki sık bitki
örtüsünün üzerine sıçradı. Belli ki henüz mücadelenin başında taraflardan biri
yaralanmıştı.
“Çok hızlı, sabit duran kuklalara hiç
benzemiyor!”
Sırtı boyunca
uzanan kanlı kesiğe bakan Mel sıktığı dişlerinin arasından çıkan fısıltılarla
adeta kendisine telkinde bulundu. Boz kürkü diken diken olmuş kurdun çevikliği,
ilk canlı rakibi karşısında küçük çocuğu dezavantajlı hale sokuyordu.
“Bu da bir eğitim sayılmaz mı? Henüz
yolun başında böyle korkarsam, dedemin yüzüne nasıl bakarım?”
İnsanı diğer
türlerden ayıran özelliklerden biri, içsel motivasyonlarından güç alabilmesiydi.
İlk darbede yaralanan kurt olsaydı muhakkak kaçmayı düşünürdü ama Mel Mirasçı
sıfatının hakkını vermek adına gözlerini hasmına dikti.
Avantajı ele
geçirmiş yaratık geri durmadı, ilk kanı akıtmış olmanın momentumunu kaybetmeden
taze eti midesine indirmenin peşine düştü.
Çevik bir
hamleyle Mel’ in üstüne atıldığında bu sefer karşılık görmedi, hareket halinde
zayıf kaldığını anlayan küçük çocuk yana savrularak darbeden kaçtı.
Vuruş gücü
olarak kendine güveni tamdı ama iş hareket becerilerine geldiğinde sanki o
kukla, rakibi hareket edebilen biriymişçesine çaresiz kalıyordu.
Vahşi yaratık
olayın farkına vardı. Hızını ve çevikliğini kullanarak Mel’ in nefes almasına
imkân tanımadan, ardı ardına ataklar yaparak üstünde baskı kurdu.
Mücadele
adeta dayanıklılık savaşına döndü, bunu isteyen de yine kurttu. Hayvani
sezgileri, şüphesiz hareketlerinin temel dayanağıydı.
Mirası alan
Mel’ in zihinsel olarak aşama kat ettiği bir gerçek olsa da bedenen ancak bir
arpa boyu kadar yol almıştı.
Her geçen saniye hareketleri yavaşlıyor, derisinin
üzerindeki kesik sayısı artıyordu.
Malum son
bağıra çağıra yaklaştı, saldırıdan kaçarken yalpalayarak dizlerini üzerine
düşmesi bardağı taşıran son damla oldu.
Yaratık
oluşan açığı değerlendirmek adına ileri atıldı. Yarım gün boyunca peşinde
dolaştığı çocuğun yumuşacık boynu tüm sululuğuyla ona bakarken, hedefine doğru
ilerledi.
Mel, son
gücüyle dönüp kendi korumak istediğindeyse hiç beklenmeyen bir olay yaşandı.
Sık bitki örtüsünün içinden bir dal, kamçı gibi uzanıp avına atılan kurdun
bacağına dolanıverdi.
Momentumunu
kaybeden hayvan tökezlediği an, acı bir ulumayı gökyüzüne doğru bıraktı. Bir
gözünü kapatırken, diğer gözünün olduğu tarafta üç şeritli ejderha pençesi izi
vardı.
Mel,
dedesinin bütün köyü haritadan silen ve ardında duran koca dağı yıkan vuruşunu
yaptı.
Aynı etkiyi yaratmaktan çok uzak olsa da başarmıştı.
Bu zafer,
dedesinin mirasını kullanarak kazandığı ilk zaferdi. Uyarısıyla, gözlerini
açarak gelen darbeyi savuşturmasından başlayan süreç, etkileşime girdiği bitkinin
yardımıyla son vuruşu gerçekleştirene kadar, hep ona göz kulak adamın sayesinde
oldu.
“Dede, beni hâlâ koruyorsun! Sana söz
veriyorum, yüzünü kara çıkaracak hiçbir şey yapmayacağım!”
Mel, kendi
yaşıtlarına göre vasat bir çocuktu; bedeni, düşünme hızı, kararlılığı ve uysal
doğasıyla vahşi dünyada kendine yer bulması çok zordu ama hiç kimse onun
sadakatini sınayacak kadar küstah olamazdı.
Az önce
ettiği sözler, kalbinin derinliklerinden çekip çıkardığı, ne olursa olsun
yolundan sapmayacağı dedesi adına ediliyordu.
“Hemen kaçmalıyım, sürü toplanırsa
kurtulamam!”
Yaşadığı
yoğun fiziksel ve duygusal durum karşısında yığılıp kalan Mel, uzun süre sonra
kendini tamamen toparlamayı başardığında aklına bir şey gelip saplandı.
O da
rakibinin ölmeden önce yaptığı hareketti, kurt ulumuştu. Öleceğini anladığı an,
intikamını alması için sürüsünü son nefesini verdiği yere çağırdı.
Panikle
kalktı cılız çocuk, ağır cesedi sürükleyerek tek sığınağına, Mirasçı unvanını
aldığı mağaraya doğru ilerledi.
Yaptığı son
vuruşla Mel’ in kalan gücünü de tükendi, neyse ki dedesinin tavsiyesine uyup
mağarasından çok uzaklaşmadığından kurtuluş yakındı.
Giriş
gizlenme yöntemleri sayesinde diğerlerine görünmese de o nereye gideceğini çok
iyi biliyordu. Ardından sürüklediği cansız kurt bedeniyle beraber, son bir
gayretle kendisini güvenli bölgeye atabildi.
Nemli
duvarlardan sürünerek ilerleyen soğuk hava bedenine değdiğinde, daha fazla
dayanamadı. Önce gözleri karardı, daha sonra dizlerinin çözülen bağı ipleri
kesilmiş bir kukla misali yere düşmesini sağladı.
Amacı
kendisini mağaranın içinden akan suyun kollarına bırakmaktı ama girişin birkaç
adım ilerisinde bayılmaktan kurtulamadı.
Ölüm korkusu ve ilk zaferini tattığı
günün sonunda, dedesinin dizlerindeymiş gibi mışıl mışıl uyuyordu.
Gözlerini
tekrar açtığında, sağ elinden gelen acı hissi dişlerini birbirine sımsıkı
kenetlemesine neden oldu. Sanki orijinal uzvu gitmiş, yerine üç katı
büyüklüğünde bir şey gelmişti.
Benzetme
yanlış değildi, ona ilk zaferini kazandıran vuruşu yaptığı eli neredeyse kafası
kadar büyüktü.
En ufak harekette çığlık atmasını sağlayan durum karşısında ne
yapacağını bilemeyen küçük çocuğun aklına gelen tek çare, içine girildiğinde
insanı yenileyen suyun yanına gitmek oldu.
Cesedi yerde
bırakan Mel, diğer eliyle sabitlediği sakatlanmış uzvunu fazla hareket
ettirmeden yürümeye başladı ama bu iş düşündüğü kadar kolay değildi.
Attığı her
adım bedeninin sallanmasına, her sallanış şişmiş elinden başka bir acı
dalgasının yükselerek beynine kadar ilerlemesini sağlıyordu.
Kendini serin
sulara bıraktığında, Mel’ in bir adım daha atacak hali yoktu.
Kanla kaplı
elbiselerinden tutun da yüzündeki kurumuş gözyaşlarına kadar feci bir görünümü
vardı.
Hırpalanmış
sağ elini yavaşça nehrin içine daldırdığında, önce küçük küçük iğnelerin derisine
saplandığını hissetti. Uyandıktan sonra çektiği acıların ardından bu durum
yüzünün hafifçe aydınlanmasını sağladı. Bedenindeki
gözeneklerden içeri akan enerji gözle görülebilir bir hal aldı, teninin soluk
beyazı sağlıklı kırmızı renge dönüyordu.
Gözleri
sakatlanmış uzvundaydı, başlarda büyük endişelerin içine düşmesini sağlayan
şişlik yavaşça iniyor gibiydi. Dedesinin miras bıraktığı mağara gerçekten
olağanüstü bir yerdi, ne olursa olsun sığınabileceği ve iyileşmesi için gereken
her şeyin bulunduğu gizli sığınağıydı.
Yarım gün
boyunca dinlenen Mel, acı içinde girdiği sudan bir hamlede çıktı, kurdun pençe
darbeleri nedeniyle haşatı çıkmış kıyafetlerini de çıkarıp attı.
“Sağ elim biraz güçlenmiş gibi
geliyor, bunu mutlaka denemeliyim!”
Sakatlanan
eline bakan Mel, eski haline döndüğünü gördü. Hatta verdiği hissiyat,
mücadeleden öncekiyle kıyaslanırsa bambaşkaydı. Mel, vahşi hayvanla şu anda
karşılaşsa, aynı vuruşu yapması halinde elinin böyle büyük hasar almayacağına
emin gibiydi.
Koca mağarada
tek başına olduğundan, giyinmek için vakit kaybetmeden çeşit çeşit kuklanın
olduğu odaya doğru koştu. Kısa taş koridoru bitirir bitirmez en yakındaki
hedefe, ustası olan dedesinden gördüğü Ejder Pençesini indirdi.
“Hadi canım! Sağ elim gerçekten
güçlenmiş!”
Genç çocuğun
şansına ilk hedefi tahta bir kuklaydı ve Mel üç parmaklı bir pençe haline
getirdiği sağ eliyle, insan şeklindeki kuklayı ortadan ikiye bölmeyi başardı.
“Bir de sol elle deneyelim!”
Kısa zaman
içerisinde ilk mücadelesine girip zaferle ayrılan küçük çocuk, sağ elinden
sonra sol elinin de güçlenmiş olmasını diledi ama darbeyi alan hedefin sadece
bir parçasının kopmasıyla hevesi kursağında kaldı.
Yaşadığı
deneyim sayesinde Mel’ in sadece sağ eli güçlendi. Canı biraz sıkılsa da
anlayabiliyordu, fedakârlık olmadan güçlenmesi mümkün değildi.
“Bu konu aydınlandı, sıra diğerini
anlamakta!”
Sonraki
durağı bitki bahçesi oldu. Yarım günlük dinlenme süresince olanları en ince
ayrıntısına kadar düşünme fırsatı yakalayan Mel, bir şeylerden emin olmak
istedi.
“Anlaşılan sadece enerjilerini benimle
paylaşmakla kalmıyor, iletişime geçtikten sonra kendi iradeleriyle yardımda
edebiliyorlar”
Aklından
geçen düşüncenin ardından gözleri parladı, özellikle yardım alma ihtimali onu
çok heyecanlandırdı.
“Karşıma gittikçe daha güçlü
düşmanların çıkacağı kesin, her seferinde buraya geri dönüp iyileşmeyi
beklersem, üç sene içerisinde dedemin derin mirasını ele geçirmem mümkün
olmayacak.”
Mel, küçük
köyünde yaşadığı zamanlarda bile insanların kendilerini tedavi etmek için
bitkileri kullandığını pek çok defa gördü. Her çeşit nadir bitkinin yetiştiği
yerde, elbet ki bu konu hakkında öğrenebileceği şeyler olmalıydı.
Antrenmanın
yorgunluğunu atmak için kendini sulara bıraktığında, bilincini miras aldığı
yüzüğün içine batırdı. Ancak iki eliyle taşıyabileceği büyük kitabı masanın
üzerine bırakarak, sayfaları çevirmeye başladı.
Tahmin ettiği
gibi, mağaranın içindeki botanik bahçesi ve hafızasındaki bitkiler tesadüf
değildi. Dedesi bu konuda gerçekten eşsiz bilgilere sahipmiş gibi görünüyordu.
“Birçok şeyi bilmeme rağmen, neden bu
kitapta yazılı olan her şeyi hatırlamıyorum?”
Kendi sorduğu
soruya yine kendisi cevap vermeden önce küçük çocuk bir süre düşündü, neler
döndüğünü anladığındaysa yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.
“Henüz sığ miras seviyesindeyken,
nasıl olurda dedemin tüm bilgeliğine ulaşabilirim ki?
” Farkında
olmadan çok önemli bir şey daha keşfetti, kitabın içindeki konular çeşitli
başlıklara ait olarak sıralanmıştı ama bazı sayfalar sadece boş kâğıtlardı.
“Anlaşılan, güçlenmedikçe böyle
kısıtlamalarla sürekli karşılaşacağım, bir an önce gelişimimi hızlandırmam
gerekiyor!”
“Bitkisel Karışımlar, işte buldum!”
Hızla
çevrilen sayfaların ardından, girişteki bölümden sonraki ilk yazılara erişti,
ne tesadüftür ki tam da aradığı şeyi buldu.
“Dayanıklılık geri kazanım karışımı,
güç geri kazanım karışımı, iyileştirici toz, panzehir karışımı!”
Okudukları
karşısında elleri titremeye başlayınca kitabı yavaşça masanın üstüne bırakıp,
dikkatini verilen tarifleri incelemek için harcadı.
“Formüller benim için geride
bırakılmış ve malzemelerin hepsinin raflardaki kil çömleklerin içinde olduğu
yazıyor. Hemen ilk denemelerimi yapmalıyım!”
Gözlerini
açtığında belden aşağısı suyun içinde olan Mel, çevik bir hareketle derenin
dışına çıkıp daha önce hiç gitmediği bir yöne doğru ilerledi.
Mağaranın
geniş orta kısmından ayrılıp, tünel şeklindeki kısa yol vasıtasıyla yeni bir
odaya girdi. İlk adımını içeri attığı an donup kaldı.
“İnanılmaz!”
Gördüğü
şeyleri beyninin idrak etmesi için biraz zaman geçmesi gerekti. Kefe şeklindeki
iki metal tabağın birbirine zincirle tutturulduğu bir nesneyi eline alarak,
incelemekle başladı.
“Sığ mirasa ulaşamasam da hepsinin
bilgileri kafamda.”
Tüm alet
edevatın isimlerini ve kullanışlarını biliyordu. Dedesinin eski çalışma alanı,
hatıraları gibi ona miras kalmıştı. Gerekense sanki doğduğundan beri bu işi
yapıyormuşçasına ustalaşana kadar durmaksızın çalışmaktı.
“Dayanıklılık geri kazanım karışımı,
tamam!”
“Güç geri kazanım karışımı, tamam!“
"İyileştirici toz, tamam!”
“Panzehir karışımı, tamam!”
Mel,
çantasının içine bakıp stoklarını son kez kontrol etti, kitabın bitkilerle
alakalı bölümünün ilk sayfasındaki bütün karışımları hazırlayarak yola çıktı.
Mağaradan
dışarı adımını attığında önceki sefere nazaran ifadesi daha stabil, gözleri
daha kararlı bakıyordu.
“Son ulumasının üstünden iki gün
geçti, gelmiş olanların çoğu geri dönmüş olmalı ama ayak izlerine bakılırsa
biraz daha geç kalsaymışım çok kötü olacakmış!”
Cılız çocuk,
mağarasının önünden başlayıp ormanın derinliklerine doğru giden izlere bakarak
konuştu. Birbiri içine geçmiş pek çok iz vardı ve hepsi tek biçimdi.
“Kaderden kaçış yok, o gece beni
kovalayan yaratıkların akrabaları olmalılar. Yeni hayatımdaki ilk engel
sizsiniz!”
Güldü Mel,
üzerindeki açık yeşil deri kıyafetin sağını solunu düzelterek ormana yöneldi.
Kafasının seri şekilde bir sağa bir sola yönelmesine bakılırsa bu sefer epey
temkinliydi, gerçek bir ölüm kalım mücadelesinin izleri hareketlerinden
okunuyordu.
Bir noktaya
gelince durdu, hafifçe eğilip beline kadar gelen bitkinin dallarını okşadı.
“Yardımın için teşekkür ederim,
gördüğüm kadarıyla bu iş senin de karına olmuş!”
Neşeyle
konuştu cılız çocuk, üç gün önceki savaşta kendisine yardım eden bitki
inanılmaz bir hızla büyümüştü.
“Söz veriyorum, başka bir vahşi
yaratık öldürürsem cesedini tamamen sana bırakacağım!”
Ayak izlerini
takip ederek ilerledi. Bu kez göz ucuyla sağ tarafını kolluyordu ve yaptığı
hazırlığın meyvesini kritik anda yana atlayarak aldı.
Ağzından
köpükler saçan vahşi yaratık sürpriz saldırısı boşa çıkınca hırlamaya başladı,
kafa kafaya dövüş pozisyonu aldı.
“Dede, öldürme çemberine girmek
isteyen ne çok yaratık var!”
Kendi kendine
mırıldandı, bu sırada dört ayağı üzerinde yaylanan düşmanı gözünün önüne
gelmişti. Tam cepheden gelen saldırı kafasını hedefledi, Mel’ in karşılığı
kendini yere atmaktı.
Korkudan
değildi bu tepki, sırt üstü yatan çocuk kuklalarla eğittiği sağ eliyle
yaratığın karın bölgesine saldırdı. Yaratık yere düştüğünde tuhaf bir ses
çıktı, boş bir çuval düşmüş gibiydi.
Mel sakin
adımlarla ilerledi, yaratığın düştüğü yer kan gölüydü. Eğilip cesedi sol eliyle
ensesinden kavradı, o an çalıların içinden başka bir gölge atıldı.
Bir saniye
sonra gölgenin pençeleri Mel’ in yüzüne indi, rüzgâr gibi geçip gitti.
“Ne zaman ortaya çıkacağını merak
ediyordum!”
Sağ elinde
oluşan birkaç yüzeysel çiziğe bakan cılız çocuk, beş adım uzağında duran
yaratığa doğru konuştu. Soluk soluğa hırlayan yaratık başka ses çıkarmadı, bir
süre Mel’i izledi ve geriye dönüp kaçmaya başladı.
“Vahşiler ama belli ki akılsız
değiller!”
Savaş
ganimetini kapan Mel, soluğu etkileşime girdiği bitkinin yanında aldı.
Yaratığın ufak çekirdeğini dikkatlice çıkardı, yüzüğünün içine aldı ve ölü
bedenini bitkinin dibine bırakarak meditasyon durumuna geçti.
Geniş gövdeli
ağaca sırtını dayayan çocuk enerjisini sakince toprağa, oradan da daha önce
etkileşime geçtiği bitkinin köklerine yolladı. Su gibi rahatça aktı enerji,
bildiği yoldan ilerlerken hiçbir engele rastlamadı.
“Ne oluyor? Bu yakıcı enerji de ne?”
Her şey
pürüzsüzdü ama Mel acıyla inledi, usulca akan yeşil enerjinin yanında kırmızı
alevler gibi savrulan yeni bir enerji belirdi.
Yeşil ve
kırmızı enerji bir arada Mel’ in bedenine girdiğinde şiddetle titredi. Rengi
kızarıyor, alnından akan terler boncuk boncuk yere düşüyordu.
“Demek böyle oluyor, bitki vahşi
yaratığın kanından ve etinden emdiği enerjiyi de benimle paylaşıyor. Çok güzel,
dişimi sıkıp dayanmalıyım!”
Bir süre
geçince yeşil enerji akışı kesildi ama kırmızı enerji durmadan akmaya devam
etti. Bütün bedeni kızaran Mel’ in en çok sağ eli renk değiştirdi. Güçlenen
uzuv bir kez daha enerji vaftizine maruz kalıyor, kemiklerden çıkan ses kulak
tırmalıyordu.
“Kristaller ne işe yarıyor bilmiyorum
ama cesetler şüphesiz benim için çok faydalı. Hissedebiliyorum, sağ elim
değişim geçiriyor, onun yanında sol elimde ufaktan güçleniyor!”
Mel, ceset
tamamen toprağa emildiğinde hızlıca bedeninde gerçekleşen değişimi gözlemledi,
yeni buluşu sayesinde gelişim hızının arttığını keşfetti.
“Benimle gelmek ister misin? Seni de
mağaranın içine ekebilirim?”
Boyunu aşmış
ağaca seslendiğinde bir tepki görmedi, birkaç günde yıllarca sürecek gelişime
ulaşan bitki sessizdi. İki canlı formu bir süre birbirlerine baktılar,
sessizliği bozan konuşabilen tür oldu.
“Demek yerinde kalmak istiyorsun,
belki de bu senin için en iyisidir. Al, başka bir yaratık bedeni. Bunu teşekkür
olarak kabul et”
Sakinleşen
Mel konuşmasını bitirdiğinde öğlen güneşi tepeye ulaştı, yakıcı ışıkları geniş
yaprakların arasından süzülerek yeryüzüne vuruyordu. Hızlıca içlere ilerledi
çocuk, yoluna çıkan yaratıklarla savaştı.
Bitkinin
yanına döndüğünde, iki elinde birer vahşi yaratık bedeni vardı. Bir süre
durduktan sonra birini daha yere atarak devam etti.
“Yarın, etraftaki ağaçları
deneyeceğim!”
Gözünü
yükseğe dikti Mel, mağaraya doğru yürürken sırtını döndüğü yüksek ağaçları
hedefliyordu. Mağaranın içi dışarıdan bağımsız olarak sabit bir sıcaklık ve her
daim temiz havaya sahipti. Adımını atar atmaz derin bir nefes çekti çocuk, üst
başını atarak bitki bahçesine koştu.
Elini
savurduğu an iki ceset çiçeklerin arasında belirdi, bunlar gündüz öldürdüğü
yaratıkların bedenleriydi. O an bir hışırtı yükseldi, toprağa düşen bedenler
göz açıp kapayana kadar yok oldular.
“Hey, hey! Bekleyin, hemen emmeyin!”
Mel panikle
bağırdı ama sözlerini tamamlayana kadar her şeyin olup bittiğini görmek zorunda
kaldı. Çırılçıplak halde oturup meditasyona başladı, dört gündür enerjisini
emmediği bitkilerle etkileşime geçmek istedi.
Toprağın üstü
yeşil damarlarla kaplandığında henüz birkaç saniye geçmişti, Mel’ in olduğu
yere dört bir yandan akın ettiler. Kırmızı enerji damarları yoktu, bazı
enerjilerin renginin biraz daha koyu olması dışında her şey olağan ilerledi.
“İşte bu, işte bu!”
Haykırdı
cılız çocuk, kuklaların olduğu savaş odasının yönüne doğru koşmaya başladı.
İçeri girdiği gibi hedeflere saldırdı, sol eli durmadan indi kalktı. Sadece sol
elini kullandı Mel, mağara içindeki bitkilerin enerjisi emdikten sonra elini
kaldırmayacak kadar harap etmeden durmadı.
“Bir günlük hasadımı kumar olarak
ortaya koyacağım, umarım düşündüğüm gibidir!”
Büyük
açıklığa ulaştığında sağ elini savurarak yüzüğünün içindeki yaratık cesetlerini
bitkilerin içine bıraktı. On taneye yakın ölü bedenin kanları toprağa sızmaya
başladığındaysa, kendini serin sulara bıraktı.
Küçük
akarsuyun İyileştirici etkisini kullanıyordu, gözlerini kapatarak günün
yorgunluğunu sularla beraber kendisinden uzaklaştırdı.
Gözlerini
açtığında, yeşil bir ışıltı parlayarak mağaranın içinde yayıldı. Sol kolunu
hızlıca kaldırıp kontrol etti. Dış yaralar kapanmıştı, parmaklarını oynatıp
yumruk yaptı ve hiçbir sorun olmadığını teyit etti.
“Önce zarar ver, sonra iyileş ve
güçlen, biraz acımasızca değil mi?
” Bitkilerin
içine geçtiğinde dudaklarından bu sözler döküldü, özellikle zarar ver kısmındaki
tonu o anlarda neler hissettiğinin kanıtı gibiydi.
“Haydi bakalım!”
Bağdaş
kurarak oturdu, toprağa karışan vahşi yaratık bedenlerinden sonra bir kez daha
bitkilerden enerji çekmeye çalıştı. Daha önce denediğinde yanıt alamamıştı ama
bu sefer normalden daha koyu yeşil enerji damarları belirdi.
Yeni enerji
belirli bitkilerden geliyordu, Mel bunların yaratık bedenlerinin yakınındakiler
olduğunu hemen anladı.
“Verdiği his bile farklı,
yanılmamışım. Yaratık bedenleriyle beslenen bitkiler, çok daha yüksek kalitede
enerjiyi sunabiliyorlar!”
Yüzünün
tebessümüne aklından geçenler eşlik etti, kısa sürede yeniden bedenini
enerjiyle doldurdu.
Son bir deneme kaldı, umarım birkaç
saldırgan yaratık bulurum!”
Koşar adım
mağaradan dışarı fırladı, eski dostunun yanına geldiğinde onu birkaç insan
boyunda bir ağaca dönüşmüş halde buldu.
“Bir, iki, üç, dört, beş! Fena değil,
gelin!”
Mel
bağırdığında, çalıların arasından tam da saydığı kadar yaratık fırladı, bir eli
ağacın gövdesinde duran çocuk onları çabucak keşfetmişti.
“Biraz yardım edersin değil mi, ilk
defa bu kadar çok yaratıkla savaşacağım. Korkun olmasın, hepsi senin!”
Daha yaş
haldeki kavuğunu okşayarak yanından ayrıldı ağacın, etrafında çember
oluşturmaya başlayan yaratıkları izledi.
Çok değil,
iki saniye geçmeden üçü aynı anda saldırıya geçtiler. Biri havaya zıpladı,
diğer ikisi ters yönlerden üzerine atıldı.
Yüzünde panik
emaresi görünmeyen Mel bekledi, havadaki yaratığın üstüne inen dalın çıkardığı
büyük gürültüyü duyana kadar sabit durdu.
Kendisi gibi genç ağaç yanından geçen
düşmana darbesini indirince, hızla fırlayıp cepheden gelen düşmanla kafaya
kafaya çarpıştı.
Büyük sivri
dişlerin önüne sağ elini uzatarak kendi koruduktan sonra bütün gün kuklalarla
tavladığı sol eli Ejder Pençesi formunda yaratığın kafasına indi.
Sonraki an
artık düşmanın bir kafası yoktu, ölü beden yere düştüğünde Mel dal tarafından
bastırılan kurda son darbeyi vuruyordu.
Göz açıp
kapayana kadar iki düşmanı ortadan kaldıran çocuk durmadı, arkasından yaklaşan
yaratığa dönmeden sağ tarafa yuvarlandı. Boşa çıkmıştı yaratık, onun aksine iki
ayağından güç alan Mel’ in Ejder Pençeleri benekli gri kürkün koruduğu gövdeye
indiler.
“Üçü gitti, kaldı iki!”
Gözü
düşmanında değildi, ona yardım eden taze ağaca bakarak konuştu. Soydaşlarının
cesetlerinden beslenen bitkilerin enerjisini taşırken, hareketlerinde değişik
bir özgüvenin izleri seziliyordu.
“Gelin!”
Eliyle aynı
anlama gelen işareti yaptığında, bu sefer yan yana saf tutarak saldırdı
düşmanlar, sayısal üstünlüklerini kullanmak istiyorlardı. Toplamda dört pençeye
sahiplerken hiç de mantıksız değildi ama unuttukları önemli bir nokta vardı.
Genç ağacın
hepsinden fazla dalı vardı ve bunlar hışımla inip kalktılar. Saldırı düzenleri
bozulan hayvanlar Mel’ in birebirde eşi değildi, kısa sürede yerdeki yaratık
cesedi sayısı beşi buldu.
“Teşekkür ederim dostum, bu sefer
kaçmak zorunda kalmadım!”
On dakika
sürmeden beş düşmanı öldüren Mel, sırtını genç ağaca vererek meditasyona
başladı, bu kez çekirdekleri çıkarmakla uğraşmadan işe koyuldu. İki çeşit
enerji bedenine akmaya başladığında, gözleri birden açıldı. İki eline dikkatle
bakıyor, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu.
“Mağaradaki bitkiler, canavarları
besin olarak kullanıp daha kaliteli enerji sağlıyorlar ama bu yabani bitkiler
cesetlerden vahşi enerji çalmamı sağlıyor. Her nefeste ellerimin biraz daha
güçlendiğini hissediyorum.”
Mel,
dikkatlice ellerine bakarken anın heyecanıyla atladığı bir şeyi fark etti, ilk
yaratığın atağını bloklarken kullandığı elindeki yara aynen duruyordu.
“Güçlendirici etki iyileşmeyi
sağlamıyor, işim bitince hazırladığım karışımlardan kullanmalıyım!”
Beş cesedin
enerjisini emen tek ağaç olunca öğleden sonrasını bu işe ayırdı cılız çocuk,
ayağa kalktığında elinde kil çömlekten aldığı toz vardı. Açık yaranın üzerine
serptikten sonra küçük bir bezle örttü, elindeki su kabının içine boşattığı
diğer karışımlarıysa hızla içti.
“Bu hız çok düşük, bu gece şansımı
deneyeceğim!”
Aklından
geçirdiğini uygulamak için tereddüt etmedi, mağaranın yakınlarından ayrılmadan
geceyi dışarıda geçirmeyi planladı. Gece yarısına kadar dolaştı ama etrafta
hiçbir canlıya rast gelmedi, ufak tefek hayvanları görse de ona saldırmayan
hiçbir canlıyı öldürmeyi düşünmedi.
Biraz daha
içlere girdi Mel, çizdiği dairelerin dışına çıkarak ilk defa ayak bastığı topraklara
ilerledi. Yolunun üzerine çıkan vadiye de girerken hiç çekinmedi, içeriden esen
soğuk rüzgârlara doğru emin adımlarla yürüdü.
Vadi sessiz
ve sakindi, iki yanında yükselen yamaçlarının üzeri bin bir renkli çiçeklerle
kaplıydı. Ortasına gelene kadar hayran bakışlarını alamadı Mel, ardı ardına
gelen kükremeleri duyana kadar da bu hali devam etti.
Ortamın
havası bir anda değişti, göz alıcı çiçeklerin üstünde pençeler belirdi. Dört
yanı güzellikle değil, vahşi yaratıklarla kaplıydı.
“Aptal kafam! Bu tuzağa nasıl düştüm?”
Arkasını
döndüğünde vahşi yaratıklardan oluşmuş duvarı gören Mel hayıflandı, ilk gece
nöbeti felakete dönüşmüş gibiydi.
Tekrar önünü
döndüğünde arkasındakinin birkaç katı büyüklükteki kalabalığı fark etti. Ayrıca
burada, kızıl kürkü ve normal yaratıkların birkaç katı büyüklüğünde gövdesiyle
bambaşka bir şey vardı.
“Liderleri gelmiş, ellerinden
kaçırmamak için beni burada beklediler ama ölmeyeceğim. Dedemin mirasını alana
kadar olmaz!”
Bir anda
geldiği yöne koşmaya başladı, düşmanları da ona doğru koşuyordu, iki taraftan
kıskaca alınmıştı. Mel, sayıca az olan kısma yüklendi, iki eli Ejder Pençesi
şeklini aldıktan sonra ilk saldırısını yaptı.
Taktiklere
harcayacak vakti olmayan çocuk pençelere karşılık ellerini öne sürdü, daha ilk
darbeden derisinde çizikler oluştu. Darbenin şiddetiyle savrulan yaratığın
ardından bir başkası, ondan sonra da diğeri geldi.
Kolu, bacağı,
gövdesi, kırmızı izlerle kaplandığı anlarda barikatı yardı, kızgın bir ulumanın
eşliğinde mağaraya doğru kaçıyordu.
Dört bir yanında onu takip eden
düşmanlarının varlığı, yüzüğündeki karışımları kullanmasını imkânsız hale
getirdi, pençelerini savurup sadece ileri doğru koşmaya odaklandı.
Ne kadar
uğraşırsa uğraşsın iki adımda bir pençe yemekten kurtulamadı, bazen ufak
sıyrıklar bazen de derin yaralar aldı. Soluğu kesilmeye, ayakları teklemeye
başladığında ensesindeki nefesler çoğaldı, bütün bedenini kaplayacak kadar
büyük bir pençe sırtına inmek üzereydi.
Gözlerini
kapatıp ileri hamle yaptığında büyük bir ses çıktı, sırtına inmesi gereken
pençe toprağa saplanarak geniş çatlaklar oluşturdu. Mel bir an için kafasını
çevirdiğinde, kamçı misali dallarıyla düşmanlarının önünü tıkayan ağacı gördü.
Fark etmeden
buraya kadar gelmişti.
Bir ağaca, bir mağaranın yoluna baktı. Geri dönmek için
adımını attı ama o an kızıl rüzgârla burun buruna geldi. Kollarını, bedeninin
önünde çapraz yaptı, vahşi yaratık pençesini karşılamak için
elinden gelen sadece buydu.
Metrelerce
geriye savruldu cılız çocuk, düşmanın menzilinden çıkmıştı ama ilk bağını
oluşturduğu ağaç yüzlercesinin saldırısına maruz kalıyordu.
Tavanından
sarkan kristallerin aydınlattığı mağaranın içinde, tuhaf bir hava vardı. Kimi
zaman sevinç, kimi zaman üzüntü nedeniyle oluşan sesler kesilmiş, duvarlarda
koyu gri kaygılar dolanıyordu.
“Hepiniz öldürme döngüsüne girdiniz,
tek tek yakalayacağım sizi!”
Bir tek akan
su ve içindeki çocuğun mırıldanmaları çınladı, bedenindeki yaralar yavaşça
kapanan Mel öfkeyle homurdandı. O gün dışarı çıkmadı, iki elindeki kemikler
kırılana kadar metal kuklaları pençeledi, ardından suya girdi.
Çıktığında
bitkilerin enerjilerini emerek bir daha savaş odasına yöneldi, bu döngü tam
olarak bir hafta sürdü.
Koyu yeşil kıyafetini üzerine geçirerek dışarıya adım
attığında, güneş sekizinci defa yükselmeye başlıyordu. Mel, gözleriyle etrafını
tarayarak yürüdü.
Adımlarını
kısa kısa atıyor, kasılmış yüz kaslarını aydınlatan ışıklara inat kaşlarını
çatarak bakıyordu. Birkaç dakika sonra durdu, alana saçılmış ağaç kalıntılarını
gördü. Toprak dahi eşelenmiş, içindeki kökler koparılıp dışarı çıkarılmıştı.
“Küçük bir fidandın, yavaşça
büyüyebilecektin ama ben sana felaketi getirdim. Aynı köyüme getirdiğim gibi, o
gece köyde kalsaydım dedem herkesi koruyacak ve ölmeyecekti.”
Bir haftadır
tek damla gözyaşı dökmeyen Mel ağlamaya başladı, damlalar birbiri ardına
toprağa karışıyordu.
“Aç gözlülük ettim, biraz başarılı
olunca kim olduğumu unuttum. Aptal Mel, cılız Mel, korkak Mel, işte ben buyum!”
Yumruklarını
sımsıkı kapatan çocuk durmadan ağladı, ta ki toprağı yarıp bacağına dolanan
yeşil sürgünü hissedene kadar. Önce sımsıkı kapalı elleri yavaşça gevşedi,
gözleri onları takip etti ve ağlamaktan şişmiş hallerine aldırmadan kocaman
açıldılar.
“Ölmemişsin, yaşıyorsun!”
Mel’ in
mevsimi ışık hızında değişmiş, sonbahar yerini ilkbahara bırakmıştı.
“Seni akıllı şey, son çare olarak bu
sürgünü ana bedeninden uzaklaştırdın demek. Sana bir hayat borcum var, dedemin
adına yemin ederim ki bunu en iyi şekilde ödeyeceğim. Artık inat etmek yok,
şimdi benimle mağaraya geliyorsun!”
Bu kez zayıf
bitki de inat etmedi, yapıştığı yerde kalarak dönüş yolunda cılız çocuğa eşlik
etti. Mel, bitki bahçesinin uzağına, akarsuyun kenarına dikti sürgünü, can
suyunu da yine bu kaynaktan verdi.
“Burada bekle, eskisinden daha güçlü
olmanı sağlayacağım!” Y
Yüzünü
yıkayarak gözyaşlarının izleri sildi ve dev pençe izinin olduğu salona doğru
yürümeye başladı.
Bu andan
itibaren günler günleri, mevsimler mevsimleri kovaladı, mağaranın dışı bazen
insan boyunca kar, bazen de kavurucu güneşin ışıklarıyla yıkandı. Cılız çocuğun
dedesinin sırtında içeri girdiği günün üzerinden, tam olarak iki buçuk yıldan
fazla geçti. Şimdi o çocuk, iki tarafı vahşi yaratıklarla kapatılmış bir
vadinin içerisinde, parlak yeşil kumaş kıyafetlerin içinde göğsünü gererek duruyordu.
“Bugün, aramızdaki hesabı
kapatacağımız gün ama yine de size son bir şans veriyorum. Kısa süre sonra
buradan ayrılacağım, geri çekilirseniz gitmenize izin vereceğim!”
Bağıran
kişinin etrafı yüzlerce yaratıkla çevriliydi, gür sesi düşmanların kürklerini
havalandırarak ilerledi. Geniş omuzları, güneşin ışıklarını yansıtan parlak
teni ve yetişkin bir insan kadar uzun boyuyla Mel, buraya geldiği ilk seferden
tamamen farklı görünüyordu.
Onu bu süre
zarfında görmeyen bir kişinin kendisini tanımak için tek şansı, sağ gözünün
olduğu taraftaki pençe iziydi.
“Kızıl kürk, bıraktığın iz tam burada.
Eğer geri çekilmezsen, bugün ödeşeceğiz!”
Cevap olarak
uzun bir uluma geldi, ardından dört bir yandan akın eden yaratıklar savaşın
başladığını ilan ettiler.
“Dostum biraz daha sabret, sonunda
beklediğimiz an geldi!”
İleri doğru
kuvvetli bir adım atan Mel, bastığı yerde iki santim derinliğinde iz bırakarak
koşmaya başladı. Sağlam inşa edilmiş fiziği göz doldururken, en dikkat çekici
nokta iki elinin etrafında beliren soluk yeşil pırıltı oldu.
Üç parmaklı
pençe halini alan eller ileri savrulduğunda havada bozulma izleri göründü,
hemen sonra kan bulutları yükselmeye başladı.
Bir saniyede onlarca yaratık
savaşın dışında kaldı, buna rağmen on dört yaşına yaklaşan Mel hızını kesmedi.
Kısa kollu
kıyafetinden taşan kol kasları hızlıca kasılarak, yanına kadar yanaşıp onu
ısırmak isteyen yaratığı çenesinden yakalayıverdi. Kemik sesinin ardından boğuk
homurtular, ondan sonra da mutlak sessizlik, Mel’ in geçtiği yerlerdeki
döngünün kısa özetiydi.
Yarım saat
tamamlandığında, soydaşlarının üç katı büyüklüğündeki Kızıl Kürk ve yanında
bekleyen on vahşi yaratıktan başka nefes alabilen kimse yoktu. Kısa bir
ulamayla kalan on tanesi de saldırıya geçti, birbirlerinin arkasına geçerek
hızlı ve ölümcül bir darbenin peşine düştükleri dizilişlerinden belliydi.
Mel derin bir
nefes aldı, hafif eğilip sağ elini yanına doğru çekti.
Yaratıkların görüşünden
çıkan pençe halindeki elin yeşil rengi koyulaşırken, aradaki mesafe yirmi
metreye kadar düştü.
Yaratıklar,
vücutlarının şekli nedeniyle çok hızlıydılar, dört ayaklarını koordineli olarak
kullanarak iki saniye geçmeden on metre sınırını geçtiler.
Mel’ in sakin
yüzünde bir gülümseme belirdi, bunu sağ elini savurarak yaptığı saldırı izledi.
Ardı ardına dizilmiş olan yaratıklar, duracak fırsatı bulamadan üzerlerine
gelen saldırıyla çarpıştılar.
“Dedemin saldırısının yarısı bile
değil ama sizin için fazla bile!”
Gözleri,
parçalanan yaratık leşlerine daldı, aklındaysa kuklaların olduğu salondaki
çalışmaları vardı. Bir an geçmişe gitti genç çocuk.
“Olmuyor, ne yaparsam yapayım
olmuyor!”
Kolları
titreyen Mel, kristallerden oluşmuş kuklanın gövdesine indirdiği darbeden sonra
öfkeyle bağırdı. Üç gündür burada ter dökmesine rağmen, metal kuklaların
ardından geçtiği yeni hedefini parçalayamamıştı.
“Dede ne yapacağım, bana yardım et!”
Duvardaki dev
pençe izine bakarak hayıflanan çocuk, altındaki talimatları bir daha okumaya
başladı.
“Ellerinden başlayan değişim, yavaşça
kollarına geçerek, omuzlarına kadar devam edecek. Sığ mirası tamamladığında
pençelerine enerji aktarmaya başlayacaksın. Bu, Ejder Pençesi’ nin ilk
aşamasıdır.”
Denileni uzun
süre önce başaran Mel, soluğu yerine gelirken okumaya devam etti.
“Bunu başardığında kristal kuklalara
geçebilirsin, ikinci aşamaya geçtiğinin kanıtı, birini parçalayabilir olman
olacak. Kolay bir geçiş değildir, pençelerinin ve bedeninin enerji
vaftizlerinden geçmesi gerekecek!”
“Bu güne kadar yaşadıklarını zor
bulduysan, azap dolu günler seni bekliyor demektir!”
O zamanki surat
ifadesi gözlerinin önünden silinirken, Kızıl Kürklü vahşi yaratığın silueti
belirdi. Azap dolu günleri aşan biri olarak kendisine belirlediği en yüksek
hedef tam karşısındaydı.
İki rakibin
gözleri, aralarındaki mesafeye aldırmadan birleşti.
Çıkan kıvılcımlar, bulutsuz
havada şimşeklerin çakmasını sağladı. Bir yandan kırmızı, diğer yandan yeşil
renkteki saldırılar havalandı, iki saniye sonra iç çe geçtiler.
Hemen
ardından dev Kızıl Kürklü yaratık ve kaslı bedeniyle ileri fırlayan insan
birbirine girdiler.
Yeniden bitki örtüsüyle kaplanan vadinin içinde fırtına
koptu, bir saat boyunca da dinmedi.
Nihayet her
şey bittiğinde, gökyüzü bunu ilan edercesine yarılıp bütün gözyaşlarını serbest
bıraktı. Yeryüzüne inen damlalar, elinde kızıl bir yaratık kafası taşıyan,
kıyafetleri paramparça olmuş genç çocuğun üzerine düşmeye devam ettiler.
“Hesabı kapattım eski dostum!”
Kolları kesik
elbisesinden fırlayan kaslı kollarını birbirine dolamış olan genç çocuk,
sırtını kendi gövdesi kadar kalın ağaca yaslamış soluklanıyordu.
Sakince akan
suyun bu tarafında, sadece yeşil kırmızı yapraklara sahip ağaç vardı,
dallarından kılıçlar sarkıyordu sanki. İnce yassı yaprakların kenarları
tırtıklı, uçlarıysa sivriydi.
Bir elinde
tuttuğu kızıl yaratığın büyük başını bırakmadan, diğer elindeki yüzüğün içinden
ölü bedenler fırlamaya başladı. Akarsuyun bir yanı cennet bahçesi gibi çeşit
çeşit çiçekle bezeliyken, diğer tarafı cesetlerden uluşan bir dağ, bir ağaç ve
keskin bakışlı bir gence ev sahipliği yapıyordu.
“Ben iyileşirken, sen de bunların
yaşam enerjilerini özümse, bittiğinde derin mirasa adım atmayı deneyeceğim!”
Mel
üzerindekileri çıkarıp suya girdiğinde, daha önce beline kadar gelen su ancak
dizine yetişiyordu, adım adım daha derin bir yere doğru geçti. Vadide yaşanan
mücadele yaratık sürüsüyle arasındaki kan davasının sonu olduğundan, üzerinde
onlarca kesik ve yara oluşmuştu.
İlginç olan,
bunların bazılarının kısa zamanda sanki hiç var olmamış gibi silinip
gitmesiydi,
Mel’ in bedeni yeniden o garip ve çekici ışığı yaymaya başladı.
Suyun
içindeki çocuğun sadece başı dışarıda kaldı, kısa saçları sıçrayan sulardan
ıslanırken yüzünde mimik yoktu. Yüz hatları geçen iki buçuk yılda keskin
değişiklikler yaşadı, yakışıklı sayılmasa da simasında insanın ilgisini çekecek
bir cazibe vardı.
Mücadele
meydan savaşına döndüğünden dinlenme süresi de arttı, genç çocuğun sudan çıkıp
karaya ayak basması üç saati buldu.
“Savaş ateşim sönmeden bu işi
bitirelim!”
Kızıl yeşil
yapraklı ağaca bakarak konuşan Mel, üç saat önce her yerinde cesetler olan toprakta
rahatça yürüyordu. Ne kan, ne ölü beden, ne de daha önce burada olduklarına
dair en ufak iz yoktu.
Ağacın
karşına geçip bağdaş kuran Mel, gözlerini kapatıp derin nefesler almaya
başladı.
Kaslı bedeninden süzülen sular toprağa düşerken, kırmızı damarlar
ağacın altında görülüyordu.
İki saniye
sonra kamçı misali titreyen binlerce enerji akımı Mel’e ulaştı, genç çocuğun
bedeni titremeye başlasa da gözlerini sımsıkı kapalıydı. Aynı anda kollarındaki
damarlar şişmeye başladı, yeşil yılanlar birbirine girmiş dövüşüyordu.
Ağacın
dalları da şiddetle sallanıyor, dökülen yapraklar girdaba kapılmış gibi Mel’e
doğru yöneliyordu. Önce ayaklarının dibinde birikmeye başladılar ve ardından o
kadar çoğaldılar ki birkaç on nefes sonra küçük bir tepe oluşmuştu.
“Neredeyim ben? Nefes alamıyorum!”
Mel çılgınca
bağırıyordu ama sesi çıkmıyordu, etrafını saran sıvının içinde hareket etmek
çok zordu.
“Gerçek olamaz, az önce derin mirasa
geçmeye çalışıyordum. Burası Enerji Sarayı gibi bir yer olmalı, zihnimde bir
yere mi geldim yoksa?”
Aklından aynı
anda yüzlerce soru geçiyordu, paniğe kapıldı çünkü gerçekten nefes alamıyordu.
“Bir şeyler yapmalıyım, buradan
kurtulmam lazım!”
Kendi
etrafında dönmeye başladı Mel, ağır ve yapışkan sıvının içinde ağır çekim
hareket edebilse de gözlerini dört açarak çabaladı.
Zaman akıp
gidiyordu ama gözleri ortama alışamadığından kör hamleler yapmaktan başka şansı
yoktu, debelenerek bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Ellerini öyle hızlı
sallıyordu ki önündeki yoğun sıvıdan sıyrılıp akabileceği küçük kanallar açmayı
sonunda başardı.
“Buldum, sonu varmış buranın. Eğer bu
sert duvarı kırarsam, kurtulabilirim!”
Mel’ in eli
sert bir cisme çarptığında hareketleri durdu, bir süre yokladıktan sonra önüne
çıkan engele vurmaya başladı. İçinde tutabildiği hava her pençede normalden
hızlı tükenirken, Mel ardı ardına saydırıyordu.
Bir dakika da
bu şekilde geçince, genç çocuk vurduğu duvarın önünde gücünü kaybetmiş bir
şekilde süzülür duruma geldi.
“Böyle olmayacak, tek bir kuvvetli
vuruş yapmam lazım!”
Mel, aklından
geçen düşüncelerin ardından tuhaf yerde gözlerini açtığından beri ilk defa
sakinleşti, bütün dikkatini içindeki gücü toplamaya odakladı. Amacı, ağacın
karşısına oturduğundaki hislerini geri kazanmaktı ve birkaç saniye sonra ona
akın eden kırmızı enerjileri hissetmeye başladı.
Derisinden
sızıp damarlarına ulaşmasını, bedeninin içinden geçerek ellerine varmasını
izledi.
Eli çoktan üç parmaklı ejder pençesi formuna bürünmüştü ama bu sefer
görünüşü bir başkaydı.
Derisinin
üzerinde büyük pullar vardı, üç parmağının ucunda uzun ve keskin görünen
çıkıntılar belirmişti. Kolu dirseğine kadar pullarla kaplıydı, bu durum
karşısında suratında hiç ifade yoktu Mel’ in.
Sanki olması
gereken buymuş gibi sakin bakıyordu, nefes alış verişi de kısa soluklardan uzun
nefeslere dönüştü.
“Biraz daha, pençelerime biraz daha
enerji lazım!”
Pençelerindeki
yeşil renkli ışıltı an ve an daha çok parlıyordu. İki eli bedeninin yanındaydı,
doğru anı bekleyen bir ejder gibi vücudunu saldırı formuna soktu.
“Şimdi!”
Son kırmızı
enerji akımı bedenine girdiğinde, haykırarak saldırdı. Salladığı pençelerinden
çıkan iki enerji akımı, kurtuluş umudu olan duvara sertçe çarptı.
Bu sefer
oldu. Daha önceki saldırılarından etkilenmeyen duvarın üzerinde çarpı şeklinde
bir iz belirdi, ardından küçük çatlaklar etrafında yayılmaya başladı.
Ufacık bir
delik açıldı, sonunda bir kurtuluş umudu bulan Mel keyifle gülümsedi.
Sonra o
küçük delikten içeri bir ışık demeti girdi,
genç çocuğun üzerine gelen ışık gözlerini kör edecek kadar parlaktı.Kırmızı yeşil
yapraklar havaya uçuştular ve çığlık mağaranın duvarlarından ilerleyerek
uzaklaşana kadar da yere düşmediler.
Mel,
gözlerini dedesinin ona bıraktığı mağaranın içinde açtığında, panik halinde
etrafına bakındı. O yoğun ve yapışkan sıvının içinde olmadığını görünce ancak
sakinleşti.
“Başardım, hissedebiliyorum.
Pençelerim evrim geçirdi, içimde akan gücü hissediyorum!”
Koşarak
ağacın gövdesine sarıldı genç çocuk. Sevincini, iki buçuk yıl boyunca tek dert
ortağı olan kişiyle paylaştı.
Gözü, ağacı
saran kollarına takıldı, yoğun sıvının içindeyken onları gerçekten birer ejder
pençesine dönüşmüş halde gördüğünü hatırladı. O zaman sahip olduğu kudret aynı
şekilde duruyordu ama görünüş olarak uzuvlarının normal bir insanın kollarından
hiçbir farkı yoktu.
“Kristal kuklalar, bekleyin beni!
Bakalım artık bana direnebilecek misiniz?”
Bedenine
yapışan birkaç yaprağa aldırmadan fırladı, hedefi dövüş alıştırmaları için
yapılmış salondu.
Kemerli
kapıdan geçince durmadı, kristal kuklaya doğru pençe haline gelen elini salladı.
Üç kanaldan oluşan enerji dalgası havayı yararak ilerledi, iki saniye sonra
kuklanın üzerinde patladığında yüksek tavanlı salon çıkan sesle inledi.
Sonuç
muhteşemdi, parlak kristal kuklanın üst bedeni parçalanmıştı, hatta arkasındaki
diğer hedefin kollarından biri yoktu.
“İşte bu, artık sizi vurmadan da
parçalayabiliyorum!”
Pençelerde
biriken enerjiyi temas etmeden hedefe ulaştırmak, Ejder Pençesi’ nin ikinci
kısmının amacıydı ama belli ki Mel kristal kuklaları daha önce bu şekilde
parçalayamıyordu.
“Sığ Miras’tan Derin Miras’a geçtiğime
göre, kitabın okuyamadığım yerlerini görmem gerekiyor!”
Hemen
kendisine miras kalan kitabı çıkardı. Eskiden iki eliyle zor taşıdığı kitap,
şimdi ellerinde çok daha rahattı.
“Tahmin ettiğim gibi, boş sayfaların
bazılarını okuyabiliyorum.”
Bir eliyle
sayfaları hızla çevirirken, olduğu yerde duramayıp dövüş salonunun içinde
turlamaya başladı Mel. Gözleri bir büyüyor, bir ufalıyordu, sonra nedendir
bilinmez sakince nehrin kıyısındaki ağacın dibine gelip oturdu.
“Dostum, sana bir haberim var!”
Ağacın nedir
diye sormasını beklermiş gibi bir süre konuşmadı.
“Ormandaki günlerimiz sona eriyor ama
korkma, istersen sen de benimle gelebilirsin. Hatta hiç ayrılmamamız bile
mümkün, her şey senin seçimine bağlı!”
Yeniden
sessizliğe büründü Mel, onun aksine sırtını yasladığı ağaç dallarını genç
çocuğun bedenine sararak cevabını verdi.
“Derin mirasa adım attığımdan beri bu
mağarayı Ruh Sarayı’ma özümseme hakkı kazandım, hazırlıklara hemen
başlamalıyız!”
Mel, kitaba
döndüğünde mağaranın arıtılma talimatlarını gördü, gereklilikler fazla değildi
ve en önemlisini karşılayabiliyordu.
“Ejder soy hattına sahip olmak en
önemlisi, onun dışındakiler gerekli enerjiyi sağlamak için kullanılacak
maddelerden oluşuyor!”
Mel, iki
buçuk yıl içinde bine yakın yaratık çekirdeği elde etmiş ama işlevlerini
bilmediği için sadece depolamıştı. Şimdi onları kullanma vaktiydi, mağaradan
çıkıp bir düzen kurdu.
Beş köşeli
yıldız figürüydü bu ve iki çizginin birleştiği her noktada küçük bir yaratık
çekirdeği yığını vardı.
Mel, on tepecikten oluşan figürün ortasına gelerek
bağdaş kurdu, birkaç dakika sonra bileklerini keserek en yakınında bulunan
yaratık çekirdeği tepeciğine damlattı.
Bu andan
sonra düzeni oluşturan çizgiler titremeye, beş saniye geçmeden de içlerindeki
enerjiyi gökyüzüne doğru serbest bırakmaya başladılar.
Yerdeki
sembolün bire bir aynısı mağaranın üstünde de belirdi, iki şekil arasında
enerji arkları oluşuyordu.
Mel sakin
duruşunu bozmadı, bileklerindeki yaralar kapanmıştı. Haline bakılırsa, mağarayı
arıtıp Ruh Sarayına almaya odaklanıyordu.
Dakikalar
geçtikçe arklar fırtınaya dönüştü, mağaranın merkez olduğu on kilometre
çapındaki alanda doğanın kanunları değişti, bütün düzen alt üst oldu.
Mel çıplaktı.
Ayini gerçekleştirmek için kutsal ejder bedenini temsil eden vücudun üstünde,
hiçbir kirlilik olmamalıydı. Gözlerini açtı genç çocuk, mercan yeşili bir ışın
fırlayıp fırtınaya karıştı.
Bu anlarda
sırtında bazı değişiklikler oldu, omuzlarının altında kalan alanda iki ejder
pençesi çizimi görünmeye başladı. Canlı gibiydiler, dikkatli bakan biri ufakta
olsa hareket ettiklerini görebilirdi.
“Geri dön,” diye bağırdı Mel.
Göğsünün
ortasında bir girdap belirdi ve mağara hızla bu girdabın çekimine kapılarak,
Mel’in bedenine girerek kayboldu.
Sırtındaki
dövmede mağarayla beraber hiçliğe karışırken, yerde ve gökte beliren semboller
de yavaşça dağıldı.
Mel, eskiden
mağaranın olduğu yere boş gözlerle bakmayı sürdürdü, hayatının en önemli
zamanlarını burada geçirmişti. Sayısız ölüm tehlikesinden sonra kendini attığı
sığınağıydı, içindeyken kimsenin ona bir şey yapamayacağını düşünürdü.
“Yola çıkma zamanı geldi, Dip mirasa
erişmek için dedemin bıraktığı talimatlara uymam lazım!”
Üzerine sade
bir cüppe çekerek yürümeye başladı, sırtını batan güneşe doğru vererek sık
ağaçlardan oluşan ormanı geride bırakıyordu.
Fiziksel
gelişimi insanlık sınırlarını aşmıştı. On dört yaşına yaklaşmış olsa da on yedi
yaşından küçük göstermeyen Mel, günlük iki saat dinlenmeyle yürüyüşüne devam
etti.
İkinci günün
gecesi ormanın sınırlarını terk etti, dik bir uçurumdan aşağı inerek uçsuz
bucaksız gibi görünen ovaya adımını attı.
Dönüp
baktığında, belli bir amacı olmayan kimsenin bu dik yamacı tırmanmayı göze
alamayacağını gördü. İnerken pek fark etmese de uzunluğu neredeyse bulutlara
değecek kadar yüksekti.
“Köyüm, dedem ve bütün geçmişim bu
yüksek yamacın ardında kaldılar artık bana verilen göreve sıkı sıkıya sarılma
zamanıdır. Yeşil Gölge Akademisi, dedemin gitmemi
istediği yer. Haritada yerini işaretlemiş, tahminen iki aylık yolum kaldı!”
Genç çocuk
kitabı açtığında, iki sayfaya yayılmış bir harita gördü. Üzerinde, yuvarlak
içine alınmış Yeşil Gölge Akademisi dışında, birçok isim ve şekil vardı. Sol
alt köşede Sapa Diyar yazısı büyük harflerle vurgulanmıştı, uçurumu andıran
yüksek yardan indiği yer, sağ alt köşede görünüyordu.
Buna bakarak,
doğduğu köyün diğer yerleşim birimlerinin oldukça uzağında olduğunu keşfetti.
Belki, insanların böyle bir yerin varlığından dâhi haberleri yoktu. Dedesi,
özellikle köylerini tercih etmiş olmalıydı; herkesten, insanlıktan uzakta
saklanıyordu.
Gece
olduğunda yolunu şaşırmadı, haritada yıldızların konumu ve bunları okumanın
yolları belirtiliyordu. Gün doğumuna yakın bir mağaraya girerek dinlenmek
istedi. Her gün, gecenin ışığa kavuştuğu anlarda, iki saatlik dinlenmesini
gerçekleştiriyordu.
Mağara
girişinde bir süre durdu, içeriden hava akımı gelmediğine emin olunca girdi.
Sırtını yaslayacak düz bir duvar bulmak amacıyla etrafına bakınarak yürüyordu
ama içerideki karanlık buna engel oluyordu.
Derken bir
parıltı gözüne çarptı ve kendini hızla sağa doğru savurdu, Mel, bunun doğal
yollarla oluşan bir şey olmadığını anladı. Ardından bir hırlama yankılandı ve
kafasına doğru gelen kocaman çeneyi gördü.
Gözleri daha
karanlığa alışmadan saldırıya uğradı, sadece içgüdülerine güvenerek kıl payı
kurtuluyordu saldırılardan.
“Ahhh!”
Koluna inen
dev pençenin acısıyla inledi Mel, kendini yere atarak bir duvara vurana kadar
yuvarlandı ama çarptığı sadece sert duvar değildi. Sırtında daha yumuşak bir şeyler
hissetti, panikle döndüğünde gözlerine inanamadı.
“Demek bu yüzden!”
Dört tane
yaratık vardı, bir yaşındaki küçük çocuklar kadar olan gövdeleriyle ona
bakıyorlardı. Neler olduğunu anladı Mel, istemeden birilerini rahatsız etmişti.
“Sakin ol, yavrularına zarar
vermeyeceğim!”
Ağzından
salyalar saçan siyah gölge, hemen bir adım önünde belirdi. Kürklü bedeninin
yüksekliği üç metreden fazlaydı ve az önce onu yaralayan pençenin boyutları,
normal bir insan elinin dört katı büyüklüğündeydi.
Tehdit dolu
bir kükreme savurdu yaratık, dev çenelerini açarak her an Mel’ in kafasını
koparacakmış gibi tetikte duruyordu.
“Sana, yavrularına zarar vermeyeceğim
dedim!”
Tehlikenin
geçmediği gören genç çocuk bir kez daha aynı sözleri söyledi ama bu sefer kendi
savaş arzusunu da serbest bıraktı. Kürklü yaratık bir adım geri attı, yarısı
büyüklüğündeki insandan taşan enerji içgüdülerini harekete geçiriyordu.
Hasmının geri
çekildiği gören Mel yavaşça yerinden kalktı, yavruların yanından ayrılıp
mağaranın girişine doğru ilerledi. Dışarı adımını attığında, sağ kolunu kapatan
kıyafetin parçalandığını gördü, oluşan kesik derisinden geçip kaslarına kadar
ulaşıyordu.
“Ölüm döngüsüne girdik ama geçerli bir
nedenin vardı. Bugünlük hayatını bağışlıyorum!”
Kayalıklardan
ovaya indiğinde üstündeki kıyafeti çıkarıp attı, yüzüğündeki iyileştirici bitki
karışımlarından birini alıp açık yarasının üzerine döktü. Bir iki saniye sonra
kolunun üzerinden dumanlar çıkmaya başladı. Kesik yerlere et doluyor, yaranın
etrafı eski rengine dönüyordu.
Kesiğin
üzerini örtüp hafif bir üstlük giydi, güneş tepeye ulaşıyordu ve geniş düzlükte
ondan saklanacak hiçbir yer yoktu.
Koluna aldığı
yara hayati bir öneme sahip değildi, çabucak iyileşti ama bu olaydan sonra genç
çocuk etrafına karşı daha temkinli olmaya başladı. Yürüme hızı çok düşmedi,
değişen Mel’ in algısını ve içindeki vahşi enerjiyi her an kullanmak için hazır
tutmasıydı.
Gündüz
ortalıkta vahşi yaratıkların izine rastlayamadı.
“Bu gidişle, sabah olduğunda istediğim
yere varmış olacağım. Geceyi geçirecek bir mekân bulsam iyi olacak!”
Gündüzün
yakıcı havasının aksine, geceleri insanın kemikleri donduracak bir soğuk
saklandığı yerden çıkarak ortalığı kasıp kavuruyordu.
Sütten ağzı yanan
yoğurdu üfleyerek yer misali, bulduğu uzun bir ağacın tepesinde geceledi Mel.
Yürüdüğü günler boyunca havada uçan bir canlı görmemişti ve konakladığı küçücük
koruya da tamamen hâkimdi.
Alışkanlığını
bozmadan iki saat uyumak istedi ama sona doğru gelindiğinde yolculuk onu erken
teslim aldı, güneş ilk ışıklarını üzerine düşürdüğünde hâlen uyuyordu.
“Kahretsin, uyuya kalmışım!”
evik bir
hareketle daldan ağacın gövdesine geçip, pençeye dönüşmüş ellerini kullanarak
aşağı indi. Toprağa ayağını basar basmaz da koşmaya başladı, yetişmesi gereken
bir varış tarihi olmasa da planladığı düzenini bozmak hoşuna gitmedi.
Yarım günlük
koşudan sonra görüş alanı dramatik bir biçimde değişti, günlerdir seyahat
ettiği kurak topraklar bir anda yeşillenmeye başladı. Öyle yavaş yavaş değildi
bu değişim, sanki birileri hususi olarak iki yeri böyle tezat bir halde
bırakmıştı.
“Hava nemlendi, yakınlarda büyük bir
orman olması lazım!”
Tahmininde
haklı çıktı Mel, ufuktaki yüce dağların eteklerinde oluşan vadiler, yeşilin her
rengiyle bezenmişti. Doğanın canlılığını hissedebiliyordu, bitkilerle
enerjisinin belli oranda etkileşime girebildiğini bile keşfetti.
“Dedem hususi olarak buraya gelmemi
istediyse, bir bildiği vardır. Şu dağları aştığımda varmış olacağım!”
Dağların
yamacından kendi kendine konuşarak ilerleyen Mel, hedefinin yüksek engellerin
ardında olduğunu sanıyordu ama gözleri onunla aynı fikirde değildi.
Ne kadar çok dağ var burada!”
Haykırmasında
hiç tuhaf bir yan yoktu, çıktığı hafif yükseltinin bitimindeki manzara, hayatını
insanlıktan uzak bir dağ köyünde yaşayan Mel için nefes kesiciydi.
Birbirinin
üstüne binmiş dağ sıraları onu selamlıyordu. Tepelerini kaplayan sislere inat,
kalan kısımlarından hayat fışkırıyordu.
“Yeşil Gölge Akademisi, demek böyle
bir yermiş!”
Haritada
işaretlenen yere geldiğini bilmek için vahşi yaratık derisinden yapılmış
parşömene bakmasına gerek yoktu, kafasını nereye çevirirse çevirsin senin yerin
burası çağrılarını duyuyordu.
Sonra uzakta
bir yapı görür gibi oldu, yine bir dağdı ama sanki orada doğal olmayan şekiller
vardı. Soluk alıp vermesi hızlanan, her nefeste on adım alan Mel, çok geçmeden
tam olarak neyi anlamaya çalıştığını tüm haşmetiyle gördü.
Doruğunun
nereye kadar uzandığını anlayamadığı bir dağın içi oyulmuş, oluşan boşluğa da
yüksek bir sur ve binlerce ev yapılmıştı.
Güneş
neredeyse tepeye varıyordu, her yeri aydınlatmayı başarmıştı ama bir tek doğal
taşlardan oluşmuş şehrin toprakları gölgeydi. Alışılmışın aksine siyah bir
karartı yoktu yerleşimde, havada süzülen bir perde inceliğindeki yeşil esinti
usulca örtüyordu üstünü bütün toprağın.
Kalbi
yerinden çıkacak gibi atan Mel, soluklanmayı beklemeden yeniden koşmaya
başladı. Etrafındaki insanlardan dolayı yürümek zorunda kalana kadar da bunu
sürdürdü.
“Dur bakalım, nereye gittiğini sanıyorsun?”
Sur şeklinde
oyulmuş dev kayanın üzerine açılmış kapılardan birine yönelen Mel, girişte
bekleyen iki adam tarafından durduruldu. Ellerindeki büyük baltaları çapraz
olarak önüne kapatan ikili, sert bakışlarla onu süzüyordu.
“İçeri girmek istiyorum!”
Mel, amacını
açıkça söyledi, bu hali kaba bıyıklı nöbetçiyi biraz kızdırdı.
“Cahil çocuk, burası her elini kolunu
sallayanın girebileceği bir yer mi? Neden geldin?”
Sesi haşindi,
onunla beraber Mel’ in arkasında biriken kalabalıktan da homurtular duyuluyordu.
Şaşkınlıkla etrafına bakınan genç çocuk hızlıca cevap verdi.
“Yeşil Gölge Akademisi’ne girmek için
geldim!”
Az önce
acımasızca bakan adamların hali bir anda değişti, silahlarını Mel’ in gözünün
önünden çektiler.
“İzin madalyonunu görebilir miyiz?”
Hitapları
bile değişti. Genç çocuk, üzerindeki tek madalyon olan dedesinin bıraktığı
yadigârı gösterdiğinde, ortamdaki gerginlik tamamen dağıldı.
“Yeşil Gölge Akademisine hoş geldiniz.
Giriş ücreti olan on vahşi yaratık çekirdeğini ödedikten sonra içeri girebilirsiniz!”
Her şey iyi
giderken bomba son anda patladı, yaratık çekirdeklerini mağarayı rafine ederken
kullanan Mel, şu an çulsuzun önde gideniydi.
“Üzerimde yaratık çekirdeği yok.
Yakınlarda, avlayabileceğim yaratıklar var mı?”
İri omuzlu,
geniş gövdeli genç çocuk ne kadar gürbüz olsa da siması hâlen on dört yaşındaki
birinin naifliğine sahipti.
“Çıldırdın mı sen? Yakındaki ormanın
içinde bulunan yaratıkların en zayıfı, bedenlerinde doğanın gücünü dolaştırmayı
başarmış canlılardır!”
Nöbetçilerden
temiz traşlı olan Mel’ in kolunu tuttu, birkaç saniye sonra dostça nasihat
etmeye başladı.
“Daha Ruh Gücü emme aşamasına adım
atamamışsın, eğer oraya gidersen sonun ölüm olur!”
Mel, iki
nöbetçinin ne hakkında konuştuğunu hiç bilmiyordu. Adeta, hayatı boyunca duymadığı
bir dil konuşuyorlardı.
“Genç dostum, akademinin giriş
sınavları üç içinde başlıyor. On yaratık çekirdeği bulursan ne âlâ, yoksa
şansına küs!”
Sırada, hemen
Mel’ in arkasında duran adam sabırsızlanmıştı ama önündekinin akademiye giriş
sınavı için geldiği bildiğinden kabalaşamıyordu. Tam bu anda gerilerden bıçak
gibi keskin bir ses duyuldu.
“Kim demiş şansına küsmesi
gerektiğini?”
Kalabalık
hiçbir talimat olmadan ayrıldı, oluşan boşluktan iki kişi yürümeye başladı.
Mel’ den bir kafa daha kısa boya sahip, uzun düz saçlarını kurdeleyle toplamış,
mavi cüppeli genç bir çocuk ve düz kırmızı elbisesinin eteklerini savurarak
yürüyen kız, nöbetçilere doğru yaklaştı.
Kızın
saçları, kafasının üzerinde iki topuz şeklinde toplanmıştı. Onları tutmak için
soktuğu uzun tahta çubuklar, görenleri hayrete düşürüyordu.
“Biz de akademinin giriş sınavı için
geldik!”
Delikanlının
konuşmasından sonra ikili madalyonlarını çıkarıp kapıyı koruyan nöbetçiye doğru
uzattı. Neler olduğunu anlayamadıkları için şaşıp kalan kalabalıktan çıt
çıkmıyordu.
“Kişi başı 10 vahşi yaratık
çekirdeğini verdikten sonra girebilirsiniz!”
Kapıda duran
ikilinin eski sertliği gitmişti ama görevlerinin bilincinde olduklarını belli
etmek ister gibi yüksek sesle konuşuyorlardı. Genç çocuk etkilenmiş gibi durmuyordu,
elini beline uzatarak çıkardığı keseyi nöbetçiye doğru uzattı.
“Burada tam 30 vahşi yaratık çekirdeği
var, üçümüz için yeterlidir sanırım!”
Kaba bıyıklı
adam hızlıca sayıyı doğruladığında, baltalarını yana çeken nöbetçiler
akademinin giriş sınavı için gelen üçlüye yolu açtılar.
Haydi arkadaşım, içeri girelim!”
Seslendiği
kişinin boş gözlerle etrafa baktığını gören mavi cübbeli genç çocuk, hızla Mel’
in koluna girdi. Birkaç nefes sonra, iki erkek ve bir kızdan oluşan grup dev
surların koruduğu yerleşim alanına adımları attılar.
Yerleşim
alanına girdikleri gibi havanın değiştiğini deneyimlediler. Daha taze, daha
ferah ve her nefeste insanın içini enerjiyle dolduran bir histi.
“Söyledikleri kadar varmış,
kasabamızdan sonra burası cennetten bir köşe gibi!”
enç kızın
yanakları hafifçe kızardı, doğal güzelliğinin üzerine gelen bu durum
karşısında, Mel nereye bakacağını şaşırdı.
“Şey, giriş ücretini ödediğiniz için
teşekkür ederim. En kısa zamanda borcumu geri ödeyeceğim!”
Yanında
yürüyen ikiliye göre, bedensel özellikler bakımından daha alımlı duran Mel, iş
kıyafete gelince tam tersi bir durumdaydı. Yüzüğünün içinde görenleri
kıskançlıktan çatlatacak kadar güzel cübbeler veya boydan boya işlemeli
bornozlar vardı ama genç çocuk dikkatleri üzerine çekmemek için bunları
giymedi.
Onun aksine,
kapıda tanıştığı ikiliden erkek olanı göz kamaştırıcı duruyordu. Saçı, kıyafeti
ve yaydığı aura, yanlarından geçtikleri insanların ona odaklanmasını
sağlıyordu.
“Arkadaşım bunu dert etme, bizi kader
buluşturmuş olmalı!”
Sesi de
etkileyiciydi, Mel’ in mahcup halini bastırmak için yavaş ve yumuşak konuştu.
Onun ardından kız lafa girdi.
“Arkadaşız diyoruz ama hâlâ
tanışmadık. Ben Marvina, bu da abim Edgan.”
Kız bir
nefeste kendisini ve yanındaki genç çocuğu tanıttı.
“Benim adım Malcom ama kendimi bildim
bileli herkes bana Mel der!”
“Tanıştığımıza memnun oldum Mel, çok
uzun yoldan geldik. Sohbetimize yemek yerken devam edelim mi?”
Edgan’ın
önerisiyle beraber, üç genç kalabalık sokaklardan ilerleyerek salaş bir hana
girdiler. Burası, tamamı ahşaptan yapılmış üç katlı bir yerdi. Binanın stili,
genel olarak yerleşimdeki yapıların karakteristik özelliklerini yansıtıyordu.
Ufak ama bol
pencereli dış cepheler ve yapı malzemesi olarak ağaç gövdelere sahiptiler.
Yakınlardaki sık ormanlık alanın etkileri, en çok binalarda göze çarpıyordu.
Mel, burada para geçiyor. Umarım yine
ben ödemek zorunda kalmam!”
Uzun
saçlarını cübbesinin sırt kısmına sokan genç çocuk, hınzır bir ifadeyle
konuştu. Hareketinin Mel’i zora sokacağını düşünürken, hiç beklemediği bir
tepki görecekti.
“Para derken, bundan mı
bahsediyorsun?”
Masada oturan
kaslı gencin elinde bir anda mor bir nesne belirdi, dört köşeye sahip ve
ortasında ufak bir delik vardı.
“Mel, çabuk sakla onu!”
Ne olduğunu
anlamadan, Marvina Mel’ in elindeki parayı kaparak hemen masanın altına
indirdi. Yüzünde heyecanlı bir ifade, gözlerindeyse gündüz gözüyle hayalet
görmüş birinin inanılmazlık dolu bakışları vardı.
“O parayı, nereden buldun?”
Edgan
sandalyesini öne çekip basit giyimli gence sorusunu sorduğunda, hemen kulağının
dibinde bir ses çınladı.
“Genç efendiler sipariş vermek
isterler mi?”
Hanın
garsonu, açık yakasından taşan koca memelerini yakışıklı çocuğun ağzının içine
sokarak araya girdi. Yaptığı kura bakılırsa, az önce yaşananların farkında
değildi.
“Vahşi yaratık göğsünden yapılmış
yahni istiyoruz!”
Sorunun
cevabını sokulduğu gençten bekleyen garson, Marvina’nın sözleriyle irkildi.
Genç kız, abisine yanaşılmasından hoşlanmadığı belli etti.
Korumacı kızı
gören garson, siparişi alarak masadan ayrıldı, üç genç yine birbirlerine
yakınlaştılar.
Neden bu kadar şaşırdınız?”
Mel, duruma
anlam veremediğinden kısık bir sesle konuştu.
“Mel sen ciddi misin? Şu anda elimde
olan şeyin ne olduğunu bilmiyor musun?
Soru üstüne
soruya maruz kalan Mel donup kaldı. Kardeşinin onu çok sıkıştırdığını gören
Edgan, eliyle kıza dur yaparak konuşmaya başladı.
“Arkadaşım nereden geldiğini
bilmiyorum ama senin bazı şeyleri acilen öğrenmen lazım. Parmağındaki basit
görünümlü metal parçası sanırım alanlar arası boşluk içeren değerli bir eser.”
“O elindekinden her önüne gelende
bulunmuyor, öyle ortalık yerde sakın kullanma!”
Söylenenleri
dikkatle dinleyen Mel, anladığını belli edercesine kafasını bir aşağı bir
yukarı salladı.
“Mor paraya gelirsek o diğerinden de
beter. Önce bir şey soracağım, para birimlerini biliyor musun?”
Mel, ufak bir
dağ köyünde yaşayan basit bir çocuktu, bugüne kadar parayla işi olmadığından
cevabı çok basit oldu.
“Hayır”
İki kardeş
önce birbirlerine baktılar, ardından dumanı tüten yahniler masaya geldiği için
kısa bir süre konuşmayı bıraktılar. Ne zamanki iri memeli garson yeterli
uzaklığa ulaştı, yakışıklı çocuk fısıltıyla konuşmaya başladı.
“Dünyada, insani ihtiyaçları
karşılamak için madenlerden yapılmış paralar kullanılır. Bak, bunlar bahsettiğim
paralar!”
Cübbesinin
içine elini uzatıp bir kese çıkaran genç çocuk, içinden üç çeşit yuvarlak cisim
çıkarıp masaya koydu.
“Bu bakır para, bu gümüş, bu da altın
olan!”
Elini bakırın
üstüne koyarak konuşmaya devam etti.
“Bundan yüz tanesi bir gümüş, yüz
gümüş de bir altın yapıyor!”
“Peki, benim elimdeki neydi o zaman!”
“Acele etme oraya geliyorum.”
Dış dünyaya
açılan Mel suya batırılmış sünger gibiydi, sürekli yeni şeyler öğrenmek
istiyordu.
“Madenlerden sonra, Hükmetme seviyesi
ustaların kendi ruhsal enerjilerini aktardığı yeşimler var. Madenlerden çok
farklı seviyedir bu paralar. Bir tanesi bin altın değerinde olsa da
yetişimciler onları genellikle anlayış kazanmak veya içlerindeki enerjiyi
özümsemek için kullanır!”
Bilgiler
zihnine akın ederken, Mel karşısındaki genç çocuğa hayran gözlerle bakmaya
başladı. Onun her kelimesinde, dünyanın aslında ne kadar büyük olduğunu
keşfediyordu.
“Şu an Marvina’nın saklamaktan yemek
yiyemediği nesneyse, daha önce sadece kitaplarda okuduğum bir şey olmalı. Bir
Olma seviyesindeki vahşi yaratıkların çekirdeklerinden yapılmış Mor Kristal
Jetonu, değeri konusunda hiçbir fikrim yok!”
İri gövdeli
çocuk son sözü duyduğunda hafifçe titredi. Bir Mor Kristal Jeton’ a bu kadar
heyecanlanan ikilinin, yüzüğün içindeki miktarı görmeleri halinde kafayı
yiyebileceklerini düşündü.
“Uyarı için çok teşekkür ederim, size
bir kez daha borçlandım!”
Mel, yüzük
olan elini masanın altından yavaşça Marvina’nın Mor Kristal Jetonu tutan eline
uzattı. Bir saniye sonra, dört köşeli mor nesne hiç var olmamış gibi kayboldu.
“Yemeğin soğuyor, lütfen!”
Küçük kriz
aşılınca, önlerinde duran derin kâselerin içindeki sulu yemeği iştahla yediler
hatta Mel o kadar beğenmişti ki iki kâse daha yemeden duramadı.
“Mel, senden gelen bir ruh gücü
hissedemiyorum. Yoksa bedensel eğitim alan biri misin?”
Sol eliyle
kafasını kaşıyan Mel, mahcup bakışlarla etrafı süzmeye başladı. Kısa zamandır
birbirlerini tanıyor olsalar da Edgan bu halin anlamını biliyordu.
“Sanırım bunları da bilmiyorsun ama
kusura bakma, bugünlük benden bu kadar!”
Yakışıklı
genç durdu ama kız kardeşinin böyle bir niyeti yoktu.
"Dövüşçü değilsen, akademinin hangi
kısma girmek için geldin buraya?”
Bu sefer
verecek bir cevabı vardı.
“Bitki bölüme katılmak istiyorum!”
“Ne güzel, ben de Simyacı olmak için geldim.
Abimse dövüşçülerin olduğu yere girecek!”
Heyecanlanan
kız sesinin ayarını kaybetti, söylediklerini duyan hanın diğer müşterileri
onlara bakmaya başladılar.
“Sakin ol Marvina! Henüz yeterlilik
testlerini geçmedim!”
Akademinin
yerleşim alanında binlerce insan, üç gün sonra başlayacak katılım testlerini
bekliyordu, ortalık yerde böyle cesur söylemleri dile getirmek pek akılcı bir
hareket değildi.
“Kusura bakma abi ama son iki buçuk
sene öyle harika geçti ki. Hatırladıkça kendime hâkim olamıyorum!”
İki buçuk
sene lafının geçmesi Mel’i heyecanlandırdı, aralarında oluşan samimiyete de
güvenerek sorusunu sordu.
“Edgan, iki buçuk sene önce ne oldu?”
Yakışıklı
çocuğun yanındaki kız, kabahat işlemiş gibi iki eliyle ağzını kapattı. Belli ki
bu konuyu konuşmamak için aralarında sözleşmişlerdi.
“Marvina, senin bu çenen başımıza bela
olacak gibi duruyor!”
Edgan ilk
defa sesini sertleştirerek konuştu. Ilımlı bakışları, çatılan kaşlarının
etkisiyle uyarır bir hal aldı.
“Sadece laf olsun diye sordum, lütfen!
Cevap vermene gerek yok.”
Mel, keyifli
ortamın kendisi nedeniyle bozulduğunu görünce konuşmaya başladı. Tepkisi
Edgan’ın tavrını biraz yumuşattı, parmaklarını masaya vuran gencin gözleri de
onları izliyordu.
“Şu anda bu konu hakkında konuşamam,
hiç duymamış gibi davranabilir misin?”
Konuşmadı
Mel, kafasını sallayarak onayladı.
“Mel, biz kalacak bir yer ayarlamaya
çalışacağız, katılmak ister misin?”
Marvina
kabahat işlemiş küçük çocuk gibi yaptığı sesiyle, içine kapanmış genç çocuğa
seslendi. Mel kısa bir süre düşündü, ardından kendinden emin bir şekilde cevap
verdi.
“İlk önce, Bitki Bölümünün sınavı için
başvurumu yapmayı düşünüyorum. Ondan sonra biraz etrafta dolaşacağım.”
Bütün
şirinliğiyle yaptığı teklif reddedilince, Marvina omuzunu silkeleyerek masadan
kalktı, abisi Edgan’ da onu izleyecekti.
“Hesaplar sende arkadaşım, böylece
ödeşmiş olduk. Umarım bir daha karşılaşırız!”
İki kardeş
hanın kapısından çıkıp gidince, Mel koca memeli garsona işaret yaparak masasına
çağırdı. Hesap beş gümüş para geldi, genç çocuk Edgan’dan gördüğü gibi elini
kıyafetlerinin içine götürüp sanki kesesinden para çıkarıyormuş gibi yaparak,
masaya altı gümüş bıraktı.
Garsonun yüzü
ışıldadı, kılık kıyafeti göstermese de müşteri bonkör çıkmıştı. Yerlere kadar
eğilip kapıya kadar uğurladı, hanın içindeki herkes olanları şaşkın bakışlarla
izledi.
Bir dakika
sonra bonkör müşteri hızla geri girdi, koca memeli garsona bir şeyler sorup
aynı hızla dışarı fırladı, bu tuhaf duruma da kimse anlam verememişti.
“Öyle fırladım gittim ama bitki
bölümünün nerede olduğunu sormayı unuttum. İyi ki garsona bahşiş vermişim,
yoksa arayıp duracaktım.”
Mel kendi
kendine söylenerek, tek katlı, fazla geniş olmayan ama uzunluk olarak diğer
yapıların en az beş katı büyüklükteki binanın önüne geldi. Kapının üzerinde Bitki
Bölümü Kayıt Ofisi yazıyordu, genç çocuk bunu okuyunca gülmeye başladı.
“Ne aptalım, garsona direkt Bitki
Bölümü’nün yerini sordum, burasının sadece akademinin yerleşimi olduğunu bile
anlayamadım. Kadın akademinin dağların içinde olduğunu söylediğinde, acaba
suratım nasıl bir hal almıştı?”
Hayatının
neredeyse tamamını ücra bir kara parçasında geçiren Mel, yeni şeyler öğrenirken
kendini komik duruma düşürmeden edemiyordu. Bunların çoğuna gülüp geçse de
bazıları onu düşündürüyordu.
“Keşke o soruyu sormasaydım, acaba
aramız açıldı mı? Marvina kızmış gibiydi, neden onlarla beraber gitmedim ki?”
İçindeki
sesler ağzından döküldü, ne kadar zamandır binanın önünde olduğunun farkında
değildi.
“Kapının önünden çekilecek misin?”
Mel, on dört
yaşında bir çocuğa göre iri olan fiziğiyle geçişleri engelliyordu, bunu gören
iki kız tam kulağının dibinde bağırmaya başladılar.
“Özür dilerim, lütfen buyurun!”
Panikle yana
zıpladı genç çocuk, bir yandan ona bağıran kızları inceliyordu.
“Köylü işte, ilk defa şehre gelmiş galiba!”
“Kılık kıyafetine baksana, ezik!”
Baştan aşağı
bol fırfırlı ve şaşalı kıyafetlere bürünmüş kızlar, iki parmaklarıyla
burunlarını kapatarak Mel’ in yanından geçtiler.
Genç çocuk bu
hareket üstüne istem dışı kendisini koklasa da pis bir koku alamadı, kızların
neden bu şekilde davrandığını anlayamıyordu.
“Girip şu işi halledeyim, ardından ait
olduğum yere dönmeliyim!”
Mel, yüksek
kapıyı ittirerek içeri girdi. Sağlı sollu dizilmiş ve binanın sonuna kadar
uzayan masaları gördü. Hepsinin başında bir kişi vardı, kayıt olmak isteyenler
onlara doğru gidiyorlardı.
Genç çocuk
girişteki kalabalığın arasından sıyrılıp binanın arka taraflarına doğru yürüdü,
gözleriyle boş bir masa arıyordu. En sonunda, neredeyse binanın bitimine
gelmişken bir tane buldu. Vakit kaybetmeden, kafasını iki kolunun arasına
koyarak masaya yaslanmış adamın karşısına oturdu.
“Efendim merhaba, kayıt olmak için
geldim!”
Sesi gür ve
neşeliydi, kıpır kıpır haliyle oturduğu yerde duramıyordu. Mel’ in aksine, adam
yavaşça kafasını masadan kaldırdı, yüzünde cüppesinin kol işlemelerinin izi
vardı.
“Ne istiyorsun?”
Mel, cevabını
zaten verdiği soruyu duyunca şaşırdı.
“Söyledim ya efendim, Bitki Bölümü
giriş sınavlarına kayıt olmak istiyorum!”
Mel hariç
herkes uyuklayan adamın ne demek istediğini anlamıştı ama genç çocuk ısrarla
aynı sözleri tekrarladı.
“Başka masa bulamadın mı?”
“Evet efendim, bir tek burası boştu ve
ben de hemen koştum geldim!”
Yanan ateşe
benzin döküyordu Mel, yakınlardaki kayıt görevlileri işlerini bırakıp onları
izlemeye başladılar.
“Yazık, zekâ özürlü galiba!”
“Gidip Aksi Hanry’i bulmak için eşşek
şansı olması lazım!”
Kayıt
görevlileri fısıltı halinde konuşurken, Mel’ in karşısında oturan adam
söylenerek masanın gözünden kâğıt, ucunda sivri bir kemik olan tüy ve mürekkep
kavanozunu çıkardı.
“Adın ne?”
“Malcom ama herkes bana Mel der!”
Malcom
dedikten sonra yazmaya başlayan adam, ardından gelen sözlerden sonra kısa bir
süre durdu, başını kaldırmadan karşısında oturan genç çocuğa baktı.
Mel,
görevlinin bakışlarına karşılığı gülümseyerek verdi, çevredekiler gülmemek için
kendilerini zor tutuyorlardı.
“Soyadın ne ?”
“Yok!”
“Dalgamı geçiyorsun ulan sen benimle!”
Aksi Hanry
elini masaya vurup kükreyince, yakındaki masalardan bir kahkaha yükseldi, uzun
süredir kendilerini tutan insanlar sonunda koyuverdiler.
“Ne haddime efendim, gerçekten bir
soyadım yok. Doğduğum köyde kimse böyle bir şeye ihtiyaç duymazdı!”
Adam Mel’ in
kılık kıyafetini baştan aşağı süzdükten sonra, “Anladık, soyadı olan birini de
mi tanımıyorsun? Onu söyle bari” dedi.
Mel’ in
gözleri parladı, soyadı olan biri vardı, hem de onu çok iyi tanıyordu.
“Drago, soyadı olarak Drago
yazabilirsiniz!”
Bu sözlerden
sonra gürültüyü duyup masanın yanına gelen insanlarda kahkahayı kopardılar.
“Aptal çocuk, yaşadığın dağ köyünde
böyle bir soyadını nereden duyabilirsin. Kim bilir yerleşkenin içine girince
kimin ismini duydun da geldin burada bana satmaya çalışıyorsun. Başını belaya
mı sokmak istiyorsun!”
“Mel adın, Malcom soyadın bundan
sonra, şimdi nereden geldiğini söyle!”
Kayıt memuru
haşmetli soyadını çocuğa yakıştıramadığından, kendi kafasına göre bir kayıt
ismi oluşturdu. Onun gözünde Mel, köyden gelmiş cahilin biriydi.
“Köyümün bir ismi yoktu?”
“Yaban yazdım, şimdi madalyonunu çıkar
ve kayıt işlemini tamamlayım!”
Mel elini
yalandan cüppesinin içine soktu, yüzüğündeki madalyonu çıkarıp kayıt memuruna
doğru uzattı. Bunun üzerine Aksi Hanry, şöyle bir göz ucuyla yuvarlak metali
inceleyip elindeki mührü kâğıt parçasına bastı.
Çekmeceden
küçük bir yeşim taş çıkararak Mel’e uzattı, verdiği nesneyi inceleyen çocuğun
hâlâ başında durduğunu görünce de huysuz bir tonla homurdandı.
“Kayıt kabul nesnesi onun adı,
surların dışına çıkarsan rahatça geri girmeni sağlar. Umurumda değil ama bu
zayıf halinde değil surların dışına çıkmak, şehrin sokaklarında bile gezinme.
Biri kazayla çarparsa, ölmen işten bile değil!”
Tek katlı
binadan çıkan Mel, kapıya doğru yürürken insanların gülüşlerine maruz kaldı.
Aksi Hanry ‘nin son sözlerini duyan bu kişiler, genç çocuğa çöp muamelesi
yapıyorlardı.
“Dedemin sözünden çıkamam; varsın beni
güçsüz zannetsinler ne çıkar ki? Ben neler yapabileceğimi biliyorum nasıl olsa,
bu bana yeter.”
Mel,
diğerlerini kafasına takmamayı küçük yaşında öğrendiğinden, yerleşimdeki halkın
tavırlarından etkilenmedi.
“Yalnız, bu güç seviyelerini ilk defa
duyuyorum. Hangisinin ne kadar güçlü olduğunu öğrensem, hiç fena olmaz.”
Mel en büyük
önceliğini belirledikten sonra yüksek duvarların dışına açılan kapılara doğru
yürüdü, yavaştan kararmaya başlayan havaya aldırmadan sık ormanların göründüğü
yere gitmek istiyordu.
“Çocuk, nereye gidiyorsun?”
Geldiği
kapıdan dışarı çıkamaya çalışan Mel, sabahki muhafızlardan biri tarafından
durduruldu.
“Ormana gidiyorum.”
Kaba bıyıklı
adam sorusuna aldığı yanıtın ardından, tek kaşını kaldırarak bir süre Mel’i inceledi.
“Sen sabahki vahşi yaratık çekirdeği
olmayan çocuksun. Kayıt olabildin mi?”
Küçük yeşim
taşı koynundan çıkarıp gösterdi Mel, bu onun sorunsuzca içeri girip çıkmasını
sağlayacak yegâne şeydi.
“Aferin ama sana daha önce de
söyledim, ormandaki en zayıf yaratıklar bedeninde doğanın gücünü dolaştırmayı
başarmış canlılardır. Senin hiç ruh gücün yok, nasıl hayatta kalmayı
düşünüyorsun?”
Adam belki
sertti, görevi gereği insanlarla sıcak ilişkiler kuramıyordu ama genç çocuğu
ikinci defa uyarmak için öncelik aldı.
“Teşekkür ederim muhafız abi ama yine
de gideceğim. Ben dağ köyünde doğdum ve son üç senedir ormanda yaşıyorum. Eğer
kendimi koruyamayacağımı anlarsam, koşarak buraya kaçarım!”
Adam Mel’ in
konuşmasını dinledikten sonra hafifçe gülümsedi, ardından diğer nöbetçiye bir
hareket yaparak laf anlatmaya çalıştığı çocuğu kenara çekti.
“Bak delikanlı, heyecanlısın ve her
şeyi yapabileceğini düşünüyorsun ama gerçek dünya senin zannettiğin gibi
işlemiyor. Bundan bir sene önce, oğlum da seninle aynı sözleri söyleyerek
ormana doğru gitti.
Hırslıydı ve beden gelişimi yapan bir
gelişimci olarak yaşına göre akranlarının önündeydi. Akademiye girmek
istiyordu, öneri madalyonu almak için paramız yoktu. O da yaratık çekirdekleri
toplayıp almak istedi.
Büyük ihtimal bilmezsin, dövüşçü
bölümü için ya bir etkiden öneri madalyonu alman ya da yerleşimin etrafındaki
ormandan yirmi tane yaratık çekirdeği getirmen lazım!
Oğlum zoraki olarak ikinci şıkkı
seçti ve gittiğinin ertesi günü burada, tam bu kapıda kanlar içinde kucağıma
devrildi!”
Mel hikâyeyi
soluksuz dinliyordu, adamın suratındaki değişimler anlatılanın uydurma bir öykü
olmadığı konusunda onu ikna etti.
“Oğluna ne oldu, muhafız abi?
Dağ gibi adam
bu soru üzerine adeta ufaldı, yumruklarını öyle sıktı ki kemiklerin çıkardığı
ses duyulabiliyordu.
“O günden beri yatalak, normal
ilaçların iyileştiremeyeceği yaralara sahip. Üst düzey iksirler için de bizim
paramız yetmiyor. Her gün onu, iyileşip seneye yapılacak sınava girebileceği
konusunda kandırıyorum.
Yaşasın diye kendi oğluma yalan
söylüyorum, akademiye son katılım yaşı olan 16 sına kadar hayata tutunsun diye
sakat oğluma yalan söylüyorum!”
Kendini
sonuna kadar tutan adam ağlamaya başladı, bir senedir içinde tuttuğu her şeyi
hiç tanımadığı bir köylü çocuğuna anlatmıştı.
“Umudunu kaybetme muhafız abi, gün
doğmadan neler doğar. İki gün sonra sabah burada olacağım, beni bekle!”
Acılı adamı
birkaç sözle daha teskin eden Mel, yönünü sık bitki örtüsünün hüküm sürdüğü
yeşil alana çevirdi. Karanlık tamamen çökmüştü, birçok insan yerleşimin içine
doğru koşar adımlarla ilerlemekteydi.
“Akademi sınavlarına girmek için
buradan yaratık çekirdeği istiyorlarsa, demek ki ormanın içindekilerin
çekirdekleri kolaylıkla ayırt edilebiliyor. Birkaç tane toplayabilirsem,
muhafızdan benim için seviyelerini belirlemesini isteyebilirim!”
Mel planını
yaptı, duyularını limitlerine kadar çekti ve nemli ormanın topraklarına adımını
attı. Tüyleri diken diken edecek bir atmosfer vardı, dört bir yanı ağaçlarla
kaplı alanda sakin adımlarla yürüyordu.
“Buradaki ağaçlar beni tehdit olarak
görmeye başladılar bile, huzursuz olduklarını hissedebiliyorum. Yerleşimdeki
evlerin onlardan yapılmasına bakılırsa haksız sayılmazlar, etkileşime geçmek
hayalperestlik olur!”
Mel, hem
yürüyor hem de durum değerlendirmesi yapıyordu, bu sırada arkasında kalan
toprağın üzerinde bazı kabartılar belirmeye başladı.
Uzun, ince
bir yol şeklinde devam eden kabartılardan, açık yeşil bir ışık ara ara parlayıp
söndü. Genç çocuğa birkaç metre kaldığındaysa, iki sivri dişe sahip bir kafa ok
gibi hedefine uçtu.
Mel’ in
ensesine doğru ilerliyordu, insanın kolu kalınlığındaki uzun bir yılandı. Yan
çevirdiği çenesinden sarkan iki diş savunmasız alana saplanmak üzereydi ama
vahşi yaratığın bilmediği bir şey vardı.
Yıldırım gibi
döndü Mel, ejder pençesi şeklini almış sağ eliyle yılanı boynundan
yakalayıverdi. Çatal dili ağzından dışarı çıkmıştı, iki dişinden damlayan koyu
yeşil sıvılar düştüğü toprağı aşındırırken, Mel keskin bakışlarını ona dikti.
“Öldürme döngüsüne giren ilk vahşi
yaratık sendin demek, ellerimde öleceksin!”
Sağ elini
sıktığında, acı bir tıslama ormanın içine doğru ilerledi, yılanın başı ve
gövdesi iki farklı parçaya ayrıldı. Mel, çekirdeği çıkarmaya uğraşmadan
yaratığı bütün olarak yüzüğüne aldı, etrafa yayılan kan kokusu onu huzursuz
etti.
“Ölmeden önce attığı çığlık acıdan
değildi, intikam istiyor. Kan kokusuyla birleşince tamamen açık hedef durumuna
düşeceğim, acilen buradan ayrılmalıyım!”
Mel,
dedesinin ona hazırladığı ormanda pek çok şey öğrendi. Kurtların tuzağına
düşerek kaçmak zorunda kaldığı ve arıttığı mağaranın içinde yükselen ağacın
yardımıyla kurtulduğu zamandan beri, avcılık yetenekleri sınıf atlamıştı.
Yer
değiştirirken yüzündeki yarayı elledi Mel, ne zaman bir zafer kazansa bunu
yapardı, kendisini kibirden korumak için ritüel edinmişti bu hareketi.
Tahminleri
doğru çıkıyordu, sinsi saldırısı sırasında yakalayıp öldürdüğü yılanın son
çığlığını attığı yerde, yirmiden fazla yılan toplandı. Kan kokusunu alıyorlardı
ama soydaşlarının ölü bedeni hakkında en ufak ipucu yoktu.
“Yılanı yakalamak kolay oldu, dedemin
kitaplığı sağ olsun. Daha önce görmediğim yaratıklar hakkında bütün bilgiler
oradaki kitaplarda yazıyordu, yoksa yerin altından yaklaşan vahşi yaratığın ne
olduğunu bilemezdim!”
Mel,
bitirdiği savaşlardan sonra durum değerlendirmesi yapmayı hiç ihmal etmedi.
Zafer veya yenilgi fark etmeksizin neyi doğru, neyi yanlış yaptığını her
seferinde gözden geçirirdi.
“Yılanların hareketliliği diğer
canlıları da uyaracak, hepsi ormanda bir yabancı olduğunu biliyorlar. Esas oyun
şimdi başlıyor, iki günümüz var, bakalım nasıl geçecek!”
“Böyle bir şeyi ilk defa görüyorum!”
Mel, elinde
tuttuğu kocaman çiçeğe bakarken şaşkınlıkla söylendi. Taç yapraklarının içinde,
sivri dişlerin çevrelediği yuvarlak bir ağız vardı ve bu ağız biraz önce Mel’i
bütün olarak yutmaya çalışmıştı.
“Bitki şeklinde vahşi yaratık veya
ikisinin karışımı bir tür! Buraya gelenlerin çoğunun neden öldüğü belli
oluyor!”
Yılanı
öldürdükten sonra bir ağacın tepesine çıkarak geceyi geçirmek isteyen Mel,
ansızın saldırıya uğradı. Dedesinin hazırladığı ormanda gecelerce sabahlamasa,
kesinlikle bu saldırı sonrası ölmüş olurdu.
“Bakalım, bunun çekirdeği var mı?”
Eliyle dev
çiçeğin gövdesini yarınca inceden bir titreme bedenine girdi, burada da
durmayan titreşim önce ağaca, oradan da toprağa karıştı.
Birkaç nefes
sonra civardaki ağaçlar delicesine sallanmaya başladı, uzun dalları
birbirlerine vuruyordu.
“Demek benim yerimi vahşi yaratıklara
gösteriyorsunuz, şimdi işlerin nasıl yürüdüğünü tam olarak anladım!”
Mel, vahşi
yaratıklarla ormanın içindeki ağaçların kader birliği yaptığını çözünce, daldan
yere atlayarak hemen oradan uzaklaştı. Ağaçlar insanlar onları kesmesin diye
vahşi yaratıklara, vahşi yaratıklar da açık alanda avlanmamak için ağaçlara
muhtaçtı.
İşinizi bozmayacağım ama ölüm
çemberine girmek isteyenlerin çekirdeklerini almam lazım!”
Ormana
girmeye karar verdiğinde kendi sınırlarını görme amacını belirledi Mel,
karşılaştığı durumlar onu bu yoldan geri döndüremezdi.
Genç çocuk
kararlıydı ama rakibi koca bir ormana hükmediyordu. Nereye gitse, ağaçlar vahşi
yaratıklara onu bulmaları için yardım ediyordu. Böylece, küçük bir açıklığa
vardığında etrafının yılanlarla sarıldığını gördü.
Ondan fazla
yaratık sürekli hareket ederek tüm kaçış yollarını kapatmak isterken, arka
beliren bir gölge sürünerek boşluğa, Mel’ in yanına geldi.
Genç çocuğun
bedeninden kalın gövdesinin üzerinde toplanarak, sallanmaya başladı. Halkalar
şeklinde küçülttüğü bedeninin uzunluğu, Mel’ in iki katı kadardı.
“Patron sensin demek! Son kez
uyarıyorum, çekip giderseniz sizi takip etmeyeceğim ama kalıp savaşırsanız
sonunuz ölüm olacak!”
Büyük yılan
ince bir tıslamayla karşılık verdi, onun bu hareketinden sonra civardaki diğer
yaratıklar da aynı sesi çıkarmaya başladılar.
“O zaman başlayalım!”
Mel, dönülmez
yola girileceğini görünce kollarını kaldırarak savaş duruşu aldı. Aynı anda
çalılıkların içinden iki gölge kollarına doğru atıldı.
Dev yılanın
daha küçük versiyonu gibiydiler, hızlıca Mel’ in kollarına dolanıp bilekten
omuza kadar olan kısma sıkıca yapıştılar.
Küstahça
tısladı patronları, tavrında daha bunlarla baş edemiyorsun der gibi bir hava
vardı.
Bunu Mel’ de
anladı, yılanlar kaslarını sıkarak kollarını koparmak isterken, o sadece
gülümsüyordu.
Öncesinden
ders almış gibiydi yılanlar, pençelere hedef olup parçalanmamak için
kendilerini kollara sarıp, düşmanın hareket kabiliyetini sıfıra indirmişlerdi.
Yılanlar
acımasızca kasılarak kollarını işe yaramaz hale getirmeye uğraşırken, genç
çocuk bir kükreme salıp kollarındaki kasları kasmaya başladı.
İki gücün
savaşı yaşanıyordu; biri dıştan içe doğru sıkarken, diğeri içten dışa doğru
kendisini kasıyordu. Mel’ in bedeni yaşıtlarının sınırlarını çoktan aşmıştı ama
özellikle kolları başka bir hikâyeydi.
Mağarada
bulunan ağacın yardımıyla özümsediği vahşi yaratık bedenlerinin bütün enerjisi,
kollarındaki ejder dönüşümünü sağlamak için harcanıyordu.
Öyle görünmeseler de
yılanların sıkarak yok etmeye çalıştığı kollar neredeyse bir ejderin uzuvları
gibiydiler.
Ardı ardına
çıkan patlama sesleri de bunun kanıtıydı, uzun bedenleri parçalara ayrılan iki
yılandan kalanlar yere düşüyordu.
“Daha çekirdek oluşturamamış astlarını
ölüme yollamayı bırak, gücün yetiyorsa gel savaşalım!”
Mel, sadece
insanların önünde ve ölüm çemberine girmemiş canlıların karşısında yumuşak başlıydı.
Çizgiyi aşanlar onun diğer yüzüyle tanışıyordu, kararlı ve vahşi yanı dışarı
çıkıyordu.
Patron yılan
diğerlerinin onunla baş edemeyeceğini anladı. Çekirdek oluşturmayı başarmış bir
astını öldüren insanı, sayısal üstünlükle bastırma planı işe yaramayacak
gibiydi.
Yine de
elindeki bütün kozları kullanmadan öne çıkmadı, dilinin ufak bir titreşimi
sonrası gölgelerde saklanan yaratıklar hücuma kalktı.
“Madem ölmek istiyorsunuz, öyle
olsun!”
Ejder pençesi
halini almış iki elini bedeninin yanına çeken genç çocuk, onları hızla
savurmaya başladı. Düşman henüz ona ulaşmamıştı ama onun ellerinden çıkan yeşil
enerjiden oluşan pençeler çoktan hedeflerini buluyordu.
Küçük
açıklığın içi yılan cesetleriyle doldu, tek parça olan bir tane bile yaratık
yoktu. Mel, ejder pençesinin ikinci aşamasına geçmişti, pençelerinde biriken
enerjiyi bedeninden ayırıp düşmanına yollayabiliyordu.
Civardaki
ağaçlar da Mel’ in saldırılarından nasibini aldı, kırılan dalları ve yaralanan
gövdeleri nedeniyle isyan eder gibi hışırtılar çıkardılar.
“Sakın bana kızmayın, yaratıklarla bir
olup yerimi gösterirken düşünecektiniz bunları!”
Yaşananlar
bundan ibaretti, yılanlar ona ulaşamadan pençe şeklindeki enerji saldırıları
nedeniyle parçalara ayrıldılar. Destekçileri olan ağaçlar ağır hasarlar almıştı,
Ölüm Çemberine girenlere karşı acıması yoktu Mel’ in.
“Kalın derini Enerji Pençeleri ile
kesebilir miyim bilmiyorum ama denemek için sabırsızlanıyorum!”
Donup kalan
dev yılana bakan genç çocuk, ellerini göstererek meydan okudu. Normal bir canlı
olsa astlarının yaşadıklarını görünce döner kaçardı ama patron kademe yılan
durum karşısında daha da sinirlendi. Yay gibi duran bedenini bir anda serbest
bırakarak saldırıya geçti ve Mel’ de iki elinden çıkan Enerji Pençelerini
üzerine yolladı.
Büyük bir
gürültü koptu, patron yılan aldığı darbelere aldırmadan hızını koruyup Mel’e
çarptı. Başını öne uzatıp, gövdesini mızrak gibi kullanarak genç çocuğa adeta
saplandı.
Darbeyi alan
Mel geriye doğru savruldu, durması için ancak onlarca ağacı yıkması gerekti. En
sonunda, hızı iyice azalınca, geniş gövdeli bir ağacın üzerine yapıştı.
Dev yılan
meydan okurcasına yüksek sesle tısladı, rakibine gününü göstermiş bir
savaşçının gururu vardı üzerinde. Diğer tarafta, Mel olduğu yerden onu
izliyordu, yılanın gövde gösterisi bitince kımıldanarak gömüldüğü yerden çıktı.
“Üzerinde iz bıraktım ama henüz derini
aşıp etini kesecek kadar fazla enerjiyi serbest bırakamıyorum. Gel, direkt
pençelerim sana temas edince neler olacağını görelim!”
Bir kez daha
birbirlerine hamle yaptılar. Bu sefer Mel, mızrak gibi gövdesine inen başın
yanından sıyrılarak, uzun bedene pençesini taktı.
Yeşil
enerjiyle sarılmış eli sert pullarla kaplı deriyi yarıp ete dokunduğunda, hazin
bir tıslamayı serbest bıraktı patron yılan. Ters yöne doğru olan hareketinin
ivmesini durduramadı ve bedeni boydan boya yarıldı.
“Ejderhanın önünde küstahlık yapmaya
cesaret eden bir yılana göre, çok da sert değilmişsin!”
Dövüşürken
kendine güveni tavan yapsa da asla kibirli değildi. Düşmanın zayıf duruma
düştüğünü görür görmez yeniden saldırdı. Amacı, el kadar geniş olan açık yarayı
kullanarak daha fazla zarar vermekti.
İstediğini
yapıyordu genç çocuk, hareket kabiliyeti zayıflayan düşmanın kör noktalarından
sinsice yaklaşıp, adeta kanayan yarasına parmak basıyordu.
Vur kaç taktikleri
dev yılanı deliye döndürse de yapacak bir şeyi yoktu, düşmanın hareket hızı ve
çevikliği onu çoktan aşmıştı.
Öfkeyle
tısladı patron yılan ama bu seferki diğer bağırışlarından farklıydı. Tınısı
yardım ister gibiydi ve birkaç nefes sonra beklediği şey olacaktı.
Yer
sallanmaya başladı, yaralı dev yılanın acılı tıslamaları yanıt bulmuş gibiydi.
Toprağın altından kamçı misali fırlayan kökler, Mel’ in bedenine yapışıyordu.
On saniye
geçmeden baştan aşağı kökler tarafından zapt edilmişti, sadece kalbinin olduğu
yerde bir karış genişliğinde açıklık vardı.
“Bu kadar ileri gidebiliyorsunuz
demek, siz de ölüm döngüsüne girdiniz!”
Mel sakindi
ama dev yılan heyecandan delicesine titriyordu. Öleceğini düşündüğü an, son
çare olarak yaptığı yardım çağrısına ağaçlar destek vermişti.
Genç çocuk
üzerine doğru gelen yılanı hissediyordu, eskisi gibi ileri atılamayan patron
yılan ancak yavaşça sürünebiliyordu.
“Seçiminizi yaptınız! Eski dostum,
sıran geldi!”
Mırıldanması
bittiği an, Mel’ in bedeninden taşan yeşil enerji köklere girerek ilerlemeye
başladı. Çok hızlıydı, geçtiği yerler kırmızıya dönerken toprağın içine
giriyordu.
Kurumuş
yaprak misali döküldü kökler, genç çocuğun kaslı bedeni gözler önüne serildi.
Patron yılan yolu ancak yarılamıştı ki donup kaldı, kafasını çevirip etrafına
bakmaya başladı.
Çağrısına
cevap veren ağaçlar an ve an çürüyor, bir yığın tahta parçası olarak yere
düşüyorlardı. Yeşil enerji kırmızıya dönerek kaynağa, yani Mel’e doğru yola
çıkıyordu.
“Size dokunmak istemiyordum ama bu
sonu siz seçtiniz. Sabretmediğimi söyleyemezsiniz?”
Enerji
sarayının bahçesine arıttığı mağaranın içindeki ağaç, bir sağa bir sola
sallanıyordu. Yirmi metre çapındaki alanda bulunan bütün ağaçların enerjilerini
emdikten sonra çok mutlu bir haldeydi.
“Sana gelelim patron yılan! Hayatın
burada sona eriyor!”
Af diler gibi
öne eğildi dev yılan, buna nazaran Mel tek adımda aradaki mesafeyi alıp sağ
elini kafasından içeri soktu.
“Kusura bakma, bunca olandan sonra
mümkün değil!”
Mel’ in sakin
ve çekingen tabiatı, ölüm döngüsüne girenlere karşı tamamen değişiyordu. Kesin
ve kararlı duruşuyla, sorunları büyümeden halletmeyi ilke edinmişti.
“Çekirdeğini alıyorum, varlığına başka
bir formda devam edeceksin!”
Patron yılanı
öldürüp civardaki bütün ağaçları kurutan Mel, acele etmeden sakince çekirdeğini
çıkardı. Korkacak bir şey yoktu, ağaçlar bile soydaşlarına olanı gördükten
sonra uğraşmamaları gereken birini bulduklarını anladılar.
“Patron, ast yılan ve bitki şeklindeki
yaratıkla beraber üç çekirdek oldu, kaldı dokuz tane!”
Mel, civardaki
avlanma şansının bittiğini anladığında, patron yılanın cesedini yüzüğüne aldı
ve bağdaş kurup dinlenmeye başladı.
Gecenin
ilerleyen saatleri olduğundan genç çocuk yarına hazırlık için meditasyon
yapıyordu, günlük rutinini bozmaya niyeti yoktu. İki saat sonra güneşin ilk
ışıkları üstüne vurduğunda kapalı gözlerini açtı, iki kolu omuzlarından
itibaren koyu kırmızı bir renkle parlıyordu.
“Hepsini özümseyemedim ama bu bile
beni tatmin etmeye yetti. Umarım, yeniden şansınızı denersiniz!”
Yirmi adım
uzaklıktaki ağaçlara bakarak konuşan Mel, mağaradaki dostunun özümsediği
enerjinin bir kısmıyla kollarını tavlıyordu.
Şöyle bir
baktığında, gün geçtikçe gelişen uzuvlarından epey memnundu, git gide
ejderleşmeye devam ediyordu.
“Biraz daha derinlere ilerlemenin vakti
geldi, şafak sökerken geri dönmem gerekecek!”
Yarattığı
boşluktan ayrıldı, güneş ışınları dalların arasından sıyrılmaya uğraşıyordu ama
bitki örtüsünde bir hareketlilik yoktu.
Zor, her
zaman oyunu bozuyordu. Düşmanın kendileri için ölümcül bir tip olduğunu gören
ağaçlar, bir süreliğine vahşi yaratıklarla olan anlaşmalarını askıya almış
gibiydiler.
Böylece koca
bir gün geçti ve akşam olduğunda Mel’ in yüzüğünde toplam on beş canavar
çekirdeği vardı.
“Kolay oldu sanki! Neyse ki patron
yılanın gücünde bir rakip çıkmadı, hepsi ilk öldürdüğüm yılanın
klasmanındaydı!”
Dönüş yolunda
değerlendirme yapmaya devam etti, dev kayalardan oluşan surlara varana kadar
ormanda geçirdiği zamanı analiz edecekti.
“Muhafız abi, ben geldim!”
Genç çocuk,
geri geleceğine söz verdiği adamı görünce sevinçle bağırdı, bu hissi taşıyan
sadece kendisi değildi. Muhafız da ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın
fikrini değiştirmeyen çocuğun sağ salim geldiğine en az onun kadar sevinmişti.
“Kesin kıyısında dolaşıp geri geldi,
bu gençlerin şöhret tutkularını hiç anlamayacağım!”
Muhafızın
yanındaki adam bugün değişmişti ve belli ki Mel’ in sadece gösteriş peşinde
koştuğunu düşünüyordu.
“Sen onu boş ver, bildim bileli
böyledir!”
Orta yaşlı
adam önce gözüyle, daha sonra eliyle Mel’ in hayati noktalarını yokladı ama her
hangi bir yaralanma izine rastlamadı. Çok şaşırsa da belli etmemeye
çalışıyordu.
“Muhafız abi, ne zaman buradan
ayrılacaksın?”
Soruya çok
şaşıran adam, tek kaşını kaldırarak konuştu.
“Hayırdır?”
Mel mahcup
bir yüz ifadesi takınıp cevap verdi
“Kalacak yerim yok, bu gecelik sizde
kalabilir miyim?”
Arkadaşı
kahkahalarla gülerken muhafızında yüzü düştü, elini vermiş kolunu kaptırmıştı.
Yine de içi el vermemiş olacak ki burnundan soluyarak cevap verdi.
“Sadece bir gecelik misafir edebilirim.
İki saat sonra nöbetim bitecek, o zamana kadar sakince bekle!”
İsteği kabul
edilen genç çocuk yavaş adımlarla bir köşeye geçip meditasyona başladı, iki
saat göz açıp kapatana kadar geçecekti.
“Ufaklık, haydi gidelim!”
Nöbetçinin
ağız alışkanlığından söylediği laf, yanındaki arkadaşının bir kez daha
kahkahalara boğulmasını sağladı. Seslendiği çocuk ayağa kalktığında, neredeyse
onunla aynı uzunluğa sahip oluyordu. Ufaklık diye hitap ettiği kişiyle aynı
boya sahip olmak biraz tuhaf kaçıyordu.
Muhafız, sokaklardan
yürürken etrafını sert bakışlarla gözetlemeye devam etti. Onu görenler,
özellikle yerleşimdeki halk saygılarını belli ediyorlardı.
Ara
sokaklarda ilerleyip yerleşimin köhne alanına ulaştıklarında, hava bir anda
değişti, muhafız kimsenin umurunda değildi. Adamın havası da tamamen değişti; o
vakur görünümlü kişi gidip, yerine omuzlarını düşük bir tip gelmişti.
“Hey Can, buraya bak!”
Ellili
yaşlarından fazla gösteren bir tip muhafıza doğru bağırdığında, Mel yanındaki
adamın adını öğrendi. Adam, çağrıya koşarak cevap vermişti ama dönüşü çok yavaş
olacaktı.
Mel
konuşulanı duydu ama kimse bunu yapabileceğini tahmin etmediği için olanları
anlamamazlıktan geldi.
“Canım, ben geldim!”
Muhafızın
hareket ve tavırlarından sonra sesi de tamamen değişti. Yolun kenarında,
merdivenleri yerin altına doğru inen kapıyı vururken bambaşka biri olmuştu.
Kapıyı,
beyazlaşmış saçlara sahip, temiz yüzlü bir kadın açacaktı. Önce adama, sonra
Mel’e bakan kadının suratında bir soru işareti belirdi.
“İçeri geçelim, anlatacağım!”
Orta yaşlı
adam baharda esen meltem gibi konuştu ve kadını omuzlarından kavrayıp evin
içine girdi, Mel kapıda bekliyordu.
“Ne bekliyorsun ufaklık, gir içeri!”
Mel’ in
utangaç tavrını gören adam, babacan bir sesle onu içeri çağırdı.
“Hoş
geldin oğlum”
Beyaz saçlı
kadın da kapının eşiğine gelen Mel’ e seslenince, iri fizikli genç çocuk
yavaşça içeri girdi.
“Sofra hazır, hemen geçin!”
Kadın,
misafirini omuzlarından tutarak girişin sağında kalan küçük odaya yönlendirdi.
Tahta bir masa, iki sandalye ve bir yatak olan odaya giren üçlüden adam, hemen
önünde tabak olan sandalyeye oturdu.
Ayakta iki
kişi kaldı ve masada tek sandalye vardı. Mel donup kaldı, bakışlarıyla adamdan
yardım istiyordu ama muhafız oralı değildi.
“Evladım otursana.”
Kadın Mel’ i
sırtından ittirerek boş sandalyeye oturtmak istedi ama genç çocuk yerinden bir
milim oynamadı.
“Siz oturun lütfen!”
Mel’ in sesi
istem dışı sert çıkınca, nihayet muhafız kafasını gömdüğü tabaktan kaldırdı.
“Otur şuraya velet!”
Adamın tavrı
karısını güldürdü.
“Evladım ben yedim, otur sen.”
Mel’ in
kapıdan girişi ve sofraya oturması on dakikadan fazla sürecekti. Eğer birine bu
çocuk ormanda patron yılanın kafasını acımasızca parçaladı deseydiniz, inanması
mümkün değildi.
“Kusura bakma velet, iki gündür
ormanda olduğunu biliyorum ama elimizde tahıl lapasından başka bir şey yok!”
Mahcup bir
tavırla konuştu adam, koyu kahverengi lapaya bakarken gözlerinde öfke vardı.
“Önemli değil efendim, bana evinizi
açmanız bile büyük bir iyilik. Bunu, hiçbir zaman unutmayacağım.”
Minnetini de
kinini de sakla, dedesinin öğretilerinden biri de buydu.
“Alt tarafı bir gece kalacaksın, haydi
yemeğini ye!”
Muhafız ve
Mel kaşıklarını tabağa bir daldırıp bir kaldırırken, beyaz saçlı kadın onları
izliyordu. Birkaç dakika sonra kadın önce yavaşça, daha sonraysa hüngür hüngür
ağlamaya başladı.
“Sophia, yapma böyle!”
Can, karısına
seslenirken ha ağladı ha ağlayacak bir hal aldı, yaşananlar karşısında Mel’ de
yemeyi bırakıyordu.
“Sizi böyle görünce, Sivo ile
antrenmandan gelip sofraya oturmanız düştü aklıma. O zamanlar soframız zengin,
oğlum sağlıklıydı. Geberesice İkinci Kıdemli!”
Kadın isyan
edince adam yerinden fırladı.
“Yavaş konuş Sophia, bu halimizden de
mi olmamızı istiyorsun?”
Sonra uzun
bir sessizlik oldu, ne kaşık tıkırtısı ne de tek bir kelime duyuldu.
“Biraz daha sabret güzel karıcığım,
Patrik girdiği tenhadan çıkınca her şey eskisi gibi olacak!”
Mel her şeyi
duydu ama hiçbir şey sormadı, ailenin yaşadığı dramı daha da deşmek istemiyor
gibiydi.
“Muhafız abi, yaratık çekirdekleri ile
ilgili nereden bilgi alabilirim?”
Sofradan
kalkınca Mel sorusunu sordu. Hali adamın tuhafına gitse de girişteki küçük bir
sandığın içinden ince kitabı çıkarıp ona attı.
“Bu muhafızlara dağıtılan bir
kitapçık, sanırım içinde isteğin bilgileri bulabilirsin.”
“Bir şey daha isteyebilir miyim?”
“Söyle bakalım ufaklık, başka ne
istiyorsun?”
“Bu gece, oğlunuzun yanında kalabilir miyim?”
O sırada Can’
ın karısı da yanlarına geldi, adam cevap vermeden önce bakışlarıyla ondan onay
bekledi. Ancak onun da kabul ettiğini anlayınca, tamam dedi.
Mel, elinde
kitap, evdeki iki odadan diğerine girdi zaten ev denen delik küçücük bir giriş
ve ufak iki odadan oluşuyordu.
“Merhaba, Sivo!”
Tek bir yatak
ve içinde hareketsiz yatan çocuğu gördü. Kendisi ne kadar sağlıklı ve gürbüz
görünüyorsa, yataktaki çocuk o kadar ölüme yakın duruyordu.
“Kimsin sen, bu odada ne arıyorsun?”
Sert bir
çıkış yaptı Sivo, Mel’i gördüğü için mutlu görünmüyordu.
“Adım Mel, akademinin bitki bölümü
kabul sınavları için buraya geldim. Babandan, sizde kalmak için ricada
bulundum, bu gece beraber uyuyacağız.”
Akademi
sözünü duyan yatalak gencin nefesi, kısa süreliğine kesildi. Mel, ince yorganın
altındaki yumrukların sıkıldığını gördü.
“Biliyor musun? Ben de dövüşçü
bölümüne gitmek istiyordum”
Evet
anlamında kafasını sallayıp,
“Baban
anlattı, canavar çekirdeği kazanmak için ormana gitmişsin” dedi.
Duyduklarının
ardından yatalak çocuğun bedeni, yataktan düşecek kadar şiddetle sarsıldı. “İkinci Kıdemli denen köpek yüzünden
oldu her şey. Kuralları değiştirmeseydi, ormana girmeme gerek kalmayacaktı!”
Mel’ in
şapşal bakışları eşliğinde devam etti sakat çocuk.
“Patrik tenhaya çekilip bütün yetkiyi
ona vermeden önce, muhafızların hayatı çok daha kolaydı. Maaşları iyiydi,
kalacak yerleri vardı ve çocuklarının akademiye girmek için sadece yeterli
olduklarını kanıtlamaları gerekliydi!”
Meraklanan
Mel, can kulağıyla dinliyordu.
“İdareyi eline aldığı gibi muhafızları
evlerinden çıkardı, maaşlarını yok denecek kadar aza indirdi ve en son
çocuklarının haklarını ellerinden aldı. Daha akademiye girmeden, nasıl
ormandaki yaratıklarla başa çıkabiliriz ki? Amacı test değil, bizi yok etmek ve
yerimize zengin insanların çocuklarını almak!”
Gerçeği duyan
Mel çocuğu avutmak istedi “Baban dedi ki seneye kadar iyileşip
yeniden deneyebilirmişsin!”
Acı bir
kahkaha oda da çınladı ve ona ince ince akan gözyaşları eşlik etti. “Sana da mı söyledi ama biliyor musun
dostum ben ölüyorum. Dişlerinden arttırıp aldıkları ilaçlar etki etmiyor, nasıl
etsin ki? Baksana şu odaya, tek bir penceresi dahi yok. Güneş ışığını en son ne
zaman gördüğümü unuttum! Yulaf lapası yiyerek sadece acımı uzatıyorum, ailemin
üzerine kalmış bir yüküm sadece!”
Babası onu
kandırdığını sansa da, genç çocuk her şeyin farkındaydı. Sessizce kenara
çekilip muhafızdan aldığı kitabı okumaya başladı Mel. İlk bölüm canavar
çekirdekleri üzerineydi.
“İşte bu ilk yaratıktan aldığım
çekirdek; Sınıf-E, bedeninde doğa enerjisi depolayabilen vahşi yaratık
çekirdeği, değeri 50 altın!”
Mel yüzüğünün
içinde bu tip on üç çekirdek olduğunu gördü.
“Sınıf-D, bitki ve vahşi yaratık
melezi çekirdeği, değeri 100 altın!”
Ağaçta
uyurken ona saldıran canlının çekirdeğini gördü ama en çarpıcısını sayfayı
çevirince buldu.
“Sınıf- CD, patron sınıf vahşi yaratık
çekirdeği, bedensel gelişim yapan kişiler ilk dönüşüm sırasında kullanırsa
başarı şansı garantilenir. Değeri 1000 altın!”
Kitaptaki
çizimle yüzüğündeki nesneyi karşılaştırdığında tamamen emin oldu. Şüphe yoktu,
anlatılan çekirdek buydu.
“Sivo, sana bir şey sorabilir miyim?”
Mel yatalak
çocuğu rahatsız etmekten çok korkuyordu.
“Sor dostum, beni bu olduğum halden
daha fazla rahatsız edemezsin!”
“Baban, bedensel gelişim yolunu
seçtiğini söyledi. Merak ettim de ilk dönüşümünü gerçekleştirdin mi?”
“Dostum benimle dalga geçme! İlk
dönüşümü tamamlasaydım, ormanın giriş kısmında rahatlıkla dolaşabilirdim!”
Mel, yatalak
çocuğun cevabı üzerine kendi durumunu düşündü ve ona hak verdi. Beden
dönüşümünün tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmese de kollarındaki
değişimlerin bile ilk kısımlara yeteceğini görmüştü.
“Peki, iyileşirsen ilk dönüşümü
tamamlayabileceğini düşünüyor musun?”
Sivo’nun
gözleri öfkeyle açıldı, iki soru damarına basmakla eş değer oluyordu.
“Bana bak! Tamam, doğanın enerjisini
ruh gücüne çevirme becerim zayıf ve o yöntem için gerekli kaynakları elde etmem
mümkün değil ama bedensel dönüşümün vereceği bütün acılara göğüs gerebilecek
kadar cesurum. Belki hiç iyileşemeyeceğim, bu yatakta birkaç seneye kalmaz
öleceğim ama bugün yine seçim yapma şansım olsa, hiç tereddüt etmeden o ormana
yine girerdim!”
Uzun süredir
tek başına yaşayan Mel, kendisi gibi bir insanın savaşçı içgüdülerine ilk defa
şahit oluyordu. Sivo, gerçekten bedensel gelişim yoluna baş koymuş biriydi.
“Anlıyorum, bana biraz bedensel
dönüşümü anlatır mısın?”
Yatalak
çocuğun yarasına tuz basmak gibi olsa da Mel gelişim metodunu öğrenmek için
önüne çıkan fırsatı kullanmak istiyordu. Gevşeyen yüzü ve rahatlamış haline
bakılırsa, Sivo’ da anlatmak konusunda zorluk çekmeyecekti.
“İnsanlar ve vahşi yaratıklar
durmaksızın süren bir savaşın içindeler, dünya kurulduğundan beri bu böyle
devam ediyor. Eski kaynaklar, uzun süre insanların vahşi yaratıkların besin
kaynağı olarak yaşadıklarını söylüyor. Kurtarıcı göklerden inip onlara ruh
tekniklerini öğretene dek, av olmaktan kurtulamamış insanoğlu!
Nüfusun çok az kısmının teknikleri
uygulayacak niteliğe sahip olduğunu gören kurtarıcı, onlara bir yol daha
göstermiş, işte bu Bedensel Gelişim yoluymuş. Doğanın enerjisini ruhsal
enerjiye dönüştüremeyen insanlar, bu konuda doğuştan yetenekli olan vahşi
yaratıklarla birleşerek güçlenmeye çalışmışlar!”
Mel’ in
aklındaki ilk sis perdesi yavaşça kalkıyordu, gelişim yolunun temel mantığını
anladığında daha fazlası için yatalak çocuğa döndü.
“Biraz gelişim aşamalarını anlatır
mısın?”
Sivo, ilk
defa gördüğü çocuğun meraklı tavrını şüphe çekici bulsa da şu anki haliyle
anlatmak dışında yapacağı bir şey yoktu.
“Bedensel Gelişim yoluna girecek
kişinin, önce kendi mizacına uygun bir yaratığı hedeflemesi gerekiyor,
karakteristik özelliklerin uyumu en fazla dikkat edilmesi gereken unsurdur.
Ardından yaratığın çekirdeğinin özümsenmesi gerekiyor, süreç tamamlandığında
ilk dönüşüm gerçekleşmiş olur.
Tabii ki çekirdeği özümsemek için bedenin
dayanacak kadar güçlü olması gerekir, aksi halde ölmek işten bile değildir! Çoğu zaman tek çekirdek yeterli
gelmez, sadece patron sınıfı bir vahşi yaratığın çekirdeği özümsenirse başarı
yüzde yüzdür!”
Mel, kitapta
yazan tariften sonra çocuğun da aynı şeyleri söylemesi üzerine, elindeki
çekirdeğin epey değerli bir şey olduğunu anladı.
“Bu Keşfetme seviyesinin ilk düzeyidir,
ardından Deri Değişimi düzeyi gelir ve gelişimcinin derisi özümsediği vahşi
yaratık enerjisiyle uyumlu olmak için değişmeye başlar. Bedensel Gelişim yolunu
seçen insanların diğerlerinden ayrıldığı zaman, Deri Değişimi ile başlar!”
Keşfetme’ nin zirvesi ilk özelliğin
kazanıldığı andır, Bedensel Gelişimci özümsediği vahşi yaratığa ait olan bir
yeteneği içselleştirir ve sanki doğduğundan beri onunlaymış gibi kullanmaya
başlar. Zengin aileler ve köklü oluşumlar, Keşfetme süreci boyunca üyelerini
çekirdeğini özümsediği hayvanın eti ve kanıyla beslerler. Bu şekilde,
diğerlerinin en az iki katı hızla gelişme şansları olur”
Eşitsizlik
müthişti; eğer fakirseniz, zar zor bir vahşi yaratık çekirdeği bulsanız bile
başarı garantisi yoktu ve gelişim sürecinde diğerlerinin gerisinde kalmaya
mahkûmdunuz.
“Keşfetmenin ardından Uyum süreci
gelir, gelişimcinin vücudunun belli bölümleri vahşi yaratık özellikleri
göstermeye başlar, kanı değişerek vahşi yaratığın kanına dönüşmeye çalışır ve
en sonunda gelişimci özümsediği vahşi yaratığa dönüşür!”
Mel hayretler
içinde ayağa fırladı, son duyduğu ona çok ilginç gelmişti.
"Korkmakta haklısın dostum, bu aşama
bir Bedensel Gelişimci için dönüm noktasıdır. Tam dönüşümden sonra iradesini
kullanarak yeniden insan haline gelmek zorundadır, aksi halde..!”
Birden sustu
yatalak çocuk, Mel ne demek istediğini açıkça anladı.
“Bazıları der ki, patron seviyesi
vahşi yaratıklar aslında tam dönüşüm geçirip insan haline geri dönemeyen
insanlarmış!”
Her duyduğu
yeni şey, bir öncekinin üzerine vurulan çekiç gibiydi. Sanki uzun bir çivi
durmaksızın beynine çakılıyordu.
“Geri Dönüşüm’le beraber Hükmetme
süreci başlar ama üzgünüm, benim bu seviye ile alakalı pek bir bilgim yok!”
Derin bir
nefes aldı Mel, fazlasına ihtiyacı yoktu. Şu ana kadar duydukları yetip de
artmıştı bile ama gözlerinde bir ışık çaktı.
“Sivo, sana son bir soru soracağım.
Vahşi yaratığa dönüşüp, insan formuna dönememek seni korkutmuyor mu?”
Yatalak çocuk
dudaklarını ısırıyordu, bir iki dakikalık sessizlikten sonra da konuşmaya
başladı.
“Mel, üstümdeki örtüyü kaldırır
mısın?”
Genç çocuk
denileni yaptı ama ondan sonra gördükleri hiç hoşuna gitmeyecekti.
“Ne oldu sana böyle?”
Yatalak
çocuğun belden aşağısı feci durumdaydı, iki ince çubuğu andıran bacakları ve
kendi pisliğinin içinde yatan bedeniyle ölüme mahkûm olmuştu.
“Değil yürümek, sürünemiyorum bile.
Vahşi bir yaratığa dönüşmek, bu halde olmaktan iyidir!”
Yatalak
çocuğun sözleri acıklıydı ama Mel gülüyordu. Bu durum karşısında Sivo sert bir
çıkış yapacaktı ki aynı anda Mel eliyle onu durdurdu.
“Seninle bir anlaşma yapacağız; ne
olursa olsun bu gece olanları kimseye anlatmayacaksın, buna karşılık ben de
seni iyileştireceğim!”
İkili bir
süre göz göze bakıştılar. Sivo, karşısındaki çocuğun onunla dalga geçmediğini
anlayabiliyordu. İki genç çocuk sözsüz olarak anlaştıklarında, Mel küçük odanın
kapısına doğru yürüyerek dışarı çıktı.
Evde ses
yoktu, belli ki muhafız ve karısı çoktan uyumuştu. Bütün gün kapıda durmak
kolay iş değildi ve zor şartlar altında yaşayan kadının yorgun olması da çok
doğaldı.
Yeniden içeri
giren Mel, kapının kilidini içeriden iki kere çevirdi, sonraki işi yatalak
çocuğu tek hamlede yatağından kaldırmaktı.
Üzerindeki
kıyafetleri çıkarıp bir kenara fırlatınca, Sivo’nun çarpık bedeni gözler önüne
serildi. İnsandan çok, bir hilkat garibesine benziyordu.
“Bundan sonra sürüneceksin arkadaşım
ama inanıyorum ki sürünenlerin içindeki en güçlülerinden biri olacaksın!”
Tahta zeminde
yatan Sivo sakince bekliyordu ama bir an sonra Mel’ in tenekeyi andıran yüzüğünün
içinden çıkan şişeleri görünce şoka girdi.
“Alanlar arası boyutu olan bir yüzük
taşıyorsun, kimsin sen?”
İlk bakışta
göze batmayan, tabiri caizse dandik görünen yüzük, en ucuzu babasının on yıllık
maaşıyla alamayacağı bir eşya çıkmıştı.
“Kim olduğum çok önemli değil ama
gördüklerini kimseye anlatmayacağımız konusunda anlaşmıştık değil mi?”
Kafasını
sallayarak evet dedi Sivo, yerde çırılçıplak yatarken bedeni şiddetle
titriyordu. Korkuyor gibi durmuyordu. Daha çok, kavanozun içine hapsedilmiş
sineğin uzun zaman sonra dışarı uçma şansını yakaladığında yaşadığı
tedirginlikti.
Mel
yüzüğünden çıkardığı eşyaları sakince yere dizerken, yatalak çocuk dikkatle onu
izledi. Odanın zemininde çömlekler, cam kavanozlar ve derin kaplar vardı.
“Biraz hazırlık yapmam lazım. Sen şu
ilaç lapasını çiğnemeye çalış!”
Elindeki
cıvık ilaç topağını yatalak çocuğun ağzına tıktı. O zar zor çiğnemeye
çalışırken, birkaç çömleği açarak derin kaba bazı bitkiler yerleştirdi.
“Birkaç iyileştirici bitki tarifi
hazırlayacağım, o zamana kadar yediğin ilacın etkileri kendisini göstermeye
başlar. İçinden dışarı doğru bir ateş dalgası vuracaktır, sakın korkma!”
İri yarı
çocuk, rengi yavaştan kızarmaya başlayan arkadaşına bazı açıklamalar yapıyordu
ama elleri de boş değildi. Pençe haline gelmiş ellerinin yardımıyla bitkileri
un ufak etmekteydi.
“Daha önce bir kez ben de kullanmak
zorunda kaldım. Şüphen olmasın, içsel yaralanmalarının çoğunu düzeltecektir!”
Kabın
içindeki bitkilerin parçalanma seslerini duyan Sivo, kendini çok tutamadı.
“Sen, Bedensel Dönüşüm yapan birisin
değil mi?”
Heyecanla
çıkışırken sesinde tereddüdün hafif tınıları vardı
“Senin anlattığın şekilde bir teknik
çalışmıyorum ama ellerimin bazı özellikleri olduğu doğru!”
Mel, çok
detaya girmeden gerektiği kadar açıklama yaptı, yatalak çocuk da konuyu daha
fazla üstelemedi.
Bir süre
sonra Mel’ in söylediği tepkimeler gerçekleşmeye başladı, Sivo’nun derisi kor
ateş gibi alaca bir renk aldı. Beş dakika daha geçtikten sonra önce
kulaklarından, daha sonra burnu ve ağzından koyu siyah sıvılar akmaya başladı.
“Çok güzel, içindeki cerahat çıkıyor!”
Son
gelişmeler yatalak genci paniğe sevk etmeden Mel gerekeni söyledi.
"Şimdi, seni sarma vakti geldi!”
Bir anda
odanın ortasında uzun bir kumaş öbeği peyda oldu, Mel, kıvranan gence
bakıyordu. Ardından geniş ve derin kabın içindeki karışıma su dökmeye başladı.
Su öyle parlak, öyle canlıydı ki odanın içindeki azıcık ışıkla bile parlıyordu.
“Mel, bu nedir?”
İşaret
parmağını ağzına doğru götürüp sessiz olmasını istedi Mel, açıklama yapma kısmını
geride bıraktığı belli oluyordu.
Yerdeki ince
uzun bezleri kabın içinde oluşan cıvık karışıma sokup buladı. Burada elde
ettiği malzemenin bir sonraki durağı, yatalak çocuğun bedeniydi.
Yavaş ve
dikkatli bir şekilde bandaj yapıyor, bir kumaş bittiğinde diğerini hazır ederek
bütün bedeni kaplıyordu.
İtinalı bir
çalışma sonrası iki saat geçmeden Sivo adeta mumyaya döndü; ağzı, burnu ve
gözleri hariç her yeri bandajlanmıştı.
“Benden bu kadar, geriye kalan her şey
sana bağlı ama bu hırsla eminim istedikleri başaracaksın!”
Seslendiği
kişinin bayıldığı gören Mel kendi kendine gülmeye başladı, zavallı Sivo bu
kadarını kaldıramamıştı.
“Dede, her geçen gün seni hiç
tanımadığımı anlıyorum. Ejder pençeleri, bitkisel karışımlar, ilaç topakları ve
en önemlisi içimdeki Enerji Sarayı. Sen kimdin ve ben neye dönüşeceğim?”
Düşüncelere
dalan Mel, temizlediği yatağa yerleştirdiği çocuğu izledi. Kıvrıldığı köşede
neler düşündüğüyse meçhuldü.
Gece sabaha
dönmeye mahkûmdu ve yeni bir nöbet günü için kalkan muhafızın ilk durağı oğlu
Sivo’nun odası olacaktı. Kapıyı ittirdiğinde kolayca açıldı, gözleri geceyi
onlarla geçirmek isteyen misafiri aradı ama bulamadı.
“Baba, sen misin?”
Yataktan
gelen sesle dönen Can, oğlunun halini görünce avına hamle yapan kaplan gibi
atıldı, eliyle örtüyü çektiğinde Sivo’nun bütün bedeni gözlerinin önündeydi.
“Ne oldu sana?”
Panikle
sargılara hücum eden muhafızın önüne bir el çıktı. Onu durduracak kadar havaya
kalkmasa da yataktan bir karış bile yükselmesi yetmişti.
“Sivo, sen hareket ediyorsun?”
O an ipleri
kesilmiş kukla gibi yere yığıldı iri bıyıklı muhafız, gözleriyse oğlunun elinin
üzerindeydi.
“Pek öyle denmez ama bir seneden sonra
elimi biraz oynatabilmek beni de çok mutlu etti!”
Yatalak çocuk
sakindi, babası yerdeyken yaşanan gürültü üzerine annesi de oda giriyordu.
Manzarayı anlamdıramayan kadın, kapının eşiğinde çakılıp kaldı.
“Sivo, oğlum! Neler oluyor?
Muhafız,
biraz toparlanınca sorulacak en mantıklı soruyu sordu.
"En baştan anlatacağım ama siz de bir
yere oturun!”
Anne ve
babasını karşısına alan genç çocuk, dün gece Mel odasına girdikten sonra
olanları anlattı. Kimseye söylemeyeceksin sözünü de ailesine sıkı sıkı
tembihledi.
“Ne zaman ayrıldı Mel?”
Muhafız onlar
uyurken çıkan çocuğun peşine düşüp teşekkür etmek ister gibiydi ama oğlu karşı
çıktı.
“Baba, onun bazı sırları olmalı. Ne
ruh gelişimcisine ne de bedensel gelişimciye benziyordu ama artık onun çok
güçlü olduğuna eminim!”
Oğlunun
sözleri bitince ayağa kalkmak için yanındaki küçük masaya elini koyan Muhafız,
büyükçe bir keseye dokunduğunda önce önemsemedi ama beş saniye geçmeden
heyecanla ona sarıldı.
Hızla içini
açtı, gözleri ışıldıyordu. Ters çevirip masaya devirdiğinde, içinden on iki
vahşi yaratık çekirdeği, bir kâğıt parçası ve değersiz gibi görünen yüzük
düştü.
Ailenin
dikkati yaratık çekirdeklerindeydi, renk renk kristaller eski ahşap masanın
üstünde adeta dans ediyorlardı. Geçen sene Sivo’nun elde etmek için uğraştığı,
uğruna neredeyse canından olacağı ganimetler onlara bakıyordu.
“Mel olmalı, bir de not bırakmış. Baba
ne bekliyorsun, hemen oku!”
Yatalak
çocuğun sesinde minnettarlığın izleri vardı, Mel derken kendisinden üstün bir
varlığa sesleniyor gibiydi.
“Sivo, elimden geleni yaptım, bir ay
içinde sakatlanmadan önceki haline döneceksin. Bundan sonrası tamamen senin
Bedensel Gelişimci olmayı ne kadar istediğinle alakalı! Muhafız abi, bana evini açtığın için
çok teşekkür ederim. Teyzeciğim, yaptığın yemek iki buçuk senedir yediğim en
lezzetli şeydi, ellerine sağlık. Sizler iyi insanlarsınız, bana yardım
ederken bir karşılık beklemediğinizi biliyorum ama yine de yüzüğün içindekileri
kabul etmenizi istiyorum”
Üç satırlık
yazı bittiğinde herkesin gözleri yaşlıydı, muhafız yavaşça yüzüğü parmağına
takıp içini araştırmaya başladı.
“Olamaz, bu gerçek olamaz!”
Ardı ardına
gördüklerinden sonra hissizleşmiş adam heyecanla bağırdı. Sesi, kibrit kutusu
kadar ufak olan evin içindeki bütün eşyaların titremesini sağladı.
“Can, korkutma beni!”
Yerde oturan
karısı panikle ayağa fırladığında, muhafız onu kollarından tutup oynamaya
başladı. Belinden kavradığı eşini sevinçle havaya kaldırıp, kendi etrafında
döndürüyordu.
“Yüzüğün içindekileri, sizin de
görmeniz lazım!”
Sakinleşene
kadar birkaç dakika geçmesi gerekti ama Can’ın yüzüne yerleşen gülümseme bir
milim dahi küçülmüyordu.
“Önce sen Sophia, artık bu evde
yaşamak zorunda değiliz. Bugünden tezi yok, eski evimize geri dönüyoruz!”
Karısının
kendisine inanamamazlık dolu gözlerle baktığını gören muhafız, yokluktan elinde
beliren keseyi ona uzattı. Orta yaşlı kadın sakince almak istedi ama kese beklediğinden
ağırdı. Elinden kayıp yere düştüğünde, içindeki sarı şeyler etrafa saçıldılar.
Az buz değil,
birkaç yüz taneydiler. Eskimiş ve rengi solmuş ahşap döşemenin üzerinde, hızını
alamayıp hâlen dönenler vardı.
“Can, burada ne kadar çok para var!”
Orta yaşlı
kadın şaşkındı. Akşam yemeği olarak lapa yiyen birinin bu hali, an itibariyle
ailenin ortak davranış biçimiydi.
“Dedim ya bugünden tezi yok eski
evimize geçebiliriz. Aylık on altınlık kira artık sorun değil!”
Adam
mutluydu, gülüyordu. Kadın da mutluydu ve ağlıyordu. Aynı duygunun iki farklı
biçimde dışavurumuna şahit olan Sivo lafa girdi.
“Baba, Mel ile nasıl tanıştınız?”
Yatalak çocuk
geceki hikâyeyi anlatmıştı ama babasının genç çocuğu nasıl evlerine getirdiğini
bilmiyordu. Can nazlanmadan hikâyeyi anlattı; ilk gün yaratık çekirdeği
olmayışından, ormana gitmesine kadar.
“Gerçekten iki günde bu kadar yaratık
çekirdeği mi topladı? O kibar çocuğun içinde, nasıl bir canavar yatıyor?”
Sivo,
yerleşimin kıyısındaki ormanı ilk elden tecrübe eden biri olarak, anlatılan
öyküye inanmak istemiyor gibiydi ama deliller açık seçik ortadaydı.
“İnanılmaz değil mi? Demek ki biraz
sonra göreceğin şeyden sonra hiç inanmayacaksın!”
Muhafız
konuşmasını bitirince iki elini birleştirip çocuğuna doğru uzattı, çukur olmuş
ortasında aniden bir parıltı belirdi.
Küçük bir
çocuğun kafası kadar büyük, mor siyah bir kristal vardı. Kötücül ve şiddetli
bir aura yayıyordu.
“Bu, bu patron sınıfı vahşi yaratık
çekirdeği!”
Neredeyse
yerinden fırlayacaktı Sivo, kendi kendine söylenmeye başladı.
“Hepsini bunun için soruyordu, benimle
dalga geçmiyordu zaten her şey buraya geldiğinde elindeydi!”
Durumu çözen
muhafızın oğlu nefes nefese kaldı. Belki de Mel, sadece onun için bir gece
burada kalmak istemişti. Aksi halde, bu kadar çok parayla yerleşimin en lüks
yerinde aylarca kalabilirdi.
Orta yaşlı
kadın kendini daha fazla tutamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Muhafız onu
teselli etmek için yanına gitmeden önce, yüzüğü oğlunun parmağına taktı.
“İçindekilerin hepsi senin için,
kalanlara kendin bakabilirsin!”
Sivo zayıf
enerjisini yönlendirdiğinde, yüzüğün içindeki alana göz atmaya başladı. Pek
büyük değildi, içinde bulundukları odadan biraz daha genişti. Genç çocuk bunu
dert etmiyor gibiydi, bundan daha ufak alana sahip yüzüklerin kaç para ettiğini
çok iyi biliyordu.
“Gerçekten kendisi öldürmüş, patron
sınıf dev yılanı öldürmüş!”
Gözü bir
kenardaki cesedi seçtiğinde son gücüyle bağırdı, çok önceden bunu görmüş olan
muhafız sadece gülümsedi. Bir sene önce dünya başına yıkılmıştı ama bugün hayat
yeniden başlıyordu.
Muhafız ve
ailesi olağanüstü bir sabaha uyandığında, onlara bunu yaşatan kişi de Bitki
Bölümü sınavının yapılacağı yerdeydi. Sabahın ilk ışıklarıyla vardığı binanın
önünde tam olarak üç saattir bekliyordu ve ondan başka da kimse gelmemişti.
"Yine mi sen?”
Mel kapının
önünde uyuklarken bir ses geldi ve kulağına ok gibi saplandı.
“Evet efendim, sanırım biraz erken
geldim!”
“Ben sana sınavın saat on da
başlayacağını söylemedim mi?”
“Hayır söylemediniz! Elime katılımcı
mührünü verip, uyumaya devam ettiniz!”
Gelen Aksi
Hanry’di ve kabahatini duyunca hızla üstünü örtmeye çalıştı.
“Söylemez olur muyum, sen
duymamışsındır!”
Hızlıca
kapıyı açıp içeri girdi yaşlı adam, Mel arkasından bakakaldı. Sonra, kapanan
kapı aynı hızla açıldı.
“Ne duruyorsun, girsene içeri!”
Aksi Hanry
bağırdı, gözleri de kocaman açılmıştı.
Hemen girdi
içeri, etrafı taramaya başladı. Tek katlı uzun binanın iç düzeni, daha önce
gördüğünden değişikti. Kayıt masaları kalkmış, onların yerine tek kişinin
oturabileceği sandalyeler ve mini masalar gelmişti.
“Kendine bir yer seç ve otur. Daha bir
saat var, birazdan herkes gelmeye başlar."
Dediği gibi
de olacaktı, Aksi Hanry sözlerini tamamladıktan on dakika sonra tek katlı
yapının içi üçer beşer dolmaya başladı.
Deneme
katılımcılarıyla beraber, o gün kayıt memuru olarak çalışan insanlar da bire
birer geliyordu. En son, saat ona beş kala, yeşil cüppeli, sakalı beline kadar
uzanan, oldukça yaşlı bir adam kapıda göründü. Genci yaşlısı herkes ayağa
fırladı, bir tek Mel şaşkın şaşkın bakınıyordu.
“Arkadaşım, ayağa kalksan iyi olur!”
Yanındaki
çocuk eliyle dürtükleyince, mecbur o da yerinden fırladı ama bu gecikmiş hali
gözlerden kaçmamıştı.
“Bu, o günkü köylü değil mi?”
“Gelenin kim olduğunu bile bilmiyor
ama sınavları geçeceğini düşünüyor!”
Çocuklar bir
rakiplerinin açığını görünce aralarında fısıldaştılar.
“Sessizlik!”
Fısıltılar
uğultuya dönüşünce Aksi Hanry bağırdı, ortam yeniden süt liman oldu.
“Bölüm Başkanı buyurun!”
Yapının
sonuna üç kişinin oturacağı koltuklar konulmuştu, kapıdan girip yavaşça yürüyen
adam ortadakine geçip oturdu.
Aksi Hanry
hemen sağındaki koltukta, daha genç olan bir adam da solundaki koltukta
oturuyordu. Gözler üçlünün üzerindeydi, diğer kayıt görevlileri ayakta
bekliyorlardı. Kısa bir sessizlikten sonra üçlüden genç olanı konuşmaya
başladı.
“Bu seneki Bitki Bölümü Kabul Sınavı,
üç bölümden oluşacak!”
Sesi gür,
tınısı sertti. Yapının diğer ucunda oturan biri bile rahatça ne dediğini
duyabiliyordu.
“Her bölüm on puan değerinde olacak,
toplamda yirmi puanın altında kalanlar elenecek!”
Genç adamın
sözleri infial yarattı, her bölümde neredeyse en az yüzde yetmiş oranında
başarı istiyordu Bitki Bölümü.
“Sessizlik!”
Çıkan gürültü
Aksi Hanry’ nin sesiyle bir daha bastırıldıktan sonra genç adam sözlerine devam
etti.
“İlk test, bitkilerle
oluşturabildiğiniz bağı ölçecek. Herhalde, bitki bölümü kabul şartlarından
birinin bitkilerle etkileşime girmek olduğunu bilmeyeniniz yoktur!”
Herkes
çokbilmiş tavırlarla kafalarını sallarken, bazıları bilgilerini satmaya
çalışıyordu.
“Bitkileri kendi enerjimizle besleyip
büyütebileceğimizi, henüz bir yaşındayken öğrendim ben!”
“Bizim ailemiz kuşaklardır Bitki
Yetiştiriciliği yapar, bu etap benim için çantada keklik!”
Soylarıyla
övünenlerin dışında kitap kurtları da vardı.
“Biliyor musun, bazı ustaların
bitkilerin enerjilerini kullanabildikleri söyleniyor!”
“Efsane onlar, daha önce öyle birini
gördün mü hiç?”
Mel hepsini
duyuyordu, özellikle kalın gözlükler giymiş ikilinin konuştuklarını can
kulağıyla dinledi. Her daim bitkilerle enerji alışverişi yapan biri olarak,
kendisinin nefes alır verir gibi yaptığı işin efsaneleştirilmesine şaşırdı.
“Dedemin sözünü dinlemem lazım, bu
insanlar için imkânsız olanı yapabiliyorum. Kimseye bunu becerdiğimi
göstermemem lazım!”
Hafifçe bile
mırıldanamadı Mel, olur da biri duyar korkusuyla sadece içinden geçirdi.
Görevliler, On Tomurcuklu Hayalet
Orkide’ leri getirin!”
Yüz
katılımcının önüne saksıların konması on dakika sürmedi. Herkes, yetişkin bir
insan kolu uzunluğundaki gövdeye ve on tomurcuğa sahip olan çiçeklere
bakıyordu.
“Hepiniz bitkinin adını duymuşsunuzdur
ve özelliklerini biliyorsunuzdur. Yine de ben bir kez daha anlatacağım!”
Mel derin bir
nefes verdi, beti benzi atık haldeydi.
“Köylüye baksana, korkudan sapsarı
kesildi!”
“Kesin bitkiyi tanımıyordu ve eğitmen
özelliklerini anlatmayacak sandı!”
Etrafındakilerin
konuşmalarını duyan Mel gözlerini kapattı, çok zor anlar yaşadığı terleyen
suratından belli oluyordu.
“Eski dostum, sakin ol!”
Etrafındakiler
halini cahilliğine veya heyecanına yorsa da gerçek başkaydı. Mel, arıttığı
mağaranın içindeki ağaçla uğraşıyordu.
“Anlıyorum, suyun diğer
tarafındakilerden enerji ememiyorsun ve bu bitkiler iştahını kabarttı. Biraz
sakin ol, akademiye girdikten sonraya sakla iştahını!”
Dallarını
delice sallayan ağaç, yeşil kırmızı yapraklarını hışırdatarak konuşuyordu.
Sanki bu konuda ısrar edecekmiş gibi bir havası vardı.
“Durma, devam et ve buradakiler
sırrımızı öğrensin. Ondan sonra neler olabileceğini düşündün mü?”
On saniye
boyunca, bütün dikkatini içindeki ağacın etraftaki bitkilerin enerjilerini
soğurmamasını sağlamaya ayırdı. Derken ağaç sakinleşti ve Mel rahat bir nefes
aldı. Kuralları belirten genç adam konuşmaya devam ediyordu.
“Her tomurcuk bir puan değerinde
olacak eğer on tomurcuğu da açtırabilirseniz, on puanla beraber bitkiyi de
alabileceksiniz!”
Anons sonrası
her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Ortak duygu, heyecan ve hırstı. On
Tomurcuklu Hayalet Orkide’ yi tamamen açtırmayı başarırlarsa, bitki bahçeleri
nadide bir parça kazanacaktı.
Mel’ de ödülü
duyunca sevindi ama onun motivasyonu diğerlerinden biraz daha farklıydı.
“Eski dostum bak, sakin olunca işler
nasıl yoluna giriyor. Suyun diğer tarafında On Tomurcuklu Hayalet Orkide var
ama senin tarafında yok. Eğer denileni yapabilirsek bir komşu kazanacaksın! Dedemin bahçesindeki bitkileri diğer
tarafa geçiremiyorum ama bundan sonra kazandıklarımı hep senin tarafına
ekeceğim. Zorbalık yapmak yok, ona göre!”
Mel,
tantanayı fırsat bilip içindeki ağaçla konuşuyordu ama tanıdık bir ses yapının
içinde bir kez daha çınladı.
“Sessizlik, hepinizi elerim yoksa!”
Aksi Hanry
Bitki Bölümü öğrenci adaylarını bu kez sertçe uyardı.
“Bir saatiniz var, başlayabilirsiniz!”
Kalabalık
susunca, başköşede oturanlardan genç olanı testin başladığını ilan etti. O
saniyeden itibaren, herkes gözlerini kapatıp konsantre olmaya başladı. Aslında
bir kişi hariç herkes demek daha doğru olacak çünkü Mel ne yapacağını bilemez
gözlerle etrafı inceliyordu.
“Demek normal insanların bitkilerle
iletişime girmek için böyle ritüellere ihtiyaçları var, çok ilginç. İşime
yaramayacak olsa da öğrensem fena olmayacak, ileride onları taklit etmem
gerekecek!”
İçinden
geçirdiği düşüncelerle beraber tek tek bütün katılımcılara baktı, beş dakika
boyunca hiçbir şey yapmadan sadece buna yoğunlaştı.
“Bu aptal çocuk ne yapıyor böyle?
Aksi Hanry,
Mel’ in tavırlarına karşılık söylenmeye başladı, hareketi diğer taraftaki genç
adamı neşelendiriyordu.
“Üstat Hanry, bu çocuk sizin kayıt ettiğiniz
tek kişi değil mi? Sizin gibi üstün yetenekli bir kişinin gözleri sadece onu
gördüyse, olağanüstü bir şey olmalı bu çocukta.”
Alenen
sataşıyordu Hanry’e ama orta yaşlı adam bu hareket karşısında sessiz kaldı.
Uzun sakallı adam önce solundaki gence, daha sonra Aksi Hanry’e baktı.
“Hâlen, seni kayıt alanına
gönderdiğime mi bozuksun?”
Aksakallı
ihtiyarın sesi yumuşacıktı, Mel duyduğunda kafasını hemen o yöne çevirdi ama
Aksi Hanry sabit bir şekilde kendisine bakıyordu.
Bir çift kor
ateş gibi parlayan gözleri gören Mel, bakışlarını kaçırdı. Hanry’ nin bütün
siniri onu hedef almış gibiydi. Bu sırada ihtiyar adam bir daha konuştu.
“Neyse, şu seçmeler bitsin daha sonra
bu konuyu bir daha konuşacağız!”
“Bu sefer, koluma sepet takıp bitki
dağına mı yollayacaksınız yoksa?”
Kesik ve
ukala birkaç kahkahayla bitirdi sözlerini Hanry, Bölüm Başkanı ile aralarının
soğuk olduğu her hallerinden belli oluyordu.
“Başkanım, bir katılımcı ilk tomurcuğu
açtırmayı başardı!”
Üçlünün
içinde daha genç olan heyecanla bir yeri işaret etti. Parlak kıyafetler giymiş
kızın önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin, toprağa yakın kısmındaki
tomurcuk bembeyaz açıyordu.
“Gloove ailesinin küçük dâhisinden
beklenildiği gibi, ilk tomurcuk sınırını geçen kişi o oldu!”
Genç adamın
yüzünde güller açıyordu.
“Üstat Louise, ben de ne zaman mensubu
olduğun ailenin ismini söyleyeceğini merak ediyordum ama fazla dayanamadın
yine!”
Az önce
ağzından kerpetenle laf alınan Aksi Hanry, genç adamın sözleri üzerine
gözlerini devirerek konuştu.
“Ben ne yapabilirim Üstat Hanry?
Gloove ailem Yeşil Gölge Akademisi içindeki en iyi Bitki Bilimi Ailesi olduğu
için ilkleri hep biz başarıyoruz. Bu seneki katılımcımız olan Maria’da soyunun
mirasını devam ettiriyor.”
Giydiği
gömlek göğsünün kabarmasına dayanamayıp patlamak üzereydi, genç adam içinde
yalan olmayan sözleri kullanarak övünüyordu.
“Bakın bir kişi daha ilk tomurcuğa
çiçek açtırdı, ne tesadüf, o da asil ailelerin birinden geliyor!”
Genç ve
yakışıklı üstadın sözleri binanın içinde dolaşırken, sol taraftaki masalarda
bulunan tomurcuklar açmaya başladılar. Maria’dan bir dakika sonra olsa da hepsi
ilk puanlarını almışlardı. Tam karşılarındaki masalardaysa ses yoktu.
Mel
karşısındaki insanları incelediğinde şık kıyafetler, görkemli şapkalar ve ukala
bir tavır gördü.
Kendi sırasındakilerse görünüş olarak onun gibiydiler, sade
giyimleri ve biraz çekingen tavırları vardı.
Onlar Aksi
Hanry’ nin olduğu tarafta, diğerleriyse genç Üstat Louise’ in oturduğu
taraftaydı. Mel, sabah kapıdan beraber girdiği adamın durduğu yere gayri
ihtiyari oturmuştu ama diğerlerinin belli bir hiyerarşi içinde bunu
yaptıklarını anladı.
Soylu
ailelerden gelenler sola, alt tabakanın katılımcıları sağa geçmiş, kendilerine
denk gelen Üstatların önünde dizilmişlerdi.
“Üstat Hanry, sen halkın arasından
çıkıp bu kademeye yükseldin ama ne yazık ki istisnalar kaideyi bozamıyor!”
On dakikaya
yaklaşmalarına rağmen sağ tarafta hiç tomurcuk açmaması, genç üstadın acı
sözlerine en büyük kanıttı. Aksi Hanry sinirden renk değiştirse de edecek tek
kelime bulamıyordu.
Başkası olsa
kendi tarafındaki çocuklara bağırabilirdi ama orta yaşlı üstat bunu yapmadı,
rakibinin sözlerini sineye çekip sakince oturmaya devam etti.
“He he, şu fakirlere bak. Sadece
kontenjan doldurmaya yarıyorlar.”
“Her sene bunlar gibi bir sürü tip
geliyor, sonra da elenip geri dönüyorlar!”
“Onlar da lazım, yoksa kimin üzerine
basıp yükseleceğiz!”
Asil
ailelerin olduğu tarafta çocuklar başarılarıyla övünüyorlardı. Kendi aralarında
farklar olsa da karşı cephe hepsinden daha zayıftı ve ne derlerse desinler
cevap gelemeyecekti.
“Sessizlik!”
Aksi Hanry’
nin ağzından duymaya alışkın oldukları sözü, kendi taraflarındaki Louise’ den
duyan asil ailelerin çocukları önce şaşırdılar ama üstadın ses tonundan gerekli
mesajı aldılar.
Yalandan
konuşmak zorunda kalan genç üstat, adeta devam edin ama bu kadar da abartmayın
diyordu.
Mel, bir kez
daha bakışlarını kendi bulunduğu taraftaki sıraya çevirdi. Yandaki masada
oturan çocuk kan ter içindeydi, sandalyeyi sıkmaktan yarılan tırnaklarından
akan kan damla damla tahta döşemeye düşüyordu.
Bu manzaraya
şahit olan Mel, gözlerini kapatarak derin bir nefesi içine çekti, on saniye
sonra gözlerini yeniden açtığında büyük bir uğultu yükseldi.
“İlk tomurcuk açıldı!”
“Sadece onun değil, hepsinin ilk
tomurcukları açıldı!”
Asil
çocukların bulunduğu tarafta her kafadan bir ses çıkıyordu, bir tek Gloove
soyadlı kız sakindi. Gözlerini açmamış, ellerini bitkinin olduğu kabın iki
yanına yerleştirmişti.
Siyah uzun
saçları omuzlarından dökülüp kollarını yasladığı masaya değiyordu, yüzünde çok
ciddi bir ifade vardı.
Halkın
çocuklarının olduğu tarafta çıt çıkmıyordu, aptala dönmüş gözlerle önlerindeki
On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lere bakıyorlardı.
“Başkanım, böyle bir şey olabilir mi?”
Genç Üstat
neler olduğunu çözemiyor, Bitki Bölümü Başkanı’na danışarak bu fenomene
mantıklı bir neden arıyordu.
“Louise, biz bitki bilimcilerinin en
önemli özelliği nedir?”
Genç adam
sorusuna soruyla karşılık bulunca düşünmeye başladı, onca deneme katılımcısının
önünde dikkatli davranıyordu.
“Ben söyleyim istersen, yükselen
yıldız Louise!”
Konuşan Aksi
Hanry’di, pişkin pişkin gülerek oturduğu yerde yayıldı. Ulvi yüz ifadesine
sahip başkan bu sözlerden sonra sertçe kendisine döndüğünde de tavrını
değiştirmedi.
“Bitki Bilimciler, bitkilerle aynı
enerji boyutunu paylaşır, aynı frekansta enerji yayarlar. Sen az önce atıp
tutunca, şu veletler yüz bulup konuşmaya başladılar. Sonuç olarak, bu taraftaki
çocukların duygusal enerjileri yükseldi ve ilk tomurcuklarını açmayı
başardılar!”
Hanry, olduğu
yerden bir komple açılan tomurcuklara, bir Louise’ ye bakıyordu. Bu hali,
ortada oturan Başkanın derin bir nefes çekerek söze girmesini sağladı.
“Kıdemli Üstat Hanry doğru söylüyor,
genç arkadaşların duygusal yoğunluğunun artmasıyla beraber bitkiye
aktardıklarını enerji boyutu arttı!”
Gerçekleşen
fenomen açıklamaya kavuştuğunda herkes tahmin oldu. Halktan gelen çocukların
tarafında tomurcuğu en son açan Mel’ de rahat bir nefes aldı.
Onun gözleri
yanındaki çocuğun üstündeydi, sevinçle ellerini açan çocuğun kanı daha hızlı
akıyordu. Mel yavaşça yana eğilip, kendi elini parçalayan çocuğa fısıldadı.
“Kanın boşa akmasın, On Tomurcuklu
Hayalet Orkide’ nin onunla beslenmesine izin ver!”
Kısa sarı
saçlı çocuk, yamuk kesilmiş saçlarının altındaki kaşlarını çatarak baktı Mel’e,
birinin ona neden böyle dediğini anlamamış gibiydi.
Sonra çirkin
suratı acıyla buruştu, elini hırsla sıkıp parçaladığını ancak o zaman anladı.
Bu halini gören Mel isteğini yineledi.
“Kanını boşa akıtma, bitkini besle!”
Denileni
yaptı çocuk, On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin toprağını kanıyla ıslatıp açılan
tomurcuğunu okşadı.
“Başkanım, ikinci tomurcuk da açıldı!”
Köşeye
sıkışan Louise’ nin kaçış bileti ailesine mensup kızdan geldi, Maria
yaşananlara takılmadan işini yapmaya devam ediyordu.
“Ailemin küçük dâhisinden de bu
beklenirdi, diğerlerinin içinde bir yıldız gibi parlıyor!”
Genç üstat,
asil-halk ayrımı yapmadan sadece kendi ailesinin katılımcısını övdü, buna
karşılık başkan tam ağzını açacakken ilginç bir olay daha gerçekleşti.
Halk
arasından gelen katılımcıların olduğu yerdeki bütün On Tomurcuklu Hayalet
Orkide’lerin ikinci tomurcukları açtı.
"Konuş genç dostum, konuş!”
Aksi Hanry
gülmeyi bırakmış kişniyor, yaşına başına bakmadan dizlerine vura vura oturduğu
yerde zıplıyordu. Daha on dakika önceki asık suratının yerinde yeler esiyor,
şen kahkahaları tek katlı yapının duvarlarına çarpa çarpa ilerliyordu.
“Hanry, biraz abartmıyor musun?”
Başkan iki
yardımcısının birbirleriyle uğraşması karşısında ilk tepkisini verdi ama
sorunun muhatabı hiç oralı değildi.
“Meslektaşımı yüreklendirmenin ne gibi
kötü bir yanı olabilir ki?”
Gloove
soyadlı genç kız bu sefer gözlerini yeniden kapatmadan önce karşısındaki sırayı
baştan sona inceledi ve herkesin onunla aynı aşamada olduğunu doğruladı.
Yüzünde bir
tebessüm belirdi, anlaşılıyor ki genç kız bunu bir meydan okuma olarak
algılıyordu.
“Olmaz eski dostum, diğerlerinin
enerji akışlarını kesemeyiz. Şu uzun sakallı adamın gözleri bir süredir
üzerimizde, genç olan da sürekli enerjisiyle bizi tarıyor. Ancak bu
taraftakilere yardım edebiliriz, fazlasını istemek açığa çıkmamızı sağlar!”
Kızıl yeşil
yapraklı ağaç, asil adayların önündeki bitkilerin enerjilerini çalmayı önerdi
ama Mel bunu hemen reddetti. Tabiatı gereği yine öne çıkmıştı ve daha fazlasını
yapmak dedesinin nasihatini dinlememek olacaktı.
Onuncu dakika
aşıldığında; asil sıralarından bir kişi ve halk tarafındaki bütün katılımcılar
ikinci tomurcuk açtırma aşamasındaydı.
“Genç arkadaşlarım, en zor aşama ilk
ve ikinci tomurcuğu aşmaktır. Bunu başardıysanız artık bitki ile iletişiminizin
kesilme korkusu duymanıza gerek yok, elinizden geleni yapmaya devam edin!”
Bitki Bölümü
Başkanı geride kalan asil öğrencileri morallendirmek için konuştu, sözleri
halktan gelenlere de hitap etmiş gibi görünse de asıl amacını gizleyemedi.
“Eski dostum, yaşlı adam daha da
dikkatli olacaktır. Kızı bana bırak, sen diğerleri ne kadar ilerlerse bizim
taraftakileri yavaş yavaş aynı seviyeye getir. Hepsini bir anda yükseltme, yedi
tomurcuktan sonraysa hiçbir şeye karışma!”
İlk iki
tomurcuğun açmasını Üstat Louise istemeden üstlenmişti ama bundan sonra genç
adam daha dikkatli olabilirdi. Bunu düşünen Mel dostuna talimatları verip
sadece kendisine yoğunlaştı, onun bu konsantre hali Aksi Hanry’ nin dikkatini
çekti.
“Bu velet biraz alığa benziyor ama
diğerleriyle beraber iki tomurcuğa çiçek açtırabildi. Belki de o kadar salak
değildir!”
Mırıldanarak
yanındaki küçük sehpada duran bitki çayına uzandı, buram buram kokan içeceği
ağzına koymak üzereyken de donup kaldı.
“Louise bu sefer anons geçmedin, senin
yerine ben yapayım bari. Başkanım üçüncü tomurcuk açıldı ve bunu ailesi belli
olmayan biri başardı!”
Sözlerinin
ilk bölümünde şaşkın bir ifade takınan Hanry, ikinci kısımda genç üstadı taklit
ederek konuştu ve ardından çayından bir yudum alarak geriye yaslandı. Gözleri,
Mel’ in önündeki üç çiçekli On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin üzerindeydi.
Sesi yapının
içinde çınlayınca istisnasız bütün katılımcılar Mel’e döndüler, bunların içinde
Gloove ailesinin dâhisi de vardı.
Genç kızın
gözleri parladı ama bir saniye sonra yeniden kapandı. Yirmi saniye sonra onun
önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ de üçüncü çiçeğini açıyordu.
“Gençler epey rekabetçi oluyor, şu
ikisi birbirlerini böyle ateşleyebilirse ikisi için de iyi olur. Gelişim
yolunda değerli bir rakip, her zaman kişiyi sınırlarına kadar iter!”
Bölüm
başkanı, biri asil diğeri halk tarafından iki katılımcının rekabetini yararlı
buldu, sözleriyle iki kişiyi aynı kefeye koyuyordu.
“Bölüm Başkanı doğru söylüyor ama
rakip olabilmek için iki kişinin hemen hemen birbirine denk olması lazım. Ben,
bu çocuğun ailemizin dâhisine yaklaşabileceğini düşünmüyorum!”
Halktan
biriyle aynı kefeye konulmak, suratına çamur sıçratılması gibiydi. Gloove
soyadlı Üstat Louise, bunu kabul edebilecek biri değildi ama o sıra bir kahkaha
yükseldi, herkes bu tepkinin kaynağını biliyordu.
“Haklısın meslektaşım! Dört çiçek
açtırmış biriyle, daha üçüncüye yeni ulaşmış olan nasıl bir olsun!”
Hanry
konuşuyordu ama ona bunları söyleten Mel’di. Önündeki On Tomurcuklu Hayalet
Orkide dördüncü çiçeğini açıyordu.
Mel sanki
genç üstat Louise’ nin ağzını açmasını bekliyordu, kendi ailesinden gelen kızı
övdüğü an dördüncü tomurcuğu patlattı.
“Dur, hatırlayacağım! Neydi bu çocuğun
adı?”
Aksi Hanry
kendi kendine mırıldanırken, ismini hatırlayamadığı Mel bütün katılımcıların
ilgi odağı oldu. Gloove ailesinin genç dâhisi bile kafasını kaldırıp ona bakmak
zorunda hissetti, ne de olsa ondan tam olarak bir tomurcuk önde gidiyordu.
“Şimdi değil eski dostum, önce asil
çocukların ilerlemesine izin ver. Onlar tomurcuk açtırdıktan bir dakika sonra
bizimkilere yardım etmeye başla!”
Kızıl yeşil
yapraklı ağaç sabırsızlanıyordu ve bu konuda yalnız değildi. Mel, zihninde
başka bir tanıdık ses duydu.
“Velet, ben Hanry!”
İsmini
hatırlamayan Kıdemli Üstat denemenin ortasında onunla konuşmaya başladı, buna
rağmen Mel sanki onu hiç duymamış gibi davranmaya devam etti.
“Dört tomurcuk açtırdın diye mabadın
mı kalktı, sana diyorum köylü çocuğu!”
Aksi Hanry
lakabının gereği şekilde davranmaya başladığında, Mel uzatmadan göz ucuyla ona
baktı, hareketi seni duyuyorum demenin başka bir çeşidiydi.
“Gidebildiğin kadar git ama eğer
karşındaki kızdan fazla tomurcuğa çiçek açtırırsan, on tane On Tomurcuklu
Hayalet Orkide veririm sana!”
Bir dakika
önce Kıdemli Üstad’a yüz vermeyen Mel’ in gözleri, normal boyutunun iki katı
kadar büyüdü, yirminci dakikaya girilirken dört tomurcukla liderdi. Ödül az buz
değildi, mağaranın içindeki ağaç dallarını deli gibi sallıyor, bu durumdan
duyduğu sevinci belli ediyordu.
“Dedem çok göze batma dedi ama bu
kadardan bir şey olmaz sanırım. Hadi biraz hızlanalım!”
Mel, ona her
şeyi miras bırakan adamın sözünden çıkmamak için direniyordu ama hayat sürekli
bambaşka yollar sunuyordu.
Maria Gloove
yirmi beşinci dakikada dördüncü tomurcuğu açtırdığında genç üstat çok sevindi
ama bu sefer ağzını açıp tek kelime etmedi. Diğerlerinin onun sözleriyle motive
olduğuna çoktan inanmış gibiydi.
“Genç meslektaşım, ailenizin dâhisi
dördüncü tomurcuğu açtırdı, bu konuda konuşmayacak mıyız? Yoksa Gloove aileniz
için bu sözü edilmeyecek bir başarı mı?”
Hanry rahat
durmadı, ortada oturan Başkan ona döndüğündeyse beklemediği bir şey oldu.
“Üstat Hanry, benim Gloove âlem
nesillerdir bitki bilimiyle uğraşır. Sınırları belli insanların elde ettiği
geçici başarılarla yarışmak gibi küçültücü hareketlerin içine giremeyiz!”
Başkan,
Hanry’ ye gözdağı verecek gibiydi ama diğer tarafındaki genç üstat zokayı
yutmuştu. Mel ve eski dostu ağaç, sanki bu anı beklermiş gibi harekete geçti.
Mel beşinci
tomurcuğunu çiçek açtırdı, ağaçsa halkın içinden gelmiş çocukların bazılarını
iki, bazılarını üçüncü tomurcuğa taşıdı.
“Bu sene çocuklar size çok şey borçlu
genç arkadaşım, hepsi adına çok teşekkür ederim!”
Hanry oyuna
getirdiği adamla dalga geçmeye başladı ama Bölüm Başkanı buna daha fazla izin
vermedi.
“Şu andan itibaren ikinize de
konuşmayı yasaklıyorum, aksi halde bir senelik inziva cezası vereceğim!”
O yumuşak ses
gitti, emrini sertçe veren bir tavır geldi. Bölüm başkanı, yaşananlara mı daha
fazla kızdı yoksa halkın içinden gelenlerin başarılı olmasına mı hiç belli
değildi.
Böylece
sükûnet yeniden sağlandı, yarım saat geçildiğinde Mel ve Maria’nın önündeki On
Tomurcuklu Hayalet Orkide ’ler beş, diğerlerinin en iyisiyse üçte takılı kaldı.
İhtiyar Bölüm Başkanı kendi oluşturduğu sessizliği yine kendisi bozdu,
katılımcılara birkaç öneri vermek istiyordu.
“Beşinci tomurcuk en az başlangıç
kadar zor olacak, eğer yanınızda öz sularınız varsa kullanabilirsiniz!”
Müthiş bir
sevinç gösterisi yükseldi asil adayların olduğu taraftan, normalde kişinin
sadece kendi yetenekleriyle ilerlemesi gereken teste bir kısa yol oluşmuştu,
hem de bunu en yetkili kişi yapıyordu.
Asil
öğrenciler, bir an bile geçirmeden ellerinde beliren küçük cam şişelerin
içindeki sıvıları On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin olduğu kaplara
damlattılar.
Halk tarafındaysa hiçbir hareket yoktu, belli ki onların öz suyu
denen maddeleri yoktu.
Hanry tepeden
tırnağa kadar kızardı, onun aksine Gloove ailesinden Louise, keyifle asil
çocukları izliyordu. Nasıl keyiflenmeyecekti ki ailesinin dâhisi beş dakika
içinde yedinci tomurcuğa, diğerleri de beşinci tomurcuğa gelivermişti.
Dengenin
aniden değişmesi sonrası halktan çocukların yüzleri asıldı. On Tomurcuklu
Hayalet Orkide’lerin olduğu kaplarının etrafındaki elleri artık bedenlerinin
iki yanındaydı.
“Dedemin gitmemi istediği yer
gerçekten burası mı? Direkt Bölüm Başkanı asil çocuklara yardım ediyor!”
Mel’ de testi
bırakmış, kendi tarafındaki çocukları inceliyordu. Yüzünde; neler olduğunu
anlayıp, neden böyle olduğunu anlayamayan insanlara özgü şaşkınlık ifadesi
vardı.
“Köylü çocuğu pes etme, en azından
diğer asiller kadar tomurcuğa çiçek açtırmaya çalış. Elinden geleni yaptığın
sürece, on tane On Tomurcuklu Hayalet Orkide senin olacak!”
Konuşamayan
Hanry Mel’e moral vermeye çalıştı, onun şaşkın halini diğerleri gibi pes
ettiğine yormuş olmalıydı.
Mel kırkıncı
dakikaya girildiğinde kendisinin beş, halktan arkadaşlarının üçer tomurcuğu
olduğunu gördü. Yavaşça yerinden kalktı ve herkesin bakışları üzerindeyken Aksi
Hanry’ nin yanına kadar geldi.
“Üstat, bıçağınızı ödünç alabilir
miyim?”
Genç Çocuğun
isteğini duyan orta yaşlı adam, önce ne olduğunu anlamadı ama Mel’ in ısrarlı
bakışları karşısında daha fazla bekleyemeden kuşağındaki orak şeklindeki bıçağı
uzattı.
“Bu bıçak, Yeşil Gölge Akademisi’ne
girdiğim zaman ki Bölüm Başkanı tarafından hediye edildi. Genç bir bitki
toplayıcısıyken bütün gün bununla çalıştım, ona zarar vermediğinden emin ol!”
Mel,
anladığını ima eder şekilde kafasını aşağı yukarı sallayarak, dolunay
şeklindeki bıçağı alıp yerine yürüdü. Koltuğuna oturduğu gibi de kollarını
sıvadı, ardından bütün gözler üzerindeyken avuç içlerine iki kesik atarak
kanını On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin toprağına akıttı.
İşi bitince
bıçağı usulca masaya bıraktı, kanlı elleriyle bitkinin açmamış olan
tomurcuklarını okşamaya başladı.
Bir dakika sonra altıncı tomurcuk, beş dakika
sürmeden yedinci tomurcuk açtı. Mel, kanayan avuçlarına aldırmadan teste devam
ediyordu.
Derken
masasına bir elin uzandığını hissetti. Daha önce sinirden tırnaklarını kırmış
olan çirkin çocuk bıçağı alıp onu taklit ettiğindeyse, yüzünde belli belirsiz
bir gülümseme belirdi.
“Eski dostum sıra sende, elini kesip
kanını bitkiye akıtanların bitkilerine enerji aktarabilirsin! Kendi kan
özlerini kullanmalarına izin verme!”
Bütün bu
tiyatro olacak fenomene kılıf uydurmak için yapıldı. Mel, yapılan haksızlık
karşısında susmak yerine, mücadele etmeyi seçti. Sadece kendisini düşünseydi,
bu iş çok kolay olurdu ama o, kanını akıtmak pahasına halktan gelmiş çocukları
da yanına alarak ilerlemeyi uygun gördü.
“Bölüm Başkanım bu kurallara aykırı!
Şu çocuklar bitkileri kendi kanlarıyla besliyorlar!”
Louise
dayanamayıp konuştu, ne tuhaftır ki Bölüm Başkanı sözünü ettiği kuralı unutmuş
gibiydi. Bir şeyler düşünüyor gibi gözleri çevirmeye başladı ihtiyar adam ta
ki diğer tarafından bir kükreme duyana kadar.
“Kurallara aykırı mı? Bugün epey saçma
laf işittim ama bu açık ara birinciliği alır. Asil ailelerin çocukları
besleyici bitkilerin özünden damıtılmış öz sularını kullanırken sorun yok,
diğerleri kendi yaşam enerjilerinin özünü kullandığında kurallara aykırı, öyle
mi?
Son yirmi
dakika kaldığında Mel ve Maria Gloove yedi tomurcukla başı çekiyor, kalanlar
onları takip ediyordu. Asil öğrenciler on dakika önce öz sularını kullanarak
halktan olanlara fark atsa da Mel ve yamuk kesilmiş kâküllere sahip çocuğun
hızlı başarısı onları ileri ittiriyordu.
Aksi Hanry’
nin orak şeklindeki hançeri elden ele dolandı, avuç içlerine kesikler atan
çocukların bitkileri hızla tomurcuklarını açmaya başladılar. Halkın içinden
gelen katılımcıların hepsi beşinci tomurcuklarını açtırmıştı.
“Aptallar, sadece bir testte başarılı
olmak için hayatlarından kaç yılı harcadılar!”
Alt limit
olarak belirlenen yediye ulaşırlarsa, bu test için gerekli puanı
alabileceklerdi. Kan enerjilerini feda etmeyi göze aldıkları için Mel’ in
müdahalesi belli olmuyordu, diğerleri de bu durumun onların yaşam süresini
kısalttığını düşünüyordu.
Genç Üstat
Louise, yine yüksekten bakıp kibirle konuştu ama artık aynı yükseklikte oturan
başka birinin de konuşacağı sözler vardı.
“Ailelerinin onlar için satın aldığı
öz suları yerine kendi kanlarını kullanıyorlar, bence de büyük aptallık. Neyse
ki akademimizin Bitki Bölümü çok adil, bu kabul sınavını geçemeseler bile
onları bitki toplayıcısı olarak işe alacaktık!”
Hanry
yıkılmış bir su seti gibiydi, ne varsa dilinden akıyordu.
“Ailelerinin desteklediği biblolar
Bitki Bilimci olurken, bu iş için kendi ömründen feragat edecek insanlar sadece
Bitki Toplayıcısı olabiliyor. Şimdi düşününce, aslında çok mantıklı bir düzen
bu! Doğa koşullarının yanında, birçok vahşi yaratıkla da uğraşması gereken
Bitki Toplayıcılarını şunlardan seçsek, herhalde iki seneye işleyecek bitki
kalmaz elimizde!”
Orta yaşlı
adam konuşmasını tamamladığında, ellerinden akan kanlara rağmen halkın içinden
gelen çocukların gözleri parladı. Bitki Bölümünden biri açıkça onları
destekliyordu ve bu kişi Kıdemli Üstat Hanry’di.
“Üstatlar, gençlerin konsantrasyonunu
bozmayalım!”
Bitki Bölüm
Başkanı iki yardımcısını bu sefer daha tatlı bir dille uyardı, asillere verdiği
iltimastan sonra eski sertliğini kazanması zordu.
Yine de
yaptığı hareket bir tarafı terazide ağır basar hale getirmişti, öz sularını
kullanan çocuklar altıncı tomurcuklarına ulaşıyordu ve hallerine bakılırsa çok
da rahatlardı.
“Rahatlıkla yedi tomurcuğa çiçek
açtırabileceğiz!”
“Ben sekize çıkarım,
kendimizi zorlamamıza bile gerek kalmadı!”
Fısıltı
halinde konuşsalar da bazı sözler rahatlıkla duyuluyordu, rakip haline
geldikleri çocukların moralini bozmak için bilerek yapıyor gibiydiler.
“Sabır eski dostum, bırak eğlensinler.
Böylesi daha iyi!”
Bir anda her
şeyi değiştirecek kudreti elinde bulunduran ağaç, kışkırtmalar karşısında
öfkelendi ve Mel’ in iki buçuk sene boyunca onu beslediği enerjiyi kullanarak
On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin çiçeklerini açtırmak istedi.
“Son on beş dakika!”
Bölüm Başkanı
ve İki Üstat dışında, yapının içinde Bitki Bölümünden pek çok denetmen vardı.
Şimdiye kadar yaşanan tuhaf olaylar nedeniyle pek konuşamasalar da
katılımcıları her on beş dakikada bir uyarıyorlardı.
Mel ve Maria,
gereken minimum standarttı tutturmalarına rağmen ciddiyetle devam ediyorlardı,
bunun meyvesini de hemen hemen aynı anda açtırdıkları sekizinci tomurcukla
aldılar.
“Lanet köylü, her seferinde bilerek
yapıyor sanki!”
Louise,
ağzıyla söylemesine rağmen buna olasılık vermiyordu ama olan tamamen buydu.
Mel, kendi bitkisinin yanı sıra, rakip olarak gördüğü kızın On Tomurcuklu
Hayalet Orkide’ sini de kolluyordu.
Şatafatlı
kıyafetler içindeki kızın bitkisindeki tomurcuk açmaya başladığı an, kendisi de
sıradaki tomurcuğa çiçek açtırıyordu.
Maria baştan
önemsemediği çocuğa nefret dolu gözlerle bakıyordu, herhalde en uçuk rüyasında
bile nereden geldiği belli olmayan bir köylünün onunla yarışabileceğini
düşünmemişti.
“Geçen sene dokuz tomurcuğun çiçek
açışını görmüştük, acaba bu sene daha iyisi çıkar mı?”
Halk kısmında
bulunan denetmenler kendi aralarında konuşuyorlardı, geçen sene burada olan bir
tanesinin merak ettikleri vardı.
“Zannetmiyorum, son yirmi yılın en iyi
skoruydu ve başaran Gloove ailesinin genç efendisiydi!”
Bekleyiş ve
dedikodularla bir beş dakika daha geçti, Mel ile Maria sekizinci, diğer herkes
altıncı tomurcuktaydı.
Maria’nın
yüzünden terler boşalmaya başladı, elinde beliren öz suyunun kapağını açıp bir
hamlede On Tomurcuklu Orkide’ nin toprağına boşattı.
Bölüm Başkanı izin
verdiğinde öz suyunu kullanmayan tek asil oydu ama testin sonuna
yaklaşıldığında sınırına geldiğini hissetmiş olacak ki bu imtiyazı kullanmaktan
çekinmedi.
Dokuz dakika
kaldı ve Maria’nın öz suyu etkisini göstermeye başladı. Bitkinin tomurcuğu
huzursuzca titriyordu, bir dakika daha geçtiğinde açmak için büyük çaba sarf
ettiği belli oldu.
Nihayet son
altı dakika kala güzel kız dokuzuncu tomurcuğa çiçek açtırmayı başardı, On
tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin gövdesinin üzerinde dokuz beyaz çiçek vardı.
Açılmamış tek tomurcuk sağ taraftaydı. Eğer oda açarsa, her iki yanda beşer
çiçeğin olduğu bitki güzelliğini tamamen sergileyebilecekti.
Maria,
cebinden çıkardığı kenarları işlemeli mendille alnındaki terleri sildi. Beyaz
mendilin bir ucunda, ismi ve soy isminin baş harfleri altın sicimlerle zarifçe
işlenmişti.
Ardından kafasını
kaldırıp Mel’e baktı.
Tavrında, sonunda üstün gelmiş bir insana has olan
kibirli hava göze çarpıyordu. Öz suyu kullandığı için soydaşının başarısı kadar
ilgi göremeyecekti ama yine de son yirmi senenin en iyi derecelerinden birini
yapmıştı, nasıl kibirlenmezdi ki?”
“İşin sonunda en iyi kendini belli
etti. Bazılarının, aşamayacağı sınırların olduğunu öğrenmesi zaman alabiliyor!”
Louise yine
rahat duramadı, ailesini temsil eden kişinin dokuzuncu tomurcuğa çiçek
açtırmasının ardından dili çözüldü. Sözlerinin hedefi direkt olarak Mel’di,
Maria ile yarışan tek kişi olarak sınırının burası olduğunu söylüyordu.
“Bu sene katılımcılarımız gerçekten
çok başarılı, altı tomurcuğun altında kalan kimse yok. Çoğu yedi ve içlerinden
bazıları sekizinci tomurcuğa kadar ulaştılar!”
Bölüm
başkanı, Genç Üstat’ ın sözlerini bir ara geçiş yaparak yumuşattı ve kısaca
durumu da özetlemiş oldu.
Halkın
çocukları altı, asillerin çoğu yedi ve Maria hariç geri kalanlar sekizinci
tomurcuktaydı. Mel’ in ve diğerlerinin kanlarını ortaya koyarak başardıklarını,
asil ailelerin çocukları ellerindeki imkânları kullanarak rahatça
başarabilmişti.
“Kana karşılık, para; sanırım
Akademimizin yeni düzeni böyle işliyor!”
Aksi Hanry
koltuğuna çöktü, durum yüzeyde sevindirici olsa da mırıldandığı sözler yüreğine
ağır bir taş gibi oturuyordu.
“Arkadaşım,
yapma!”
Sonucun
neredeyse belli olduğu ve testin bitmesine beş dakikadan az süre kaldığı
anlarda, tiz bir çocuk sesi tek katlı binada yankılandı.
Bağıran, Mel’
in yanında oturan sarı saçlı, yamuk kâküllü çocuktan başkası değildi. Bu
eyleminin nedeniyse, Mel’ in elindeki orak biçimdeki hançerdi.
created with
WordPress Page Builder .