• Ana Sayfa
  • Altı Medeniyetin Dünyası
  • Cehennem Online
  • Mirasçı
  • Ana Sayfa
  • Altı Medeniyetin Dünyası
  • Cehennem Online
  • Mirasçı


 “Nerede bu çocuk?”


 Basık burunlu adamın göz kapakları açılmamak için direniyordu ama sesi ahşap çatıda dinlenen kuşları kaçırmaya yetti. 

 “Bana mı soruyorsun? Sana kaç kez ihtiyarın yanına gitmemesi için onu uyar demedim mi?” 

 Elindeki hamur topağını içinden ateş çıkan bir deliğin iç yüzeyine yapıştıran kadın, aynı hızla adama da cevabı yapıştırdı. Dağların arasından doğan güneşin doğayı harekete geçirmesini kıskanmışçasına, karı koca küçük kulübelerinin içinde birbirlerine bağırıyordu. 

 “Anne olup çocuğuna sahip çıksana, insanlar şikâyet etmeye başladılar.” 

 Masadaki yemekten bir kaşık tadan adam kapıya yöneldi. Eşikten kaptığı tırpanı sırtına vurduğunda, karısı hâlâ konuşuyordu. 

 “Yatağa mı bağlayım? Sana çekmiş, keçi gibi inatçı.” 

 Aynı anlarda ince bacaklarını sonuna kadar açarak koşan bir çocuk, köyün çıkışındaki kulübeye yaklaşıyordu. 

 “Dede, günaydın” 

 Adımları yavaşlayınca, körük gibi bir şişip bir inen göğsü sakinleşti. Ağzından uzun nefesler vererek taşlı yolun bittiği yerde durdu. 

 “Hoş geldin, küçük Mel” 

 Sakalları göğsüne dayanmış yaşlıca bir adam, iki koluna yanlara açarak onu karşıladı. Yamalarla dolu cübbesi, kırış kırış olmuş suratı ve içten gülümsemesiyle beraber, çatısı yarı yıkılmış evin önünde oturuyordu. 

 “Annen sana çok kızacak. Bak iyiyim, her gün yemek getirmene gerek yok artık.”

 “Kızarsa kızsın! Ona kalsa, güçlü olmadığım için diğer çocukların beni dövmesi de normal. Sen olmasan, kimse benimle ilgilenmeyecek.” 

 İki yanağını şişirerek cevap verdi çocuk. Yaşlı adam karısındaki cılız çocuğu baştan aşağı süzdükten sonra kahkaha atmaya başladı. 

 “Aptal çocuk, seninle bana bakıyorsun diye mi ilgileniyorum sanıyorsun?” 

 Mel başını eğdi. İki elini önünde birleştirdi ve parmaklarını birbirlerine doladı. Sorusuna yanıt alamayan ihtiyar adam ayağa kalktı, her adımında etrafa tozlar saçarak Mel’in yanına geldi. 

 “Neden, sen de arkadaşların gibi köydeki dövüş okuluna gitmiyorsun? Orada kendini gösterebilirsen, ileride rahat bir hayat yaşama şansın olabilir.” İ

 İhtiyarın sesi ciddileşti. Elini küçük çocuğun omuzuna koyarak konuştu. Ne zaman yıkandığı belli olmayan saçları kuş yuvasına benziyordu. 

 “Benimle dalga geçmesene, daha köydeki normal çocuklarla başa çıkamıyorum. Hepsi benden iri ve uzunlar. Ayrıca dövüş antrenmanları çok yorucu. Ben, seninle beraber ormanda dolaşmak istiyorum” 

 Yaşlı adam, gözlerinin içine bakan Mel’in dişlerinin gıcırtısını duyabiliyordu. Alnının bittiği yerden kesilmiş saçları, küçük kulakları ve babasının kopyası yanlardan basık sivri burnuyla, aslında sevimli bir çocuktu. 
 

 “Tamam, seninle başa çıkmak ne mümkün? Gel bakalım, bugün sana hiç görmediğin birkaç bitkiyi göstereceğim!” 

 Sevinçten bir oraya, bir buraya zıplayan küçük çocuk patika yola girdiğinde, yaşlı adam da arkasından ağır adımlarla ilerledi. Sırtlarına vuran güneş ışıkları, ağaçların dallarına takılarak onları terk ediyordu. Ormanın içindeki nemli hava küçük çocuğun tenine değdiğinde, yaşlı adam Mel’in diken diken olan tüylerini sırtındaki hırkasıyla örttü.  

 Bambu filizi gibi dümdüz ilerleyen derenin kenarına geldiklerinde dedesi ona bugünün sürprizi olan ilk bitkiyi gösterdi. Mel, sudaki hareketlerle daha fazla ilgileniyordu, bitkiye bir bakış attıktan sonra üstünü çıkarmaya başladı. 

 “Balıkları elinle yakalayamayacağını kabul etmeyeceksin, anladım ama bari sana nasıl yapılacağını öğretmeme izin ver!” 

 Yaşlı adam boşa konuştuğunu yüzüne sıçrayan suyla beraber anladı. Mel onu duymamıştı bile, etrafında dolanarak onunla alay eden balıkları yakalamaya çalışıyordu. İhtiyar, kurumuş topraklarla bezenmiş ayaklarını suya soktu. Pes etti ve küçük çocuğun nafile çabalarını izlemeye başladı. Mel sudan çıktığında eli boştu. Burnu kıpkırmızıydı, elleri ve ayakları yeni doğduğu zamanki hallerine geri dönmüşlerdi. Neyse ki güneş yakıcılığını koruyordu, birkaç saat daha yerküreyi kavurarak Mel’in kurumasını sağladı. 

 Hava karardığında, sabah önden koşan çocuk yaşlı adamın sırtında uyuya kalmış bir halde döndü. Yaşlı adam onu hemen uyandırmadı, başını dizine koydu ve bir süre daha uyumasına izin verdi. Mel, uyandığında hemen yola düştü. Aceleyle koşarken bir yandan da “Dede ben eve gidiyorum, yarın sabah buluşuruz,”  diye bağırıyordu. 

 Çocuğun mutlu hali, ihtiyarın kırışıklar içindeki yüzünde bir gülümsemeye sebep oldu. Karanlığın içinde kaybolmaya başlayan kulübenin önünde parlak bir noktaya dönüştü ve uzun süre onu izledikten sonra yıkık kulübenin içine doğru yürüdü. İki adımda tek menteşenin tuttuğu kırık kapıya ulaştı, yüzündeki gülümseme birden silindi ve kalınca bir kütük kafasına indi. 

 “Pis bunak, uyan bakalım!” 

 Fitili bitmek üzere olan gaz lambasının aydınlattığı küçük odanın içinde, elleri ve ayakları bağlı yatan ihtiyarın başında beş yetişkin adam vardı. İçlerinden en irileri,  sakalları göğsüne kadar uzamış olan ihtiyarın boşluğunu dürterken, diğerleri bir köşede onları izliyorlardı. 

 “Sana buradan gitmeni söylemedik mi?” 

 İzleyicilerden biri küçük adımlarla öne çıktı. Saçları kısa, basık burnu ucuna doğru sivriliyordu ve sözlerini tamamladığında, ağzından saçılan tükürükler ihtiyar adama kadar ulaştı. 

 “Çocuğumun yakasından düş pis herif. Onu da kendin gibi bir ezik haline mi getirmek istiyorsun?” 

 Yankılanan sesin sahibi, günün sabahında karısından sağlam bir fırça yemiş olan Mel’ in babasından başkası değildi. Dişlerini gıcırdatarak konuşurken, iki eli çoktan yumruk olmuştu. Bağırarak sorulmuş sorulara maruz kalan ihtiyar cevap vermedi. Sakinliğine bakılırsa daha önce de böyle bir duruma düşmüş olabilirdi. Mel’in babası duvarın kenarına yığılmış tahta parçalarından birini kavradı, bakışları ihtiyar adamın üzerindeydi. 

 “Sonunda sözüme geldin. Bu asalağın kendi kendine çekip gitmeyeceğini artık anlamışsınızdır. Ben derim ki; ihtiyarı bir hafta burada tutalım ve sonra ormanın içine atalım gitsin!” 

 Yaşlı adamı ayağı ile dürten iri yarı adamın niyeti hiç iyi değildi. Kendi elleriyle öldürmeyecek olsa da ihtiyarı vahşi hayvanların kol gezdiği ormanda kaderine terk etmek istiyordu. Toz perdesiyle ikiye bölünen odanın bir köşesinde bekleyen kişiler yanıt vermediler, sadece izliyorlardı. 

 “Ormana atalım gitsin!” 

 Fikre ilk desteği, yaşlı adamın en iyi arkadaşı olan Mel’ in, elinde sopa tutan babası verdi. Bakımsız saçlarını özensizce toplamış olan ihtiyar, köylüler için sadece görmezden gelmeleri gereken bir figürdü ama onun için her gün başını ağrıtan bir çıbandı. 

 “Co, senin çocuğun sorun çıkarmadan durabilecek mi?” 

 İri yarı adam an itibariyle en sıkı destekçisine soruyu sorarken, onun ağzından çıkacak cevabın ekibin kalanının endişelerini dağıtmasını umarak konuştu. Plan onundu ama gerçekleştirirken hem fikir hem de eylem birliği gerekiyordu. 

 “Hiç endişen olmasın. Onu terk edip gittiğini söyleyeceğim. İlk önce biraz ağlayıp bana inanmayacaktır ama birkaç gün geçince, o da dediğim gibi düşünecek. Buna eminim!” 

 Son sözleri şüphe bulutlarını dağıtmaya yetti. Bir süre daha beklediler ve ahşap tavandan gelen ayak sesleri azaldığında ihtiyarı yalnız bıraktılar. Ertesi sabah koşa koşa yaşlı adamın yanına giden Mel, daha önce başına gelmeyen bir şey gördü. Yaz kış demeden onu kapıda karşılayan dedesi, bugün yerinde yoktu. 

 Aceleyle yıkık dökük kulübeye giren çocuk aradığı kişiyi burada da bulamayınca, karanlık çökene kadar ihtiyar adamın olması gereken yerde bekledi. Ne çare, yaşlı adam gelecek gibi değildi. İşin aslını bilen babası uzaktan belirdiğinde, Mel eve dönmesi gerektiğini anladı. İşin aslını bilen adam bugün ihtiyarın yanına geldiği için Mel’e kızmadı, hedefinde farklı bir konu vardı. 

 “Hayır, dede gitmiş olamaz! Beni bırakıp, haber vermeden gidemez!” 

 “Nereden biliyorsun gitmediğini? Bak, sana veda bile etmedi. Demek ki onun için çok da önemli biri değilmişsin!” 

 Mel ne kadar karşı çıkmaya çalışsa da, babası sürekli onu bastırdı. İhtiyarı hapsettikleri ekibin başarısı adamın performansına bağlıydı ve o da bunun hakkını veriyordu. Eve geldiğinde annesinin ele aldığı bu bezdirme operasyonu sonrası, gün boyunca sancılı bir bekleyiş gerçekleştiren çocuk, daha fazla dayanamayıp kendinden geçti. 

 Mel, sabah yeniden soluğu yaşlı adamın kulübesinde aldı ama ne çare, beklediği kişi sanki duman olup rüzgâra karışmıştı. Mel ne kadar düşünse de yaşlı adamın o günkü hareketlerinde bir tuhaflık olduğunu hatırlamıyordu, her an ormanın içinden çıkıp gelecekmiş gibiydi. 

 Bu sırada, kuru ekmek ve azıcık su verilen ihtiyar bunların hiçbirine dokunmuyordu sanki ölümünü kabul etmişti. Penceresi olmayan tozlu odada, sonunun geleceği vakti bekliyordu. Bakıcılığını yapan adam da ilk günün ardından uğramamaya başladı, karanlığın yoldaşlığı dışında ihtiyar adamın elinde kalan bir şey yoktu. 

 Zaman yavaşça aktı, günler sakinlik doluydu ancak belirlenen tarihe iki gün kala kimsenin beklemediği bir şey gerçekleşti. Ne olursa olsun, üç senedir onunla ilgilenen dedesinin kendisini bırakmayacağını düşünen Mel, ihtiyar adamı aramak için gece vakti tek başına ormana girdi. 

 Babası, Mel’i oturup ağladığı yerden almaya gittiğinde neler olduğunu öğrendi. Dövüş okulundan çıkıp Mel ile dalga geçmeye gelen iki çocuk, onu ormanın içine doğru koşarken görmüşlerdi. Ormanın derinlerine ulaşmadan arkasından koşmaya çalışmışlardı ama duydukları son şey Mel’in ağlamaklı sesi olmuştu.  

 “Dedemin başına bir şey gelmiş olmalı. Onu kurtarmaya gidiyorum!” 

 Co haberi alır almaz koşmaya başladı. Normal şartlar altında bir babanın oğlunun peşinden ormana yönelmesi beklenirdi ama adam soluğu işbirlikçilerinin yanında aldı.  

 “Brandon, Mel ihtiyarı aramak için tek başına ormana girmiş. Hemen peşine düşmemiz lazım!” 

 Brandon köyün en güçlü adamıydı. Her şeye tek başına karar veremese de bu olayda olduğu gibi çevresinde toplanacak kişileri bulmakta zorluk çekmezdi. Co’ nun sözlerini duyduktan sonra başını kaldırarak etrafa baktı ve ardından yanıtını verdi. 

 “Sen aklını mı kaçırdın? Son senelerde vahşi hayvanlar köye saldırmadığı için geçmişi nasıl da unutuvermişsin? Hiçbir kuvvet beni oraya götüremez!”   

 Kesik soluklarla nefes alan Co’ nun gözleri kocaman oldular. Bir umut diğerlerine döndü ve İri adamdan sonra ekibin üyeleri de birer birer döküldüler. 

 “Son günlerde, vahşi hayvanların kükremeleri hiç olmadığı kadar net duyulur oldu!”

 “Ormandaki hayvanların her biri en azından sıradan dövüşçüler kadar güçlü. Bizim gibi basit köylülerin oraya gitmesinin mümkünü yok!” 

 İhtiyar adamı ölmesi için ormana atmayı düşünürken, nasıl olur da kendileri o cehenneme girebilirlerdi? Telaşlı babanın gözünden okunan yardım çığlıklarının, şu an onlar için bir anlamı yoktu. 

 “Hepsi onun suçu! Oğlum, canım oğlum, onun yüzünden ölecek. Öldüreceğim, o pis ihtiyarı kendi ellerimle öldüreceğim!” 

 Co, içini kavuran ıstırabın etkisiyle bağırıyordu. Ormana giderek oğlunun peşine düşecek cesareti kendisinde bulamayınca, yüreğini soğutacak çareyi zavallı ihtiyarı öldürmekte aradı. Köhne tavernanın altında esir tutulan ihtiyarın yanına doğru ilerleyen Co, gözünü karartarak kenarda duran orağı eline geçirdi. Brandon gizlemeye çalışsa da yüzündeki tebessüm yerli yerindeydi ama bir anda yer sallanınca, bu ifade silinip gitti. 

 Sonra hepsinin duyabileceği kadar yüksek bir ses, tutsaklarını sakladıkları bodrum katından kulaklarına ulaştı. Bunu tahta kapının uçarak duvara çarpması izlediğinde, Co kapının eskiden olduğu yere birkaç adım uzaklıktaydı. Beş kişi, günlerdir aç susuz tutsak ettikleri kişiyi karşılarında görmenin şokunu atlatamadan, ihtiyarın dış kapıyı koparırcasına açmasına şahit oldular. 

 Yerlerinden bir milim dahi oynayamadan her şey olup bitmişti, tavernanın içinde ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Köyde bunlar olurken, gecenin karanlığının üstüne çöktüğü, ağaçların dallarının adeta düello yapan iki silahşor gibi hoyratça birbirine vurduğu ormanda, on bir yaşındaki çocuk yavaşça yürüyordu. 

 “Hep bahsettiği o vadiye gitmiş olmalı. Kesinlikle bulacağım onu. Beni terk etmez, hepsi yalan söylüyor, mutlaka başına bir şey gelmiş olmalı.” 

 Gölgelerin oynadığı oyunların etkisi azaltmak için mırıldanan Mel, kulağına çalınan kükremelerini duymamak adına neredeyse hiç durmadan konuştu. İçindeki korkuyu yenmesi için bu yöntem yeterliydi ama konu gerçek tehdit olunca ne kadar işe yarayacağı şüpheliydi. Farkında olmasa da son yarım saattir birkaç çift göz hep arkasından yürüyordu. Ağızlarından salyalar akıtan, dört ayaklı hayvanlardı bunlar. 

 Normal şartlarda çocuğu bir lokmada yutabilirlerdi ama sanki bir şeylerden emin olmak istercesine, takip etmekle yetindiler. Durum, çocuk ormanın derinliklerine ilerledikçe değişmedi. Yalnızca, peşinde olan vahşi hayvan sayısı birkaç tane ile belirtilecek rakamı çoktan geçmişti. Neler olduğunu anlayamamak imkânsızdı ve Mel, adımlarını hızlandırdı. Yönünü değiştirmesi, hızlanmasından önce gerçekleşti. 

 Nereye gittiğini bilen insanlara has kararlı adımlarla ilerliyordu ve küçük bir oyuk görüşüne girdiğinde, depara kalktı. Bu hareketi, peşine düşmüş sürüyü de hareketlendirdi. Amansız bir kovalamaca başladı. Dört ayaklı hayvanlar, çocuğun çaresizlik içinde olduğuna emin oldular. Yağlı bir et parçasına benzeyen, gece vakti kucaklarına düşen ödülü kaçırmamak için koşmaya başladılar. 

 Uzun zamandır onu takip eden hayvanlar en önde koşuyorlardı. Mel, fizikken zayıf bir çocuktu ama ölüm korkusu bedenindeki bütün gücü kullanmasını sağladı. Ağaçları terk eden yapraklar veya yumuşak toprak ona engel olamıyordu. Her adımda peşindekiler daha fazla yaklaşırken, küçük oyuğun girişine on beş adımlık mesafe kaldı. 

 “Burada ölemem, dedemi bulmam lazım!” 

 Küçük çocuk, bu durumda dahi amacını unutmadı. İçinde bulunduğu durumdan kurtulup aramaya geri dönmek istiyordu ama yaklaşan yaratıklar küçük çocukla aynı fikirde değildi. Güçlü bedenlerinin avantajını kullanarak, hedeflerinin ensesinde soluyorlardı. Çok kısa bir an, neredeyse göz kırpma süresinde, Mel kendini oyuğun içine atabildi. 

 Arkasındaki sürü aynı şeyi yapmak istediğindeyse büyük bir gürültü koptu. Mel’in geçişiyle beraber ortaya çıkan bariyer ancak yetişkin bir insanın geçebileceği kadar büyük olan girişi kapladı. Bariyere çarpan yaratıklar yaşadıkları tepmenin etkisiyle inlediler; bedenlerinde hasar yoktu ama arkadan gelenlerin de durmak için vakitleri yoktu. 

 Mel’in kalbi, yerinden çıkacak gibiydi. Onu teğet geçen ölüm, peşi sıra gelenlerin yüzüne tokadını indirmekten çekinmiyordu. Pelteye dönen bedenlerin kalkanın üzerinde bıraktığı izler, insanın tüylerini diken diken edecek cinstendi. Dört adım uzunluğundaki oyuğun, bitimine kadar çekilen Mel onları izlerken, vahşi yaratıklar kalkanı koklamaya başladılar. 

 Temkinliydiler, ölen hayvanların verdiği dersi aldıkları belliydi. Ardından birkaç pençe darbesi vurarak test etmeyi sürdürdüler. Sonuç onlar için iyiydi, önlerindekinin sadece savunma amaçlı bir bariyer olduğunu çözmüşlerdi. Sürünün en güçlü bireyleri saldırı için yerlerini aldılar. Bir seferde en fazla on yaratığın pençeleyebileceği kalkanın üzerine saldırılar yağmaya başladı. Mel’ in peşindekiler; kaslı dört ayağa, ince ve uzun gövdeye sahip, vahşi hayvanlardı. Öne çıkık çenelerindeki sivri ve büyük dişler düşmanları için büyük tehdit oluştursa da en önemli silahları pençeleri gibi görünüyordu. Oyuğun girişini kapatan kalkana saldırı şekillerinden bunu anlamak mümkündü. Küçük mağaranın içindeki çocuğa ulaşmak amacıyla kalkanın üstüne inen her pençe darbesinde, parlak kıvılcımlar havaya karışıyordu. 

 Vahşi hayvanların saldırısı on dakikadır sürüyordu, bütün güçlerini kullandıkları belliydi ama yoruldukça yer değiştirmelerine rağmen kalkan olduğu yerde duruyordu. Tabii ki ilk oluştuğu durumda değildi. Parlak sarı rengi, her darbeden sonra biraz daha soldu. Yaklaşık yarım saat bu şekilde geçildi. Mel’ in başı iki dizinin içine iyice gömülürken, onu yemek için mücadele eden hayvanların akınları hiç durmadı. 

 Avcılar, avlarına ulaşamadıkça daha da agresifleştiler. Tek lokmalık insanı öldürmek beslenme amacını aşmış, kendilerini adeta aşağılayan kalkanı kırma mücadelesine dönmüştü. İşte bu anlarda, bütün yaratıklar iki yana doğru açıldılar. Sık ağaçların olduğu taraftan, dehşet verici bir kükreme duyuldu. Sırayla kalkanı pençeleyen kırka yakın yaratık artık boyunlarını eğmiş yere bakıyorlardı. Onların dışındaki daha zayıf yaratıklarsa, çoktan bedenlerinin hâkimiyetini kaybedip dizlerinin üstüne çökmüştü. 

 Gelen, etraftaki yırtıcıların en az iki katı büyüklüğünde, parlak kızıl kürke sahip, geniş gövdeli ve dört bacaklı bir yaratıktı. Çevresindekilerden daha iri, daha güzel ve daha yırtıcı duruyordu. Onu müdahale etmek zorunda bıraktıkları için sinirlenmişti. Kalkan her an dayanıklılığını kaybetse de Mel güneşin doğuşunu görebilecek kadar şanslıydı ama bu hayvanın ortaya çıkması, ona uyanık halde bir kâbus yaşattı. 

 Kızıl kürklü hayvan, insan elinin üç katı büyüklüğündeki pençesini küçük çocuğun son savunma duvarı olan bariyere indirdi. Gerçekten kızmıştı kızıl kürklü hayvan. Kendini sakınmadan, var gücüyle sürüsünün gururuyla oynayan kalkanın üzerine yüklendi. Bir, iki derken, rengini kaybeden kalkanın üzerinde bazı çatlaklar göze çarpmaya başladı. 

 Yırtıcı sürüsü keyifle uluyor, genç Mel ise kaderin ona sunduğu sonu beklerken korkudan ağlıyordu. Son bir pençe darbesiyle dağıldı bariyer. Şimdi, büyük başını oyuğun içine sokmuş Kızıl Kürklü Yırtıcı ile avı arasında hiçbir şey kalmamıştı. Lütfen çok acıtmasın, lütfen çok acıtmasın diye dua eden Mel, gözlerini sıkıca kapatmış, sadece acı çekmeden ölmeyi diliyordu. 

 İsteğinin mümkün olamayacağı, aralarından salyalar akan dişlerini öne çıkarmış sürü liderinin onun bacaklarına saldırmasından belliydi. Kızıl Kürklü Yırtıcı, küçük çocuğu diri diri yemek istiyordu. Bu, bariz olanı geciktirmekten öteye gitmeyen bir eylem olsa da av için acı dolu dakikaların onu beklediği anlamına geliyordu. Kızıl Kürklü Yırtıcı’ nın pis kokan nefesini yüzünde hisseden Mel, korkudan titremeye başladı. 

 Onun aksine, yırtıcı sürüsünün sesleri ormanı inletiyordu, adeta liderlerinin kahramanlığı için şarkılar söylüyorlardı. Bulutlar Ay’ın önüne set çektiğinde, çok uzak mesafelerden bile duyulabilen bu gürültü bir anda kesildi; bunun tek bir anlamı olabilirdi, o da liderin avın işini bitirmesiydi. 

 Hayat, alışılagelmiş olayların tekrarından ibarettir çoğu zaman ama bu gece, zayıflığına aldırmadan cesur yüreğini karanlık ormana taşıyan çocuğun ölmesi gereken bu gece, öyle olmadı. Kızıl Kürklü Yırtıcının keskin dişleri Mel’ in cılız baldırlarına değmek üzereyken, koca hayvan sanki donmuşçasına bir milim bile kıpırdayamaz hale geldi. 

 O bu durumdayken, dışarıdaki sürüsü kaosu yaşıyordu. Uzun süre kalkanı pençeleyen kırk yırtıcı oldukları yerde çöktüler. Neredeyse toprakla bir olmuş, korkudan titriyorlardı. Kalan yaratıklarsa, dünya üzerinde nefes almak gibi bir ayrıcalığa sahip değillerdi. 

 Ağızlarından son çıkan şey, kanlı köpükler ve kısa bir soluk oldu. Mutlak sessizliğin hâkim olduğu anlarda, sadece zayıf bir ayak sesi duyuluyordu; ne hızlı, ne de yavaş. Göğü inletmiyor veya yeri sarsmıyordu ama gece boyunca vahşilikleriyle dehşet saçan bütün yırtıcılar, süt dökmüş kediye dönüyordu. 

 “Mel, korkma ben geldim!” 

 Birkaç katı büyüklüğünde bir yaratıkla beraber küçük oyuğun dibinde sıkışan ve heykele dönmüş olan çocuk, ilk başta duyduklarına inanamadı. 

 “Mel, her şey geçti!” 

 Onun sesiydi bu! Dedesi onu kurtarmaya gelsin diye defalarca dua etmişti ama bunun gerçekten olabileceğine içten içe kendisi de inanmıyordu. Duydukları rüya mıydı? 

 “Dede, dede!” 

 Mel’ in buzları çözüldü. Kalan son gücüyle, günlerdir hasretini çektiği yaşlı adama koşmaya başladı. Ne Kızıl Kürklü Yırtıcı’ yı, ne de etrafa dağılmış diğer cesetleri gözü görmedi. Her adımda sallanmasından belli ki zaten koşmak dışında başka bir eyleme ayıracak enerjisi de kalmamıştı. İhtiyarın ona açtığı kollara kendisini bıraktığı gibi bayıldı. Son birkaç günün stresine eklenen ölüm korkusu, zayıf bedenini harap etmeye yetmişti. 

 “Seni inatçı velet! O salakların yalanına inanmayacağını biliyordum ama bu kadar ileri gitmek! Neden senden ayrılamadığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum!” 

 Paha biçilmez bir gülümseme, ihtiyar adamın kontrolden çıkmış sakalı ve bıyığının arasından zar zor seçildi. Sözlerini tamamlayınca eliyle yüzünü yokladı; kırışıklıklarının, derin izlerin arasında küçük bir yolculuk yaptı. 

 “Ne zamandır böyle gülmedim acaba?” 

 Kendi kendine söylenen ihtiyar, küçük çocuğu kucakladı. Mel sırtındaki yerini aldığı an gözleri, görenlerin kanlarını donduracak bir soğukluk yaymaya başladı. 

 “Bir anlaşmamız vardı! Siz, yaşadığım köyün halkına zarar vermeyecektiniz, ben de doğal yaşamınıza karışmayacaktım!” 

 İhtiyar adamın sözleri havadaki gerginliği bıçak gibi kesip attı. Buna karşılık Kızıl Kürklü Yırtıcı af dilercesine uluyabildi sadece. 

 “Ben çok basit bir adamım. Sözlerimi tutar, sevdiklerimi korurum!” 

 İhtiyar adam, geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Gün ışıkları yavaş yavaş kendini gösterirken, bu gece sadece sözler değil, birçok şey son buldu. Sırtındaki çocuğu uyandırmamak için koşmadan ama hızlı bir şekilde köye yürüdü. 

 Ormanın içi ve hava hala karanlıktı ama yürüdükleri yol boyunca hiçbir canlının izi yoktu. Gece avlanan canlılar sanki yok olmuşlardı, sadece ağaçların dallarının hışırtıları yaşlı adamın adımlarına eşlik ediyorlardı. Gülümsemesi silinmiş olsa da yaşlı adamın yüzünde huzurun izleri kaldı, ta ki burnuna bir koku takılana kadar. Durdu, arkasını döndü ama birkaç derin nefes çektikten sonra yönünü yeniden köye doğru çevirdi. 

 “Rüzgâr karşıdan esiyor, bu yönden bir şey gelmemesi lazım!”

   O an koşmaya başladı, koku git gide keskinleşiyor, buna ağlamaların ve can havliyle yapılan haykırışların tınıları eşlik ediyordu. Yaşlı adamın yanakları gözlerinden taşan damlacıklarla ıslanmaya başladı, galiba neler olduğunu biliyordu. 

 “Hayır, olamaz! Yine aynı şey başıma gelmiş olamaz!” 

 Hızını arttırmış olan adam kulübesine ulaştı. Her zaman durduğu yerden bir süre köyü izledi ama gördüğü manzara karşısında daha fazla konuşamadı. Kendi evi de dâhil olmak üzere, bütün yapılar ateşe verilmişti. Elinde silahlarla koşuşturan bir takım insanlar, yıllardır tanıdığı köylülerin ölü bedenlerine eziyet etmekteydiler. Gördükleri şeyler Mel’i uyandırdığındaysa, söyleyecek bir sözü yoktu yaşlı adamın. Zavallı çocuk olan bitene bütün çıplaklığıyla şahit oldu. 

 “Dede, neler oluyor? Rüyada mıyım ben?” 

 Şoka girdi Mel, gözleri görse bile beyni yaşananların gerçek olamayacağını inandırmak için çabalıyordu. Donuk bakışlarla babasının kesik başını ve annesinin evlerinin önündeki cansız bedenini izledi.  

 “Baba! Anne!” 

 Mel, yeniden bayıldı. Cılız bedenini ayakta tutmayı başaramadı. Bu sefer, ihtiyar onu sırtından alıp güzelce toprağın koynuna bıraktı. Yüz adım ileride süren vahşet karnavalının ateşleri artık Mel’i yakamıyordu.  

 “Patron bak! İki tane daha koyun geldi!”
 

 Katliam ve yağmanın merkezinde duran iki kişiden kısa olanı, iri yarı adamın kulağına doğru heyecanla fısıldadı. Yaşlı adam fıldır fıldır dönen gözlerinden kaçamamıştı ama yanındaki kişi bu haberden pek memnun değildi. 

 “Değil iki, iki yüz tanesi daha gelse sinirimi yatıştıramaz. Para edecek hiçbir şeyi olmayan bu sefillerin, kanlarını içsem doyamam!” 

 Terslenen adam yılmadı, ellerini ovuşturarak lafa girdi.  

 “En azından, çetenin geri kalanı kendine bir eğlence buldu patron. Sen hiç merak etme, bunun gibi birkaç yer daha yağmaladıktan sonra içsel enerjini kullanmanı sağlayacak o mucizevi hapı alabileceğiz!” 

 Saçları tek tek sayılabilecek kadar seyrek olan kısa boylu adamın ağzındaki çürük dişler ortaya çıktı. Vahşi hayvan kürkünden pelerini sabah yeliyle dalgalanan iri yarı adam, duyduklarının ardından biraz sakinleşir gibi oldu. 

 “Gidin, şu ihtiyarın ve yanındaki piçin kellesini bana getirin!” 

 Liderin yüzünün değişmesini sözlerinin onaylandığına yoran adam, daha fazla yaltaklanmak için emrini verdi. Beş kişiden oluşan küçük bir takım, atlarını köyün çıkışındaki yıkık kulübenin yanında duran iki kişinin üstüne sürmeye başladılar. Hızlarına bakılırsa, arkadaşları eğlenirken onların bu çerezlerle vakit kaybetmeye niyetleri yoktu. 

 Silahlarını ellerine almadılar, hedefin üstünden geçeceklerdi.  Yaşlı adamın da eli boştu ama kemiklerinden bazı sesler geliyordu. İşaret ve orta parmakları birleşerek diğerlerinden ayrılıyor, aynı şekilde yüzük parmağı da serçe parmağına kaynamış gibi görünüyor. Yaşlı adamın beş parmağa sahip elleri, üç keskin parmağı olan bir ejderha pençesi formunu aldılar. Atlıların yanlarına gelmeleri uzun sürmedi. Yaşlı adam, on nefes geçmeden küçük grubun başını çeken kişinin atıyla göz göze geldi. 

 “Geber!” 

 Artık birer ölü olmayıp gerçekleşen olayı görebilselerdi, köylülerin ağızları şüphesiz açık kalırdı. Saçı sakalına karışmış, bitik görünümdeki yaşlı adam, kendisini ezmek için şaha kalkan atın üzerine doğru sağ elini hafifçe salladı. 

 Bu hareketten sonra ses yoktu, keskin bir silahla dilimlenmiş gibi yere düşen at ve binicisinin bedenleri vardı. İhtiyar ileri adım attı, iki elini önünde çaprazladı ve ardından savurdu. Birkaç saniye sonra dörtnala koşan atlıların bedenleri parçalara ayrıldı. 

 “Kimsin sen?” 

 Olan bitene ilk tepki, yüz kişiden fazla bir kalabalığa liderlik eden adamdan geldi. Sinirden gözü seğiren eşkıya lideri, içini kaplayan karanlığın verdiği tedirginlikle bağırdı. 

 “Adımı bilmeye ihtiyacın yok! Sen ve adamların artık ölüsünüz!”

 “Saldırın! Yok edin!” 

 Eşkıyaların Lideri emrindeki bütün adamları köyün çıkışına yönlendirdi. Korkmuştu, dört adamının göz açıp kapayana kadar ölmesi olacak iş değildi. Diğer taraftan İhtiyar adam bakışlarını köyün üzerinde birkaç saniye gezdirdikten sonra konuşmaya başladı. 

 “On sene boyunca sizinle beraber yaşamama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Her zaman olduğu gibi yine değer verdiklerimi korumayı başaramadım ama endişe etmeyin, arkada bıraktığınız bu çocuğun sonu sizin gibi olmayacak!” 

 Sözlerini bitirmesiyle beraber ateşler içindeki köye baş selamı veren ihtiyar, derin bir nefes aldı. Kollarını bedeninin önünde daire oluşturacak şekilde çevirmeye başladı ve pençeye dönüşen ellerinin üzerinde koyu yeşil parıltılar belirdi. Sağ elini geriye çekti, gözlerini kıstı, yavaşça yukarıdan aşağıya doğru bir savuruş gerçekleştirdi.

 Atı binicisiyle beraber doğrayan hamleye benziyordu ama etki alanı çok daha büyüktü. Köyün olduğu yerde artık üç büyük kanal vardı. Uzunlukları, ihtiyarın durduğu yerden başlayarak en az bin adım mesafeye kadar uzandı. 

 Bu sefer yer sallandı, hareketin yarattı rüzgârın etkisiyle ne varsa parçalanarak havaya karıştı. Köyden kalkan kanlı sis fırtına içinde sadece bir parça rengini göstererek kayboldu. Yakınlarda yarattığı etki muazzamdı ama ihtiyar bunun sadece gözlerinin önündeki alanla sınırlı kalmayacağının bilincindeydi. 

 Uzaklarda, milyonlarca adım uzakta, binlerce mum tarafından çevrelenmiş kristal tabutun etrafındaki ışık bir anda kayboldu. Sönen mumlarla beraber, tabutun içinde yatan adamın gözleri aniden açıldı. Etrafında toplanan insanlar onu izlerken sadece tek bir kelime söyledi ve ardından gözlerini yeniden yumdu. Mirasçı. 

 Dünya değişimin eşiğindeydi, sadece birkaç yüz insan bunu bilse de diğerleri değişimin yaratacağı fırtınada savrulmak zorunda kalacaklardı. Ertesi gün, gece yaşanan vahşetin çok uzağında, her tarafı bitkilerle sarılmış derin bir vadinin içindeki mağarada, sırtını duvara yaslamış bir adam ve dizlerine yatan çocuk uyuyorlardı. 

 Burası, daha önce Mel’ in sığındığı küçük oyukla kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Birkaç adam boyuna ulaşan tavanı, karanlığın aydınlanmasını sağlayan parlak taşlarla kaplıydı. İçerisini aydınlık bir hale getiren bu özelliğinin yanında, sanki çiçek bahçesindeymiş gibi insanın tüm iyi duygularını harekete geçiren bir koku karnavalı yaşanıyordu. Gerçekten etrafta çeşit çeşit çiçek vardı ve ortalarından akan küçük derenin berrak sularıyla beslenen topraklarda yükseliyorlardı. 

 “Uyandın mı?” 

 Yaşlı adam, kafasını dizine yaslamış olan çocuğun gözlerini açtığını bilse de soruyu sormadan duramadı. 

 “Dede! Annem, babam, bütün köy!” 

 Mel, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Yaşananların bir rüya olmasını umarcasına bunca zaman uyudu ama şimdi gerçekliğe döndüğünde, her şeyin zaten yaşanmış olduğunu acı bir şekilde anladı. Yaşlı adam konuşmadı. Duygularının göz pınarlarını kurutana kadar ağlamak zorunda bıraktığı çocuğun, hüznünü sapına kadar yaşamasına izin verdi. Zaman kavramı mağara içinde anlamını yitirmiş gibi olsa da epey bir süre sonra cılız çocuk sakinleşti. 

 “Mel, küçük yaşında bunlara şahit olduğun için çok üzgünüm. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu bu kadar erken anlamana gerek yoktu.” 

 Mel, yaşlı adamın sözleri bitince titreyerek gözyaşlarını akıtmaya devam etti ama bu kez bedeni ona izin vermiyordu. Ne gözlerinde yaş ne de gücü kalmıştı. Yaşlı adam da beklemedi, ayağa kalkarak elini Mel’e uzattı. 

 “Yapmam gereken son bir görevim ve bunu tamamlamak için de sana ihtiyacım var ufak adam! Benim varisim olur musun?” 

 İhtiyarın tavrı netti. Mel korkudan bir kenara sinmiş kedi yavrusu gibi bakarken, duruşunu bozmadı. Çocuğun yanıtını beklerken bir ağacı anımsatıyordu. 

 “Dede, bu iyi bir şey mi?” 

 Mel’in hiçbir şey anlamadığı çok belliydi. Bunun için onu kimse suçlayamazdı. Bir gün içinde birçok farklı duyguyu deneyimleyen çocuk, vereceği karar için yanındayken güvende hissettiği dedesine güvendi. 

 “Evet! Hatta senin için en iyisi.” 

 Cevap yeterli geldi. Kafasını kabul ettiğini belli edercesine sallayan küçük çocuk, şimdi yeniden dedesinin dizlerine yatarak uykuya daldı. Yaşadıklarının yarattığı yıkım muazzamdı, yaşlı adam onu kollarına aldı ve mağaranın ortasından akan suyun içine girdi.  Mel’in yüzündeki kaslar gevşedi, soluk soluğa atan bir kalp gibi kasılan bedeni rahatladı. 

 O farkında olmasa da zaman aktı; uyandığında, dedesiyle beraber ilk defa gördüğü bir yerdeydi. Birkaç mumun aydınlattığı küçük bir odanın ortasında, yüksek taş sunağın üstünde bağdaş kurmuştu. Mel, tam karşısında duran dedesine baktığında belki de ilk defa onun yüzünden irkildi. İhtiyarın bileklerinden akan kanla ıslanan ellerini ve yaşlı adamın bedenindeki kesikleri görünce çığlık attı. 

 “Dede, ne oldu sana?” 

 Harap haline rağmen, ihtiyar adam gülümsüyordu. Dayanamadı Mel, ona yardım etmek için elini uzattığı ve kolunun daha önce görmediği sembollerle kaplandığını gördü. Sadece kolu değil, bütün bedeni semboller ve işaretlerle kaplıydı. Tenini kaplayan şeylerim rengi, çizilmek için ihtiyarın kanının kullanıldığının kanıtıydı. 

 “Başla!” 

 Vücudunu inceleyen çocuk, alnına değen dedesinin eliyle beraber, kükremesini de aynı anda hissetti. Bir an sonra her yer ışıklara boğuldu. Bağdaş kurmuş bedeni bir uçurumdan aşağı düşmeye başladı. Serbest düşüş hissiyle kendinden geçen Mel’ in bu hali uzun sürdü. 

 Sarhoş gibiydi, dedesinin kaybolmasıyla başlayan ve bütün köyün katledildiğini görerek zirve yapan duygular, bir yılanın deri değiştirmesi gibi ondan ayrılıyorlardı. Gün boyu başını dik tutamamasını sağlayan ne varsa siliniyordu. Hem bedeni hem zihni buz tutmuş bir gölün yüzeyini kıskandıracak kadar pürüzsüzdü. Bu halde sonsuza kadar yaşayabilirdi ama iki ayağı yere değdiği an gözlerini açtı ve kendisini dev bir tapınağın önünde buldu. 

 “Dede neredesin?” 

 İlk sözleri bunlar oldu. Mermer sütunlar üstünde yükselen bir çatıya sahip tapınağın neredeyse göğe varacak kapısının önünde beklerken, ihtiyar adamı merak ediyordu. Arkasını döndüğünde yüzlerce merdivenin sonundaki sis gördü sanki bir boşluğun içinde yüzüyorlardı. 

 “Mel, içeri gir!” 

 Daha fazla beklemedi Mel. Tanıdık sesi duyduğu an karanlığın içine adımını attı. Görünüşün aksine içerisi aydınlıktı ve ilk göze çarpan şey,  taş kaidenin üstüne vuran dedesinin gölgesi oldu. Mel, sesin yakından geldiğine emindi, tek dayanağı olan dedesini görmek için başını çevirdi. 

 “Sen de kimsin? Dedem nerede?” 

 Ona seslenen kişiyi görünce, Mel bir sürprizle daha karşılaştı. Her gün beraber vakit geçirdiği saçı başı karışmış ihtiyarın olması gereken yerde bambaşka biri vardı. Uzun saçları başının arkasından özenle örülmüş, siyah bir ejderhanın göğe yükselmesinin işlendiği görkemli yeşil cübbesinin içinde dimdik duran, keskin bakışlı genç bir adam vardı. 

 “Benim, daha doğrusu yüzlerce sene önce olduğum kişiyim! Sakın korkma, ayin bittiği zaman her şeyi anlayacaksın! Yürümeye başla ve yeni kaderini kucakla küçüğüm!” 

 Devasa duvarın içine oyulmuş boşluktaki kaidenin üstünde duran adamın cesaretlendirmesiyle, yavaşça ileri doğru yürümeye başladı Mel, birkaç on adım sonra onu karşılayan başka bir oyuğa kadar da durmadan ilerledi. Geniş koridorun duvarları, tapınağın girişiyle yarışırcasına insanın gözünü alacak kadar parlak mermerlerle donatılmıştı. 

 Giriş ve duvarların aksine Mel’ in yürüdüğü yol ise kendi kendine oluşmuş bir taş patika kadar bakımsız görünüyordu. Bu çelişkinin yarattığı şaşkınlıkla yere bakarak yürüyen çocuk, bir an donup kaldı. Yüzüne vuran sıcak hava sonrası, ellerini korkuyla başının üstüne kaldırdı Mel. 

 Onu çeken bir girdaba yakalanmış gibi dönüp kaidenin üstüne baktı cılız çocuk, orada saçları esen rüzgârda dans eden, güçlü bakışlarıyla adeta dünyaya meydan okuyan gözlere sahip bir heykel vardı. Az önce kendisini korkuyla hareket ettiren hissiyatın kaynağı heykeldi, gerçekten yakmasa da kaidenin olduğu yerden insanın içine korku düşüren bir enerji fışkırdı. 
 “İlerlemeliyim, dedemin sözünü dinlemek zorundayım!” 

 Kendi kendini motive ederek yola koyuldu Mel, bu yolculukta geride bıraktığı iki oyuk gibi yedi tanesine daha rastladı. Dokuzuncu oyuktan sonra bir başkasını beklerken bu sefer sadece uzayıp giden yol vardı, başlangıçtan beri yürüdüğü mesafe kadar ilerledi ama karşısına bir şey çıkmadı.

 Dokuzuncu kaideden sonra koridor da tamamen değişti, duvarların eski parlaklığı yoktu beceriksizce oyulmuş bir mağara duvarını andırıyorlardı. Yol ise öyle bir parlıyordu ki Mel gözlerini kısmadan bir adım dahi atamayacak hale geldi, aniden her şey yer değiştirmiş gibiydi. Nihayet yolun sonuna vardığında, öncekilerin en az on katı büyüklüğünde bir heykel onu karşıladı. 

 Her hattı zarifçe işlenmiş, onu görenlerde hayranlık duygusu uyandıracak kadar görkemli bir heykeldi. Üzerinde durduğu devasa kaide, ona yaraşır bir biçimde yapılmıştı, süt beyazı gövdesine oyulmuş en ufak figür dahi üst düzey bir zevkin ürünüydü. Kendine hâkim olamadı on bir yaşındaki Mel, açık denizde oluşmuş bir girdabın pençesine düşmüş gemiler gibi heykelin yanına çekildi.   

 Heykelle arasında bir adım kalmıştı, küçük çocuk bir elin başını kavradığını hissetti. Hemen geri çekilmek istedi ama ne çare, onu yakalayan el değil kaçmak, bir milim dahi kıpırdamasına izin vermedi. 

“On ömür, on hayat
  Onu bir araya getirecek.
  Onun sayesinde
  Kehanet gerçekleşecek.” 

 Beyninde yankılanan sözler sonrası, Mel bedenine akan enerjinin sarhoşluğuna kapıldı. Saf mutluluktu damarlarında dolaşan, ona yeniden doğmanın verdiği hazzı yaşattı. Yolun başında ayrılan siyah saçlı genç adamda, en az onun kadar keyifliydi. Kaidenin üstündeki ayakları hızla taşa dönerken, yüzündeki gülümseme bir nebze olsun eksilmedi. 

 Mel ’in girdiği durumdan çıkması için uzun sayılabilecek bir süre geçmesi gerekti, bedenine çizilmiş sembollerin etinden içeri işlemesi beş gün sürdü. Küçük çocuk uyandığında, dedesiyle beraber bağdaş kurdukları küçük sunakta tek başına olduğunu keşfetti. Yaşlı adamın kanlar içinde durduğu yerde, bir mektup, bir yüzük ve bir madalyon vardı. Uzun bir rüyadan uyanıp gördüğü manzara karşısında, eskisine nazaran biraz daha soğukkanlı davrandı. Önce, yıpranmış kâğıdın üzerine yazılmış mektubu okumaya başladı. 

 “Varisim Mel’e

 Hakkımda bilmediğin birçok şey var ufaklık, bunları sana zaman içinde sırayla anlatmak isterdim ama ne yazık ki kader işlerin böyle olmasını istedi.  

 Adım Drago, dünyanın beni tanıdığı isim ise Mercan Gözlü Yeşil Ejderha’dır. Bu sırrımı iyice sakladığını emin ol, yoksa insanlar ilk fırsatta gırtlağını kesmek isteyecektir.

 Ben, yüce atamızın dokuzuncu mirasçısıydım. Seni ardılım olarak seçerek görevimi tamamladım ve ebedi dinlenişe geçtim.

 Üzülerek söylüyorum ki sana büyük bir fırsatla beraber bütün dünyanın nefret ve düşmanlığını miras olarak bıraktım. Bizler özel insanlarız Mel, bana gelene kadar iyice seyrelmiş olsa da hepimiz damarlarımızda ejder kanının özünü taşıyoruz.

 Bize güç, bilgelik, asalet ve kimsenin sahip olamayacağı kadar fazla yaşam kuvveti veriyor, beceriksiz dedenin yüzlerce seneyi aşkın ömre sahip olmasının tek nedeni buydu ufaklık.


 Tabii ki mirasın yüklemiş olduğu sorumluluklar bulunuyor çocuğum, bir ejder kanı mirasçısı savaşırken asla silah kullanmaz. Bedenini korumak için insanların yaptığı zırhlara bel bağlamak, onu sadece utanç içine düşürür.


 Önceki dokuz öncülün gibi savaşırken sadece sana bahşedilmiş üstün bedenini kullanacaksın. Bunun ne kadar büyük bir prensip olduğunu, zamanla kavrayacağına eminim.

 Bizler dünyanın geri kalanı gibi ruh gücümüzü geliştirmeyiz, dünyadaki enerji zaten bizimdir. İhtiyacımız olduğu zaman gerekeni alır ve kullanırız, göklerin mağrur hükümdarı olan ejderhaların tabiatı bunu gerektirir.

 Daha önce dediğim gibi sana kalan mirasa kadar yüce atamızın kan çizgisi her seferinde biraz daha seyreldi ama sakın üzülme, hâlâ her şey sadece senin ne kadar azimli olduğuna bağlı.Kabul ayinin yapıldığı tapınağı hatırla Mel, orası başladığın uzun yolculuğunda sana güç verecek yegâne yerdir.

 Aklından geçenleri tahmin edebiliyorum, daha nerede olduğunu bilmediğin bir yerin sana nasıl yardımcı olacağını düşünüyorsundur şu anda.

 Enerji Sarayı senin içinde Mel, yüce atamız ve benim de dâhil olduğum mirasçıların enerjileri orada mühürlü bir halde seni bekliyor.

 Ayin sırasında sahip olduğum enerjinin sadece yüzde otuzunu sana verebildim ancak mirasımı tamamen alman senin için hiç zor olmayacak.

 Geride bıraktığım yüzük, içinde bir uzaysal boşluk barındırıyor. Orada, enerjimi ve bilgeliğimi nasıl ele geçireceğini anlatan detaylı bir kılavuz bulacaksın.

 İçinde bulunduğun mağara, etrafımızdaki vadi sadece senin için var, umuyorum ki üç sene içerisinde benim ulaşabildiğim aciz seviyeye erişebileceksin.

 Sakın hedefini sadece benim ile sınırlama ufaklık. Bir Ejder Kanı Mirasçısı olarak tek amacın, öncüllerinin enerjilerini toplayarak yüce atamızın seviyesine erişmeye çalışmak olmalı.

 Bu yolda yürümek, beklediğinden de zor olacak. Bilmelisin ki dünyanın şu andaki hâkimi ruh geliştiren dövüş sanatçılarıdır.

 Onlara kim olduğunu belli edemezsin, yoksa damarlarındaki ejder kanı mirası ve eşsiz bedeninin barındırdığı sırları ele geçirmek için canını alırken bir saniye bile düşünmezler.

 Benim mirasımı tamamlayana kadar sürekli düşük profil tut, insanların bedeninde özel bir şeyler sakladığın konusunda şüphelenmelerine izin verme.

 Öldürme döngüsüne girmemiş kimseyi öldürme. Senden son isteğim budur ufaklık, varisim olarak saygı duyacağını ümit ediyorum…” 

 Mektubu okumayı bitirdiğinde, o korku dolu gece neler olduğunu, köyün dibinde içi vahşi yaratıklarla dolu bir orman varken, nasıl huzur içinde yaşadıklarını tamamen anladı. Hepsi, köyün bir yük olarak gördüğü yaşlı adam sayesindeydi, onu ve diğer insanları gölgelerin ardından koruyan kişi oydu. 

 Mektubun yanındaki yüzüğe uzandı, metalin eline değmesiyle beraber parmaklarının ucundan cılız bir enerji yüzüğün içine akıverdi. Gözlerinin önüne başka bir dünya geldi, burası büyük bir boşluktu. İçerisinde göz alabildiği kadar kitap, devasa raflara dizilmiş kil çömlekler ve parlak kutular vardı. 

 Gösterişsiz fakat bir o kadar ilgi çekici bir masa da bu büyük boşluğun içindeydi. Üstünde, tam ortasından ikiye açılmış büyük kitapla beraber, mürekkebin içine batırılmış halde bekleyen beyaz bir tüy gözüne çarptı. Açık sayfanın üzerinde, büyük bir başlık olarak Ejder Pençesi yazmaktaydı. Mel gözlerini aşağı doğru kaydırdığında, tanıdık bir el yazısı ile karşılaştı. 

 “Mirasçı

 Ben, aciz Drago’nun sana bırakabildiği tek dövüş tekniğinin adı budur. Ellerin yüce atamızın eşsiz bedeninde olduğu gibi, birer ejderha pençesine dönüşerek yoluna çıkan düşmanlarının ölümü olacaktır.

 Kitabın ilk sayfasından itibaren, bütün mirasımı almak için yapman gerekenler harfi harfine yazmaktadır. Sıkı çalış, benim ve öncüllerimin yapamadığını başarıp, atamızın seviyesine erişen ilk adam ol!” 

 Her ne kadar yaşadığı değişimle beraber algı düzeyi yükselmiş olsa da olanları sindirmesi için bir miktar zaman gerekti. Sadece gününü geçiren köylü çocuğuyken, şimdi dünyanın düşmanlığını kazanmış bir geleneğin mirasçısı olmuştu. Son emanet olan madalyonu da alarak boynuna takan küçük çocuk, içinde bulunduğu küçük odanın taş kemerle süslenmiş kapısından gelen zayıf ışığa doğru yürümeye başladı. 

 Çok sürmeden, tavanı parıldayan taşlarla süslü mağaranın içindeydi. Anlaşılıyor ki onun Mirasçı olarak adlandırılmasını sağlayan ayinin yapıldığı oda, aslında büyük mağaranın küçük bir bölümüydü. 

 “Bahar Şakayıkları ne kadarda güzel açmışlar!” 

 Mel çiçek bahçesinin içinden geçerken, taç yaprakları rengârenk açmış bir çiçeğin adını mırıldandı. İstem dışı yaptığı bu hareketin sonucu olarak, küçük çocuk olduğu yere çakıldı. 

 “Ben, bu bitkinin adını nereden biliyorum?” 

 Soru gayet basitti, daha önce hiç görmediği bir şeyin adını nasıl bilebilirdi? 

 “Etkileri, kullanım alanları, yetiştirme yöntemleri, tepkiye girebileceği bileşenler! Neler oluyor bana böyle?” 

 Çok şaşkındı, sadece isim olsa belki bu kadar tepki göstermezdi ama bitki ile alakalı her şey şu anda beynine akın ediyordu. Kendi etrafında bir tur dönüp dört bir yana dağılmış çiçeklerin üzerinde bakışlarını gezindirdiğinde Mel hayretle bağırdı. 

 “Bütün bitkileri tanıyorum, inanılmaz bir şey!” 

 Gördüğü bitkiler hakkındaki bilgileri en ince ayrıntısına kadar biliyor ve sanki onlar kendisinden bir parçaymışçasına hissediyordu. 

 “Drago dedenin mirası düşündüğüm gibi sadece güçle sınırlı değil sanırım, onun sahip olduğu bilgilerde benim hafızama transfer oluyor.” 

 Olan gerçekten de buydu, Mirasçı olmanın gerçek anlamı bir önceki nesle ait olan her şeyi sınırlama olmaksızın ele geçirmekte yatıyordu. 

 “Ben, şimdi ne yapacağım?” 

 Mırıldanarak bir süre sakince durdu, ardından yüzüğün içindeki kitap ellerinde belirdi. Kitap, küçük çocuğun tek eliyle tutamayacağı kadar büyüktü, onu mağaranın içinde ilk uyandığı yer olan taş sunağa kadar taşıyarak okumayı uygun gördü. 

 “Hâlâ mağaranın içindeysen, bil ki burası tamamen senin için inşa edilmiş bir yerdir mirasçım!” 

 Mel henüz ilk cümleyi okumuştu ki gözyaşları sel gibi akmaya başladı. Bunlar, dedesinin sözleriydi ve artık her gün onu yıkık kulübenin yanında beklemeyecekti. Kader yollarını kesin olarak ayırmıştı, sadece bu kitaba yazdıklarını okuyarak ona yakın olmanın nasıl bir his olduğunu unutmamaya çalışacaktı. 

 “Mirasımın henüz küçük bir bölümünü alabildin, umuyorum mağarayı ve vadiyi kullanarak Sığ ve Derin mirasıma ulaşabilirsin.

 Aklın mı karıştı bu terimlerden? Varis olarak bir önceki neslin mirasını almak istiyorsan, üç aşamalı bir yolculuğa çıkman gerekecek. Sığ, Derin ve Dip miras olarak üçe ayrılmış enerjiyi tamamen özümseyebilirsen, öncülünün mirasını kazanmış olursun.

 Mağarada botanik konusunda kendini geliştirmen için gereken malzemeler ve ortam hazır halde bekliyor, yüzüğün içindeki kil çömlekler de bu konuda sana yardımcı olacak nesnelerle doludur.  

 Vadi ise dövüş kabiliyetin için kullanman gereken bir yer, her seviye vahşi yaratığı içerisinde bulabilirsin. Başlarda, mağaranın etrafından pek ayrılmamanı tavsiye ederim, buradan korktukları için belli bir seviyenin üstündeki yaratıklar yanına yanaşamazlar.

 Biliyorum, yazdıklarımı tedirgin ve ne yapacağını bilemez bir halde okuyorsun ama sana her şeyi ben anlatamam Mirasçım.

 Şimdi, kendini ve çevreyi keşfetme zamanıdır, git ve yaşa!” 

 İlk sayfa bu sözlerle son buldu, başlangıç için gerekli olan açıklamaları alan Mel işe mağaranın içinde dolaşmakla başladı. Drago burada uzun yıllar geçirmiş, hazırlıkları bizzat kendisi yapmıştı. Küçük çocuk dedesi yanındaymış gibi her taşa, her çiçeğe dokunarak yürüdü. Nemli toprağın üstüne bedenini bırakarak gözlerini yumdu. 

 Uzun süre yarı uyur vaziyette zamanın akmasını gözlemledi Mel, değişik bir meditatif durumun içine girdi. Bitkilerin köklerinden, kendi derisinin üstündeki gözeneklere doğru bir enerji akışı olduğunu hissetti. Derisinden kanına, oradan etine ve kemiğine işliyordu. 

 Emilen enerji o kadar sakin ve uysaldı ki genç çocuk sıkıntıya düşmeden kucak açabildi ona, sanki bitkiler kendi hür iradeleriyle enerjiyi Mel’ in özümsemesi için sunuyorlardı. Muhteşem bir histi, bir süre sonra enerji akışı kesildiğinde Mel gözlerini açmak zorunda kaldı. 

 Küçük çocuk tadı mutluluğa benzeyen bu durumdan çıkmak istemedi, tekrar gözlerini kapatarak bitkilerden enerji almaya çalıştı. Şimdi, topraktan bedenine gelen enerji az önceki kadar rahat akmıyor gibiydi, derisindeki gözeneklere geldiğinde ise küçük çocuk acı içinde kıvranmaya başladı. Enerji artık rahatlık veren değil de onu acı içerisinde kıvrandıracak bir formdaydı. Hemen uyanarak ayağa fırladı genç Mel. 

 “Neler oluyor? İlk seferinde her şey çok kolayken, neden bedenime bıçaklar saplanıyor gibi hissettim?”  

 Acının yanında bir parça suçlulukta duydu küçük çocuk, ne olduğunu bilemese de bu hisler gelip kalbine oturdu. 

 “Öldürme döngüsüne girmemiş hiçbir şeyi öldürme!” 

 İçinde yankılanan sesi duyana kadar durum bu şekilde devam etti, Drago’nun son vasiyetini onun sesiyle işitiyordu. 

 “Ben, bitkilere kötü bir şey mi yaptım?” 

 Panik içinde bağırdı Mel, bitki bahçesine baktığında korktuğu şeyin gerçekleştirdiğini gördü. Daha önce canlılık içinde arz-ı endam eden çiçekler ve bitkiler boyunlarını bükmüş, hayat enerjilerinin sömürüldüğünü belli edercesine renklerini kaybetmişlerdi. 

 “Özür dilerim, gerçekten böyle olacağını bilmiyordum!” 

 Panik içindeki çocuk bir sağa bir sola koşturuyor, emdiği enerjinin kocaman bir bitki bahçesini yok edebilecek kadar çok olduğunu düşünerek üzülüyordu. Neyse ki bitkiler yavaş yavaş eski hallerine gelmeye başladı, mağaranın içinden akan ırmağın sularıyla beslendikçe renkleri geri gelip, kokuları etrafa yayıldı. 

 Dönülmez bir hata yapmadığı anlayan Mel mağaradaki ikinci en ilgi çekici şeye, yani ırmağa bıraktı kendisini. En derin yeri belinin hizasına gelen bu akarsuyun kenarına yatarak sakinleşmeye çalışıyordu. Beklentisinin aksine gözleri bir anda açıldı, suyun içindeki uzuvları titremeye başladı. Daha bir saat olmadan, küçük çocuk yeri göğü delebilecek kadar enerjik bir hal almıştı, kendini suyun dışına attığı gibi mağaranın içinde deli gibi koşturdu. 

 Ha patladı ha patlayacak bir vaziyette yönünü bilmeden, kendini bir sağa, bir sola attı durdu. Bu şekilde, ana salondan ayrılarak mağara içindeki başka bir odaya vardı. Odaya girdiği gibi hareketleri yavaşladı, içinde kopan fırtınaların köpürttüğü dalgalar adeta bir dalgakırana çarpmış gibi dağılıverdi. Nihayet normale dönmeyi başaran cılız çocuk, tesadüf eseri geldiği yeri incelemeye koyuldu. 

 İlk dikkatini çeken, tavandaki ışıldayan kristallerdi. Mağaranın bu bölümü, aynı büyük boşluk gibi kristaller sayesinde aydınlanmaktaydı. İlk fark edilen bu olsa da en göze batan detay, büyük duvara oyulmuş gibi duran ejder pençesi iziydi. Eski ve kadim bir havası vardı, sanki çok uzun zamandır buradaydı bu iz. 

 Hızlı bir göz gezdirmeden sonra, Mel burasının dövüş antrenmanı yapmak için dizayn edilmiş bir yer olduğunu anladı. Ortadaki büyük boşluğun etrafı tahta, metal ve tanımlayamadığı maddelerden oluşan kuklalarla kaplıydı. İz olan duvarın tam karşısında, tavandan yere kadar kazınmış bir kitabe vardı, en üstünde Ejder Pençesi yazan bu kitabenin ne için olduğunu çok iyi biliyordu. 

 “Drago dedenin bana bıraktığı tek dövüş yeteneğini nasıl kullanacağım burada yazıyor, içimde bu kadar enerji varken hemen başlamazsam yazık olur!” 

 Sorumluluklarının farkında olarak mı böyle dedi yoksa sadece oyun olsun diye mi konuştu belli değildi ama Mel hayatındaki ilk dövüş eğitimine burada, diğerleri çalışırken peşinden dolaştığı dedesinin inşa ettiği mağarada başlayacaktı. Elini kitabede yazdığı şekilde üç parmaklı hale getirdiğinde görüntüsü karşısında epey utandı küçük çocuk, bununla etraftaki kuklalara zarar vereceğini düşünemiyordu bile ama içinde biriken enerji ona bunu denemesini söyledi. 

 Yavaşça talimatları uygulamaya başladı Mel, nefes alışverişini düzenlediği zaman bedeninin her tarafına eşit olarak dağılmış enerjinin usul usul sağ eline doğru ilerlediğini hissetti. Çok doğaldı sanki doğduğundan beri bu enerji onun damarlarında dolaşıyormuşçasına sakince vücudunda devir daim etti. 

 Elindeki enerji miktarı onu zorlamaya başladığında adeta pençesini savuran bir vahşi hayvan gibi saldırdı, en zayıf gördüğü tahta kukla hedefiydi. Öyle heyecanlandı ki sımsıkı kapattığı gözleri nedeniyle zor bela buldurdu hedefini. 

 “Başardım!” 

 Tahta kuklanın kopan kolu duvara vurduğunda, hayatında ilk defa bir şeylere saldıran Mel heyecanla bağırdı. Böylece savaşçılık yoluna ilk adımını atan cılız çocuk, kendine güveni gelene kadar buradan çıkmayı düşünmedi. İki gün boyunca kuklalara saldırdı. 

 “Gitgide daha iyi oluyorum ancak bu kuklalar sadece yerlerinde sabit durarak benim vurmamı bekliyorlar. Eğer hep burada kalırsam, dışarıdaki yaratıklara karşı kendimi nasıl koruyabilirim!” 

 Aklında dolaşan soruyla beraber yeniden mağaranın ortasından akan suyun içine girdi. Harcadığı enerjiyi kazanamayacak olsa da bedeninde biriken stresi burada kolaya atabiliyordu. Bu sırada bitkilerden enerji çekmeyi denedi küçük çocuk ama bu sefer çok temkinli davrandı. Bitkilerin ona kendi istekleriyle boyun eğmediklerini gördüğü an, ısrar etmeyip sadece doğru zamanı beklemeye karar verdi. 

 “Sanırım onların da ilk önce yeteri kadar enerji depolamaları gerekiyor, aksi halde canlılıklarına zarar vermiş olacağım!” 

 Aklını işgal eden düşünceler ve bedenini kaplayan rahatlama hissiyle kendinden geçti. Zayıf bedeni akan suyun üstünde yüzen bir yaprağı andırıyordu, eğer ince kollarıyla toprağı kavramasa şüphesiz akıntıya kapılarak savrulurdu küçük çocuk. Gözlerini açtığında, yoğun antrenmanla geçen iki günün yorgunluğu silinip gitmişti, kafası sakin, düşünceleri hiç olmadığı kadar berraktı. 

 “Dedem, bıraktığı mektupta içimde bulunan enerji sarayından bahsetti, nasıl bir yer olduğunu çok merak ediyorum, bunun için ayin sunağına gitmem gerekecek.” 

 Aldığı miras önce Mel’ in bilinç düzeyini etkiledi. Birkaç gün önce şaşkın ördek yavrusu gibi bir oraya, bir buraya savrulan küçük çocuğun aurası, büyük değişim gösterdi.

Kurulanıp elbiselerini giydiğinde üzerinde yeşil bir bornoz vardı, bel kısmından sıkı bir kemerle tutturulan bu kıyafet içindeyken, Mel sanki kraliyet ailesinin prenslerinden biri gibi görünüyordu. Sakince ayin sunağına oturan cılız çocuk, aklından gelip geçen düşünceleri bir süre izlemek zorunda kaldı. Kendisini sakinleştirip derin bir trans haline girmesi, uzun zaman aldı. 

 Neyse ki o artık eski Mel değildi. Dedesinin gücünü tamamen alamasa da ayinle elde ettiği enerji bu konuda bir yetişkin kadar becerikli olmasını sağladı. Bir süre sonra derin transa geçtiğinde, kendini bazı harabelerin ortasında buldu. Yıkılmış duvarlar, yerle bir olmuş kemerlerin görüntüsü onu şaşkına çevirdi. 

 “Bu ne böyle?”

 Anlaşılan içindeki Enerji Sarayı’nı hiç böyle hayal etmemişti, özellikle saray kelimesi sonrası beklentileri epey yüksekti. 

 “Ne bekliyordum ki? Henüz dedemin mirasının yarısını bile elde edememişken, nasıl olur da içimde görkemli bir saray yükselebilir?

 Arkasını dönüp sarayı çevreleyen dış duvarların bazı kısımlarını sağlam ve dimdik ayakta görünce, düşündüklerinin doğru olduğunu anladı. Burası, gerçekten onun Enerji Sarayı idi ve şu anki haliyle sadece sarayın dışındaki birkaç metre duvarı ayakta tutabiliyordu. 

 “Yıkıntıların kapladığı alana bakılırsa, tamamlandığında Enerji Sarayım görkemli bir hal alacak. Elimde bütün malzemeler mevcut, yapmam gereken daha çok güçlenip sarayı yeniden ayağa kaldırmak!”

 Trans durumundan çıktığında, beklentilerinin tersiyle karşılaşmış olsa da çok neşeliydi. İçinde devasa bir yapı mevcuttu ve ona düşeni yapabilirse olasılıklar sınırsız gibi görünüyordu. 

 “Bir gün tamamladığımda, Enerji Sarayım nasıl görünecek acaba?”

 Yeni oyuncağına kavuşmuş çocuk gibi Mel’ in de içi içine sığmadı, hemen kendisini kuklaların olduğu antrenman salonuna attı. Bu sefer sadece bedeninde miras kalan gücü kullandı, metal veya ahşap ayrımı yapmadan bütün kuklalar küçük çocuğun hedefiydi. 

 “Bütün gücümü harcarsam, enerji sarayım yıkılır mı?”

 Bir soru vardı aklında ve bunu çözmeden rahat hissedemeyeceğini düşündü, gücü tükendiği gibi kendisini yeniden Ayin Sunağın da buldu. Yeniden harabelerin içinde gözlerini açtığında derin bir oh çekti, sadece kendisine ait enerjiler sayesinde ayakta duran duvarlar, yerli yerindeydi. Eğer enerjisini her tükettiğinde sarayının bir bölümü yıkılsaydı, bu onun için büyük bir problem olurdu. Şimdi sadece tek bir problem kalmıştı o da ardıllarının enerjilerini kendisinin yapacak yöntemi bulmaktı. 

 “Şimdi, kendini ve çevreyi keşfetme zamanıdır, git ve yaşa!”

 Bu anlarda aklına dedesinin sözleri geldi. Her ne kadar bir temenni gibi dursa da, Mel onun için en doğru yolun bu olduğunu yüreğinde hissetti. Harap bedenini zorla akan suyun yanına getirdiğinde, bir program yapması gerektiğini düşündü. Günlerini bu mağaranın içinde geçirirse, dış dünya hakkında hiçbir şey öğrenemezdi. Gücünü toparladığında, ilk iş mağaranın yakınını keşfetmeye karar verdi. 

 Üzerine köydeyken hep giydiği giysilerini geçirdiğinde, çoktan mağarasın dışarıya açılan ağzına gelmişti. Adımını dışarıya attığında, bunun sadece küçük bir adım değil, sanki başka bir boyuta geçmek olduğu hissetti. Panikle arkasına döndüğündeyse, mağaranın ağzının olduğu yerde yüksekçe bir tepe gördü, az önce içinden çıktığı yer hakkında hiçbir emare yoktu. 

 Hızla geri dönmek istedi cılız çocuk, henüz bir adım attığından bu çok kolay oldu. Bir saniye sonra gözünü kapatıp önünde duran kayalardan oluşmuş duvarın üstüne bastığında, kendini yeniden mağaranın girişinde buldu. 

 “Anlıyorum, dedem buraya yabancıların girmemesi için böyle bir şey yapmış olmalı!”

 İçi rahatlayan cılız çocuk kendisi dışarı attı. Rahatça keşfe odaklanabileceğinden, önündeki küçük açıklıktan sonra başlayan sık ağaçlardan oluşmuş ormanı keyifle izledi. 

 “Bugün, köyümün dışındaki bir yeri ilk görüşüm olacak. Dedemin tembihlediği gibi yakın çevreden ayrılmamalıyım!”

 Kendi kendisine söylenen Mel ormanın içine girdi. Gökyüzünde güneş yakıcılığıyla parlıyordu ancak uzun ağaçların sık dallarının bütün ışığı kesmesi sonucu, ormanın içi epey serindi. Sıcak bedenine değen soğuk hava nedeniyle ürperen küçük çocuğun tüyleri diken dikendi, dedesinin bıraktığı yüzüğü tam olarak incelemediğinden üstüne eski kıyafetlerini giymişti ve bunlar böyle bir ortam için hiç elverişli görünmüyorlardı. Mel, her adımda yanlış karar verdiğini anladı ama geri dönüp kıyafetlerini değiştirmek yerine ilerleyerek kendisini test etmek istedi. 

 “Mağarada oluyordu, şimdi neden olmuyor?”

 Aslında moralini bozan başka bir konu daha vardı. Gözünün alabildiğine yeşil, dört tarafı ağaçlarla çevrili olsa da hiçbirinden enerji çekemiyordu. Bu bitkiler mağaradakiler gibi uysal başlı değildi, ne zaman onlarla etkileşime girmek istese keskin bir acı zihnine saplandı. 

 “Neden inat ediyorsunuz ki niyetim size zarar vermek değil, sadece güçlenmek istiyorum!”

 Karşısına çıkan ilk engele toslayan Mel, sakin ormanın içinde bağırmaya başladığında dallarda dinlenen kuşların çoğu ürkerek havalandılar, hâlbuki beklediği yanıt bu değildi. Sadece kuşlar değildi onunla iletişime geçen, bir çift kırmızı göz ağaçların arasından onu gördü. Sonra takip etmeye başladı, çizdiği bitmek bilmeyen çemberler boyunca eşlik ederken varlığını hissettirmemek adına sürekli mesafeyi belli bir uzaklıkta tuttu. 

 “Bu böyle olmayacak, sakinleşip küçük adımlarla ilerlemem gerekiyor!”

 Yarım günlük seyahatten sonra Mel, yüzyıllık ağaçların onunla muhatap dahi olmadığını acı da olsa kabul etti ve meditasyon durumuna geçip daha genç filizlerle işe başlamaya karar verdi. Sırtını geniş gövdeli asırlık çınara yaslayarak gözlerini kapattı, içindeki enerji onu kabul edecek kökleri bulmak için yavaşça ilerledi. 

 Şu an için imkânsız görünen dev köklerin yanından usulca geçerek, onun gibi genç fidanlara temas etti. Vahşi yaşamda var olma mücadelesi veren bitkilerin ilk tepkisi, reddetmek oldu. Yılmadı Mel, zihnini baskı altına alan acılara katlanarak denemelerine devam etti, ta ki kendisinden daha zayıf bir köke temas edene kadar. 

 “Oldu, gerçekten birisi benimle iletişime geçti!”

 İçi içine sığmıyor, zar zor kontrol etmeyi başardığı kendi gibi cılız enerjisini kullanarak bir canlıya boyun eğdiriyordu. Kalbinin atışlarından gömleği dalga dalga oldu, bir an önce etkileşime girdiği fidanın enerjisini çekip almak istedi. 

 “Öldürme döngüsüne girmemiş kimseyi öldürme!”

 Kendinden geçmiş olan Mel, buz gibi sulara atılmışçasına titredi. Dedesinin bıraktığı mirasın temel taşı olan sözler, hırs bürümüş gözlerini açmasını sağladı. Bir an sonra hislerinin sadece dedesinin sözleri nedeniyle değil, suratına doğru inen büyük pençe nedeniyle de olduğunu gördü. 

 “Seni namussuz!”


 Yana savruldu ve az önce olduğu yerdeki ağacın gövdesi bıçak kadar keskin tırnakların bıraktığı izle süslendi. Uzun zamandır onu izleyen bir çift gözün marifetiydi bu, dört ayağının üzerinde kesik kesik soluyan vahşi hayvan kulaklarını dikmiş Mel’e bakıyordu. En büyük kâbusu geri dönmüştü, köyünün katledildiği gece onu öldürmeye çalışan yaratıklardan biri karşına dikilmiş, genişçe açtığı ağzının içindeki keskin dişleri gösteriyordu. 

 “Böyle sinsice saldırdığına göre tek başınasın, yoksa çoktan etrafımı çevirmiştiniz!”

 Dedesinin mirasını almak bilinçsel düzeyinde dev bir sıçramaya neden olduğundan, kendisinin ve düşmanın durumunu değerlendiren Mel, hızlıca çıkarımını yaparak ona göre duruşunu aldı. Yeni hayatına başladığı şu günlerde eskisi gibi kaçıp saklanmayacaktı, öldürme döngüsünün içindeki yaratığa gereken dersi vermek istedi. 

 Kuklalarla yapılan onca antrenman boşuna mıydı? Kazanımlarını ve öğrendiklerini gerçek hayatta sınama şansını kaçırmazdı. Zaten düşmanı da onu bırakacak gibi durmuyordu, yavaşça kırdığı ön ayaklarının üzerinde bekleyişini zıpkın gibi ileriye doğru fırlayarak sürdürdü. 

 Aynı anda Mel de ona doğru hızlandı, dallarına geri dönen kuşların kanat çırpmalarının altında ilk çarpışma gerçekleşti. Kanın havaya karışan kokusu sakin ormanın içinde asılı kalmışken, damlalar yerdeki sık bitki örtüsünün üzerine sıçradı. Belli ki henüz mücadelenin başında taraflardan biri yaralanmıştı. 

 “Çok hızlı, sabit duran kuklalara hiç benzemiyor!”

 Sırtı boyunca uzanan kanlı kesiğe bakan Mel sıktığı dişlerinin arasından çıkan fısıltılarla adeta kendisine telkinde bulundu. Boz kürkü diken diken olmuş kurdun çevikliği, ilk canlı rakibi karşısında küçük çocuğu dezavantajlı hale sokuyordu. 

 “Bu da bir eğitim sayılmaz mı? Henüz yolun başında böyle korkarsam, dedemin yüzüne nasıl bakarım?”

 İnsanı diğer türlerden ayıran özelliklerden biri, içsel motivasyonlarından güç alabilmesiydi. İlk darbede yaralanan kurt olsaydı muhakkak kaçmayı düşünürdü ama Mel Mirasçı sıfatının hakkını vermek adına gözlerini hasmına dikti. 

 Avantajı ele geçirmiş yaratık geri durmadı, ilk kanı akıtmış olmanın momentumunu kaybetmeden taze eti midesine indirmenin peşine düştü. Çevik bir hamleyle Mel’ in üstüne atıldığında bu sefer karşılık görmedi, hareket halinde zayıf kaldığını anlayan küçük çocuk yana savrularak darbeden kaçtı. Vuruş gücü olarak kendine güveni tamdı ama iş hareket becerilerine geldiğinde sanki o kukla, rakibi hareket edebilen biriymişçesine çaresiz kalıyordu. 

 Vahşi yaratık olayın farkına vardı. Hızını ve çevikliğini kullanarak Mel’ in nefes almasına imkân tanımadan, ardı ardına ataklar yaparak üstünde baskı kurdu. Mücadele adeta dayanıklılık savaşına döndü, bunu isteyen de yine kurttu. Hayvani sezgileri, şüphesiz hareketlerinin temel dayanağıydı. Mirası alan Mel’ in zihinsel olarak aşama kat ettiği bir gerçek olsa da bedenen ancak bir arpa boyu kadar yol almıştı. 

 Her geçen saniye hareketleri yavaşlıyor, derisinin üzerindeki kesik sayısı artıyordu. Malum son bağıra çağıra yaklaştı, saldırıdan kaçarken yalpalayarak dizlerini üzerine düşmesi bardağı taşıran son damla oldu. Yaratık oluşan açığı değerlendirmek adına ileri atıldı. Yarım gün boyunca peşinde dolaştığı çocuğun yumuşacık boynu tüm sululuğuyla ona bakarken, hedefine doğru ilerledi. Mel, son gücüyle dönüp kendi korumak istediğindeyse hiç beklenmeyen bir olay yaşandı. 

 Sık bitki örtüsünün içinden bir dal, kamçı gibi uzanıp avına atılan kurdun bacağına dolanıverdi. Momentumunu kaybeden hayvan tökezlediği an, acı bir ulumayı gökyüzüne doğru bıraktı. Bir gözünü kapatırken, diğer gözünün olduğu tarafta üç şeritli ejderha pençesi izi vardı. Mel, dedesinin bütün köyü haritadan silen ve ardında duran koca dağı yıkan vuruşunu yaptı. 

 Aynı etkiyi yaratmaktan çok uzak olsa da başarmıştı. Bu zafer, dedesinin mirasını kullanarak kazandığı ilk zaferdi. Uyarısıyla, gözlerini açarak gelen darbeyi savuşturmasından başlayan süreç, etkileşime girdiği bitkinin yardımıyla son vuruşu gerçekleştirene kadar, hep ona göz kulak adamın sayesinde oldu. 

 “Dede, beni hâlâ koruyorsun! Sana söz veriyorum, yüzünü kara çıkaracak hiçbir şey yapmayacağım!”

 Mel, kendi yaşıtlarına göre vasat bir çocuktu; bedeni, düşünme hızı, kararlılığı ve uysal doğasıyla vahşi dünyada kendine yer bulması çok zordu ama hiç kimse onun sadakatini sınayacak kadar küstah olamazdı. Az önce ettiği sözler, kalbinin derinliklerinden çekip çıkardığı, ne olursa olsun yolundan sapmayacağı dedesi adına ediliyordu. 

 “Hemen kaçmalıyım, sürü toplanırsa kurtulamam!”

 Yaşadığı yoğun fiziksel ve duygusal durum karşısında yığılıp kalan Mel, uzun süre sonra kendini tamamen toparlamayı başardığında aklına bir şey gelip saplandı. O da rakibinin ölmeden önce yaptığı hareketti, kurt ulumuştu. Öleceğini anladığı an, intikamını alması için sürüsünü son nefesini verdiği yere çağırdı. 

 Panikle kalktı cılız çocuk, ağır cesedi sürükleyerek tek sığınağına, Mirasçı unvanını aldığı mağaraya doğru ilerledi. Yaptığı son vuruşla Mel’ in kalan gücünü de tükendi, neyse ki dedesinin tavsiyesine uyup mağarasından çok uzaklaşmadığından kurtuluş yakındı. Giriş gizlenme yöntemleri sayesinde diğerlerine görünmese de o nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Ardından sürüklediği cansız kurt bedeniyle beraber, son bir gayretle kendisini güvenli bölgeye atabildi. 

 Nemli duvarlardan sürünerek ilerleyen soğuk hava bedenine değdiğinde, daha fazla dayanamadı. Önce gözleri karardı, daha sonra dizlerinin çözülen bağı ipleri kesilmiş bir kukla misali yere düşmesini sağladı. Amacı kendisini mağaranın içinden akan suyun kollarına bırakmaktı ama girişin birkaç adım ilerisinde bayılmaktan kurtulamadı. 

 Ölüm korkusu ve ilk zaferini tattığı günün sonunda, dedesinin dizlerindeymiş gibi mışıl mışıl uyuyordu. Gözlerini tekrar açtığında, sağ elinden gelen acı hissi dişlerini birbirine sımsıkı kenetlemesine neden oldu. Sanki orijinal uzvu gitmiş, yerine üç katı büyüklüğünde bir şey gelmişti. Benzetme yanlış değildi, ona ilk zaferini kazandıran vuruşu yaptığı eli neredeyse kafası kadar büyüktü. 

 En ufak harekette çığlık atmasını sağlayan durum karşısında ne yapacağını bilemeyen küçük çocuğun aklına gelen tek çare, içine girildiğinde insanı yenileyen suyun yanına gitmek oldu. Cesedi yerde bırakan Mel, diğer eliyle sabitlediği sakatlanmış uzvunu fazla hareket ettirmeden yürümeye başladı ama bu iş düşündüğü kadar kolay değildi. Attığı her adım bedeninin sallanmasına, her sallanış şişmiş elinden başka bir acı dalgasının yükselerek beynine kadar ilerlemesini sağlıyordu. Kendini serin sulara bıraktığında, Mel’ in bir adım daha atacak hali yoktu. 

 Kanla kaplı elbiselerinden tutun da yüzündeki kurumuş gözyaşlarına kadar feci bir görünümü vardı. Hırpalanmış sağ elini yavaşça nehrin içine daldırdığında, önce küçük küçük iğnelerin derisine saplandığını hissetti. Uyandıktan sonra çektiği acıların ardından bu durum yüzünün hafifçe aydınlanmasını sağladı. Bedenindeki gözeneklerden içeri akan enerji gözle görülebilir bir hal aldı, teninin soluk beyazı sağlıklı kırmızı renge dönüyordu. 

 Gözleri sakatlanmış uzvundaydı, başlarda büyük endişelerin içine düşmesini sağlayan şişlik yavaşça iniyor gibiydi. Dedesinin miras bıraktığı mağara gerçekten olağanüstü bir yerdi, ne olursa olsun sığınabileceği ve iyileşmesi için gereken her şeyin bulunduğu gizli sığınağıydı. Yarım gün boyunca dinlenen Mel, acı içinde girdiği sudan bir hamlede çıktı, kurdun pençe darbeleri nedeniyle haşatı çıkmış kıyafetlerini de çıkarıp attı. 

 “Sağ elim biraz güçlenmiş gibi geliyor, bunu mutlaka denemeliyim!”

 Sakatlanan eline bakan Mel, eski haline döndüğünü gördü. Hatta verdiği hissiyat, mücadeleden öncekiyle kıyaslanırsa bambaşkaydı. Mel, vahşi hayvanla şu anda karşılaşsa, aynı vuruşu yapması halinde elinin böyle büyük hasar almayacağına emin gibiydi. Koca mağarada tek başına olduğundan, giyinmek için vakit kaybetmeden çeşit çeşit kuklanın olduğu odaya doğru koştu. Kısa taş koridoru bitirir bitirmez en yakındaki hedefe, ustası olan dedesinden gördüğü Ejder Pençesini indirdi. 

 “Hadi canım! Sağ elim gerçekten güçlenmiş!”

 Genç çocuğun şansına ilk hedefi tahta bir kuklaydı ve Mel üç parmaklı bir pençe haline getirdiği sağ eliyle, insan şeklindeki kuklayı ortadan ikiye bölmeyi başardı. 

 “Bir de sol elle deneyelim!”

 Kısa zaman içerisinde ilk mücadelesine girip zaferle ayrılan küçük çocuk, sağ elinden sonra sol elinin de güçlenmiş olmasını diledi ama darbeyi alan hedefin sadece bir parçasının kopmasıyla hevesi kursağında kaldı. Yaşadığı deneyim sayesinde Mel’ in sadece sağ eli güçlendi. Canı biraz sıkılsa da anlayabiliyordu, fedakârlık olmadan güçlenmesi mümkün değildi. 

 “Bu konu aydınlandı, sıra diğerini anlamakta!”

 Sonraki durağı bitki bahçesi oldu. Yarım günlük dinlenme süresince olanları en ince ayrıntısına kadar düşünme fırsatı yakalayan Mel, bir şeylerden emin olmak istedi. 

 “Anlaşılan sadece enerjilerini benimle paylaşmakla kalmıyor, iletişime geçtikten sonra kendi iradeleriyle yardımda edebiliyorlar”

 Aklından geçen düşüncenin ardından gözleri parladı, özellikle yardım alma ihtimali onu çok heyecanlandırdı. 

 “Karşıma gittikçe daha güçlü düşmanların çıkacağı kesin, her seferinde buraya geri dönüp iyileşmeyi beklersem, üç sene içerisinde dedemin derin mirasını ele geçirmem mümkün olmayacak.”

 Mel, küçük köyünde yaşadığı zamanlarda bile insanların kendilerini tedavi etmek için bitkileri kullandığını pek çok defa gördü. Her çeşit nadir bitkinin yetiştiği yerde, elbet ki bu konu hakkında öğrenebileceği şeyler olmalıydı. Antrenmanın yorgunluğunu atmak için kendini sulara bıraktığında, bilincini miras aldığı yüzüğün içine batırdı. Ancak iki eliyle taşıyabileceği büyük kitabı masanın üzerine bırakarak, sayfaları çevirmeye başladı. Tahmin ettiği gibi, mağaranın içindeki botanik bahçesi ve hafızasındaki bitkiler tesadüf değildi. Dedesi bu konuda gerçekten eşsiz bilgilere sahipmiş gibi görünüyordu. 

 “Birçok şeyi bilmeme rağmen, neden bu kitapta yazılı olan her şeyi hatırlamıyorum?”

 Kendi sorduğu soruya yine kendisi cevap vermeden önce küçük çocuk bir süre düşündü, neler döndüğünü anladığındaysa yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. 

 “Henüz sığ miras seviyesindeyken, nasıl olurda dedemin tüm bilgeliğine ulaşabilirim ki?

 ” Farkında olmadan çok önemli bir şey daha keşfetti, kitabın içindeki konular çeşitli başlıklara ait olarak sıralanmıştı ama bazı sayfalar sadece boş kâğıtlardı. 

 “Anlaşılan, güçlenmedikçe böyle kısıtlamalarla sürekli karşılaşacağım, bir an önce gelişimimi hızlandırmam gerekiyor!” 

 “Bitkisel Karışımlar, işte buldum!”

 Hızla çevrilen sayfaların ardından, girişteki bölümden sonraki ilk yazılara erişti, ne tesadüftür ki tam da aradığı şeyi buldu. 

 “Dayanıklılık geri kazanım karışımı, güç geri kazanım karışımı, iyileştirici toz, panzehir karışımı!”  

 Okudukları karşısında elleri titremeye başlayınca kitabı yavaşça masanın üstüne bırakıp, dikkatini verilen tarifleri incelemek için harcadı. 

 “Formüller benim için geride bırakılmış ve malzemelerin hepsinin raflardaki kil çömleklerin içinde olduğu yazıyor. Hemen ilk denemelerimi yapmalıyım!”

 Gözlerini açtığında belden aşağısı suyun içinde olan Mel, çevik bir hareketle derenin dışına çıkıp daha önce hiç gitmediği bir yöne doğru ilerledi. Mağaranın geniş orta kısmından ayrılıp, tünel şeklindeki kısa yol vasıtasıyla yeni bir odaya girdi. İlk adımını içeri attığı an donup kaldı. 

 “İnanılmaz!”
 
 Gördüğü şeyleri beyninin idrak etmesi için biraz zaman geçmesi gerekti. Kefe şeklindeki iki metal tabağın birbirine zincirle tutturulduğu bir nesneyi eline alarak, incelemekle başladı. 

 “Sığ mirasa ulaşamasam da hepsinin bilgileri kafamda.”

 Tüm alet edevatın isimlerini ve kullanışlarını biliyordu. Dedesinin eski çalışma alanı, hatıraları gibi ona miras kalmıştı. Gerekense sanki doğduğundan beri bu işi yapıyormuşçasına ustalaşana kadar durmaksızın çalışmaktı. 

 “Dayanıklılık geri kazanım karışımı, tamam!” 


 “Güç geri kazanım karışımı, tamam!“

 "İyileştirici toz, tamam!” 

 “Panzehir karışımı, tamam!”  

 Mel, çantasının içine bakıp stoklarını son kez kontrol etti, kitabın bitkilerle alakalı bölümünün ilk sayfasındaki bütün karışımları hazırlayarak yola çıktı. Mağaradan dışarı adımını attığında önceki sefere nazaran ifadesi daha stabil, gözleri daha kararlı bakıyordu. 

 “Son ulumasının üstünden iki gün geçti, gelmiş olanların çoğu geri dönmüş olmalı ama ayak izlerine bakılırsa biraz daha geç kalsaymışım çok kötü olacakmış!”

 Cılız çocuk, mağarasının önünden başlayıp ormanın derinliklerine doğru giden izlere bakarak konuştu. Birbiri içine geçmiş pek çok iz vardı ve hepsi tek biçimdi. 

 “Kaderden kaçış yok, o gece beni kovalayan yaratıkların akrabaları olmalılar. Yeni hayatımdaki ilk engel sizsiniz!”

 Güldü Mel, üzerindeki açık yeşil deri kıyafetin sağını solunu düzelterek ormana yöneldi. Kafasının seri şekilde bir sağa bir sola yönelmesine bakılırsa bu sefer epey temkinliydi, gerçek bir ölüm kalım mücadelesinin izleri hareketlerinden okunuyordu. Bir noktaya gelince durdu, hafifçe eğilip beline kadar gelen bitkinin dallarını okşadı. 

 “Yardımın için teşekkür ederim, gördüğüm kadarıyla bu iş senin de karına olmuş!”

 Neşeyle konuştu cılız çocuk, üç gün önceki savaşta kendisine yardım eden bitki inanılmaz bir hızla büyümüştü. 

 “Söz veriyorum, başka bir vahşi yaratık öldürürsem cesedini tamamen sana bırakacağım!”

 Ayak izlerini takip ederek ilerledi. Bu kez göz ucuyla sağ tarafını kolluyordu ve yaptığı hazırlığın meyvesini kritik anda yana atlayarak aldı. Ağzından köpükler saçan vahşi yaratık sürpriz saldırısı boşa çıkınca hırlamaya başladı, kafa kafaya dövüş pozisyonu aldı. 

 “Dede, öldürme çemberine girmek isteyen ne çok yaratık var!”

 Kendi kendine mırıldandı, bu sırada dört ayağı üzerinde yaylanan düşmanı gözünün önüne gelmişti. Tam cepheden gelen saldırı kafasını hedefledi, Mel’ in karşılığı kendini yere atmaktı. Korkudan değildi bu tepki, sırt üstü yatan çocuk kuklalarla eğittiği sağ eliyle yaratığın karın bölgesine saldırdı. Yaratık yere düştüğünde tuhaf bir ses çıktı, boş bir çuval düşmüş gibiydi. Mel sakin adımlarla ilerledi, yaratığın düştüğü yer kan gölüydü. Eğilip cesedi sol eliyle ensesinden kavradı, o an çalıların içinden başka bir gölge atıldı. Bir saniye sonra gölgenin pençeleri Mel’ in yüzüne indi, rüzgâr gibi geçip gitti. 
 
 “Ne zaman ortaya çıkacağını merak ediyordum!”

 Sağ elinde oluşan birkaç yüzeysel çiziğe bakan cılız çocuk, beş adım uzağında duran yaratığa doğru konuştu. Soluk soluğa hırlayan yaratık başka ses çıkarmadı, bir süre Mel’i izledi ve geriye dönüp kaçmaya başladı. 

 “Vahşiler ama belli ki akılsız değiller!”

 Savaş ganimetini kapan Mel, soluğu etkileşime girdiği bitkinin yanında aldı. Yaratığın ufak çekirdeğini dikkatlice çıkardı, yüzüğünün içine aldı ve ölü bedenini bitkinin dibine bırakarak meditasyon durumuna geçti. Geniş gövdeli ağaca sırtını dayayan çocuk enerjisini sakince toprağa, oradan da daha önce etkileşime geçtiği bitkinin köklerine yolladı. Su gibi rahatça aktı enerji, bildiği yoldan ilerlerken hiçbir engele rastlamadı. 

 “Ne oluyor? Bu yakıcı enerji de ne?”

 Her şey pürüzsüzdü ama Mel acıyla inledi, usulca akan yeşil enerjinin yanında kırmızı alevler gibi savrulan yeni bir enerji belirdi. Yeşil ve kırmızı enerji bir arada Mel’ in bedenine girdiğinde şiddetle titredi. Rengi kızarıyor, alnından akan terler boncuk boncuk yere düşüyordu. 

 “Demek böyle oluyor, bitki vahşi yaratığın kanından ve etinden emdiği enerjiyi de benimle paylaşıyor. Çok güzel, dişimi sıkıp dayanmalıyım!”

 Bir süre geçince yeşil enerji akışı kesildi ama kırmızı enerji durmadan akmaya devam etti. Bütün bedeni kızaran Mel’ in en çok sağ eli renk değiştirdi. Güçlenen uzuv bir kez daha enerji vaftizine maruz kalıyor, kemiklerden çıkan ses kulak tırmalıyordu. 

 “Kristaller ne işe yarıyor bilmiyorum ama cesetler şüphesiz benim için çok faydalı. Hissedebiliyorum, sağ elim değişim geçiriyor, onun yanında sol elimde ufaktan güçleniyor!”

 Mel, ceset tamamen toprağa emildiğinde hızlıca bedeninde gerçekleşen değişimi gözlemledi, yeni buluşu sayesinde gelişim hızının arttığını keşfetti. 

 “Benimle gelmek ister misin? Seni de mağaranın içine ekebilirim?”

 Boyunu aşmış ağaca seslendiğinde bir tepki görmedi, birkaç günde yıllarca sürecek gelişime ulaşan bitki sessizdi. İki canlı formu bir süre birbirlerine baktılar, sessizliği bozan konuşabilen tür oldu. 

 “Demek yerinde kalmak istiyorsun, belki de bu senin için en iyisidir. Al, başka bir yaratık bedeni. Bunu teşekkür olarak kabul et”


 Sakinleşen Mel konuşmasını bitirdiğinde öğlen güneşi tepeye ulaştı, yakıcı ışıkları geniş yaprakların arasından süzülerek yeryüzüne vuruyordu. Hızlıca içlere ilerledi çocuk, yoluna çıkan yaratıklarla savaştı. Bitkinin yanına döndüğünde, iki elinde birer vahşi yaratık bedeni vardı. Bir süre durduktan sonra birini daha yere atarak devam etti. 

 “Yarın, etraftaki ağaçları deneyeceğim!”

 Gözünü yükseğe dikti Mel, mağaraya doğru yürürken sırtını döndüğü yüksek ağaçları hedefliyordu. Mağaranın içi dışarıdan bağımsız olarak sabit bir sıcaklık ve her daim temiz havaya sahipti. Adımını atar atmaz derin bir nefes çekti çocuk, üst başını atarak bitki bahçesine koştu. Elini savurduğu an iki ceset çiçeklerin arasında belirdi, bunlar gündüz öldürdüğü yaratıkların bedenleriydi. O an bir hışırtı yükseldi, toprağa düşen bedenler göz açıp kapayana kadar yok oldular. 

 “Hey, hey! Bekleyin, hemen emmeyin!”

 Mel panikle bağırdı ama sözlerini tamamlayana kadar her şeyin olup bittiğini görmek zorunda kaldı. Çırılçıplak halde oturup meditasyona başladı, dört gündür enerjisini emmediği bitkilerle etkileşime geçmek istedi. Toprağın üstü yeşil damarlarla kaplandığında henüz birkaç saniye geçmişti, Mel’ in olduğu yere dört bir yandan akın ettiler. Kırmızı enerji damarları yoktu, bazı enerjilerin renginin biraz daha koyu olması dışında her şey olağan ilerledi. 

 “İşte bu, işte bu!”

 Haykırdı cılız çocuk, kuklaların olduğu savaş odasının yönüne doğru koşmaya başladı. İçeri girdiği gibi hedeflere saldırdı, sol eli durmadan indi kalktı. Sadece sol elini kullandı Mel, mağara içindeki bitkilerin enerjisi emdikten sonra elini kaldırmayacak kadar harap etmeden durmadı. 

 “Bir günlük hasadımı kumar olarak ortaya koyacağım, umarım düşündüğüm gibidir!”

Büyük açıklığa ulaştığında sağ elini savurarak yüzüğünün içindeki yaratık cesetlerini bitkilerin içine bıraktı. On taneye yakın ölü bedenin kanları toprağa sızmaya başladığındaysa, kendini serin sulara bıraktı. Küçük akarsuyun İyileştirici etkisini kullanıyordu, gözlerini kapatarak günün yorgunluğunu sularla beraber kendisinden uzaklaştırdı. Gözlerini açtığında, yeşil bir ışıltı parlayarak mağaranın içinde yayıldı. Sol kolunu hızlıca kaldırıp kontrol etti. Dış yaralar kapanmıştı, parmaklarını oynatıp yumruk yaptı ve hiçbir sorun olmadığını teyit etti. 

 “Önce zarar ver, sonra iyileş ve güçlen, biraz acımasızca değil mi?

 ” Bitkilerin içine geçtiğinde dudaklarından bu sözler döküldü, özellikle zarar ver kısmındaki tonu o anlarda neler hissettiğinin kanıtı gibiydi. 

 “Haydi bakalım!”


 Bağdaş kurarak oturdu, toprağa karışan vahşi yaratık bedenlerinden sonra bir kez daha bitkilerden enerji çekmeye çalıştı. Daha önce denediğinde yanıt alamamıştı ama bu sefer normalden daha koyu yeşil enerji damarları belirdi. Yeni enerji belirli bitkilerden geliyordu, Mel bunların yaratık bedenlerinin yakınındakiler olduğunu hemen anladı. 

 “Verdiği his bile farklı, yanılmamışım. Yaratık bedenleriyle beslenen bitkiler, çok daha yüksek kalitede enerjiyi sunabiliyorlar!”

 Yüzünün tebessümüne aklından geçenler eşlik etti, kısa sürede yeniden bedenini enerjiyle doldurdu. 

 Son bir deneme kaldı, umarım birkaç saldırgan yaratık bulurum!”

  Koşar adım mağaradan dışarı fırladı, eski dostunun yanına geldiğinde onu birkaç insan boyunda bir ağaca dönüşmüş halde buldu. 

 “Bir, iki, üç, dört, beş! Fena değil, gelin!”

 Mel bağırdığında, çalıların arasından tam da saydığı kadar yaratık fırladı, bir eli ağacın gövdesinde duran çocuk onları çabucak keşfetmişti. 

 “Biraz yardım edersin değil mi, ilk defa bu kadar çok yaratıkla savaşacağım. Korkun olmasın, hepsi senin!”

 Daha yaş haldeki kavuğunu okşayarak yanından ayrıldı ağacın, etrafında çember oluşturmaya başlayan yaratıkları izledi. Çok değil, iki saniye geçmeden üçü aynı anda saldırıya geçtiler. Biri havaya zıpladı, diğer ikisi ters yönlerden üzerine atıldı. Yüzünde panik emaresi görünmeyen Mel bekledi, havadaki yaratığın üstüne inen dalın çıkardığı büyük gürültüyü duyana kadar sabit durdu. 

 Kendisi gibi genç ağaç yanından geçen düşmana darbesini indirince, hızla fırlayıp cepheden gelen düşmanla kafaya kafaya çarpıştı. Büyük sivri dişlerin önüne sağ elini uzatarak kendi koruduktan sonra bütün gün kuklalarla tavladığı sol eli Ejder Pençesi formunda yaratığın kafasına indi. 

 Sonraki an artık düşmanın bir kafası yoktu, ölü beden yere düştüğünde Mel dal tarafından bastırılan kurda son darbeyi vuruyordu. Göz açıp kapayana kadar iki düşmanı ortadan kaldıran çocuk durmadı, arkasından yaklaşan yaratığa dönmeden sağ tarafa yuvarlandı. Boşa çıkmıştı yaratık, onun aksine iki ayağından güç alan Mel’ in Ejder Pençeleri benekli gri kürkün koruduğu gövdeye indiler. 

 “Üçü gitti, kaldı iki!”

 Gözü düşmanında değildi, ona yardım eden taze ağaca bakarak konuştu. Soydaşlarının cesetlerinden beslenen bitkilerin enerjisini taşırken, hareketlerinde değişik bir özgüvenin izleri seziliyordu. 
 
 “Gelin!”

 Eliyle aynı anlama gelen işareti yaptığında, bu sefer yan yana saf tutarak saldırdı düşmanlar, sayısal üstünlüklerini kullanmak istiyorlardı. Toplamda dört pençeye sahiplerken hiç de mantıksız değildi ama unuttukları önemli bir nokta vardı. Genç ağacın hepsinden fazla dalı vardı ve bunlar hışımla inip kalktılar. Saldırı düzenleri bozulan hayvanlar Mel’ in birebirde eşi değildi, kısa sürede yerdeki yaratık cesedi sayısı beşi buldu. 

 “Teşekkür ederim dostum, bu sefer kaçmak zorunda kalmadım!”

 On dakika sürmeden beş düşmanı öldüren Mel, sırtını genç ağaca vererek meditasyona başladı, bu kez çekirdekleri çıkarmakla uğraşmadan işe koyuldu. İki çeşit enerji bedenine akmaya başladığında, gözleri birden açıldı. İki eline dikkatle bakıyor, bir yandan da kendi kendine mırıldanıyordu. 

 “Mağaradaki bitkiler, canavarları besin olarak kullanıp daha kaliteli enerji sağlıyorlar ama bu yabani bitkiler cesetlerden vahşi enerji çalmamı sağlıyor. Her nefeste ellerimin biraz daha güçlendiğini hissediyorum.”

 Mel, dikkatlice ellerine bakarken anın heyecanıyla atladığı bir şeyi fark etti, ilk yaratığın atağını bloklarken kullandığı elindeki yara aynen duruyordu. 

 “Güçlendirici etki iyileşmeyi sağlamıyor, işim bitince hazırladığım karışımlardan kullanmalıyım!”

 Beş cesedin enerjisini emen tek ağaç olunca öğleden sonrasını bu işe ayırdı cılız çocuk, ayağa kalktığında elinde kil çömlekten aldığı toz vardı. Açık yaranın üzerine serptikten sonra küçük bir bezle örttü, elindeki su kabının içine boşattığı diğer karışımlarıysa hızla içti. 

 “Bu hız çok düşük, bu gece şansımı deneyeceğim!”

 Aklından geçirdiğini uygulamak için tereddüt etmedi, mağaranın yakınlarından ayrılmadan geceyi dışarıda geçirmeyi planladı. Gece yarısına kadar dolaştı ama etrafta hiçbir canlıya rast gelmedi, ufak tefek hayvanları görse de ona saldırmayan hiçbir canlıyı öldürmeyi düşünmedi. Biraz daha içlere girdi Mel, çizdiği dairelerin dışına çıkarak ilk defa ayak bastığı topraklara ilerledi. Yolunun üzerine çıkan vadiye de girerken hiç çekinmedi, içeriden esen soğuk rüzgârlara doğru emin adımlarla yürüdü. 

 Vadi sessiz ve sakindi, iki yanında yükselen yamaçlarının üzeri bin bir renkli çiçeklerle kaplıydı. Ortasına gelene kadar hayran bakışlarını alamadı Mel, ardı ardına gelen kükremeleri duyana kadar da bu hali devam etti. Ortamın havası bir anda değişti, göz alıcı çiçeklerin üstünde pençeler belirdi. Dört yanı güzellikle değil, vahşi yaratıklarla kaplıydı. 

 “Aptal kafam! Bu tuzağa nasıl düştüm?”

 Arkasını döndüğünde vahşi yaratıklardan oluşmuş duvarı gören Mel hayıflandı, ilk gece nöbeti felakete dönüşmüş gibiydi. Tekrar önünü döndüğünde arkasındakinin birkaç katı büyüklükteki kalabalığı fark etti. Ayrıca burada, kızıl kürkü ve normal yaratıkların birkaç katı büyüklüğünde gövdesiyle bambaşka bir şey vardı. 

 “Liderleri gelmiş, ellerinden kaçırmamak için beni burada beklediler ama ölmeyeceğim. Dedemin mirasını alana kadar olmaz!”

 Bir anda geldiği yöne koşmaya başladı, düşmanları da ona doğru koşuyordu, iki taraftan kıskaca alınmıştı. Mel, sayıca az olan kısma yüklendi, iki eli Ejder Pençesi şeklini aldıktan sonra ilk saldırısını yaptı. Taktiklere harcayacak vakti olmayan çocuk pençelere karşılık ellerini öne sürdü, daha ilk darbeden derisinde çizikler oluştu. Darbenin şiddetiyle savrulan yaratığın ardından bir başkası, ondan sonra da diğeri geldi. Kolu, bacağı, gövdesi, kırmızı izlerle kaplandığı anlarda barikatı yardı, kızgın bir ulumanın eşliğinde mağaraya doğru kaçıyordu. 

 Dört bir yanında onu takip eden düşmanlarının varlığı, yüzüğündeki karışımları kullanmasını imkânsız hale getirdi, pençelerini savurup sadece ileri doğru koşmaya odaklandı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın iki adımda bir pençe yemekten kurtulamadı, bazen ufak sıyrıklar bazen de derin yaralar aldı. Soluğu kesilmeye, ayakları teklemeye başladığında ensesindeki nefesler çoğaldı, bütün bedenini kaplayacak kadar büyük bir pençe sırtına inmek üzereydi. 

 Gözlerini kapatıp ileri hamle yaptığında büyük bir ses çıktı, sırtına inmesi gereken pençe toprağa saplanarak geniş çatlaklar oluşturdu. Mel bir an için kafasını çevirdiğinde, kamçı misali dallarıyla düşmanlarının önünü tıkayan ağacı gördü. Fark etmeden buraya kadar gelmişti. 

 Bir ağaca, bir mağaranın yoluna baktı. Geri dönmek için adımını attı ama o an kızıl rüzgârla burun buruna geldi. Kollarını, bedeninin önünde çapraz yaptı, vahşi yaratık pençesini karşılamak için elinden gelen sadece buydu. Metrelerce geriye savruldu cılız çocuk, düşmanın menzilinden çıkmıştı ama ilk bağını oluşturduğu ağaç yüzlercesinin saldırısına maruz kalıyordu. 

Tavanından sarkan kristallerin aydınlattığı mağaranın içinde, tuhaf bir hava vardı. Kimi zaman sevinç, kimi zaman üzüntü nedeniyle oluşan sesler kesilmiş, duvarlarda koyu gri kaygılar dolanıyordu. 

 “Hepiniz öldürme döngüsüne girdiniz, tek tek yakalayacağım sizi!”

 Bir tek akan su ve içindeki çocuğun mırıldanmaları çınladı, bedenindeki yaralar yavaşça kapanan Mel öfkeyle homurdandı. O gün dışarı çıkmadı, iki elindeki kemikler kırılana kadar metal kuklaları pençeledi, ardından suya girdi. Çıktığında bitkilerin enerjilerini emerek bir daha savaş odasına yöneldi, bu döngü tam olarak bir hafta sürdü. 

 Koyu yeşil kıyafetini üzerine geçirerek dışarıya adım attığında, güneş sekizinci defa yükselmeye başlıyordu. Mel, gözleriyle etrafını tarayarak yürüdü. Adımlarını kısa kısa atıyor, kasılmış yüz kaslarını aydınlatan ışıklara inat kaşlarını çatarak bakıyordu. Birkaç dakika sonra durdu, alana saçılmış ağaç kalıntılarını gördü. Toprak dahi eşelenmiş, içindeki kökler koparılıp dışarı çıkarılmıştı. 

 “Küçük bir fidandın, yavaşça büyüyebilecektin ama ben sana felaketi getirdim. Aynı köyüme getirdiğim gibi, o gece köyde kalsaydım dedem herkesi koruyacak ve ölmeyecekti.”


 Bir haftadır tek damla gözyaşı dökmeyen Mel ağlamaya başladı, damlalar birbiri ardına toprağa karışıyordu. 

 “Aç gözlülük ettim, biraz başarılı olunca kim olduğumu unuttum. Aptal Mel, cılız Mel, korkak Mel, işte ben buyum!”

 Yumruklarını sımsıkı kapatan çocuk durmadan ağladı, ta ki toprağı yarıp bacağına dolanan yeşil sürgünü hissedene kadar. Önce sımsıkı kapalı elleri yavaşça gevşedi, gözleri onları takip etti ve ağlamaktan şişmiş hallerine aldırmadan kocaman açıldılar. 

 “Ölmemişsin, yaşıyorsun!”

 Mel’ in mevsimi ışık hızında değişmiş, sonbahar yerini ilkbahara bırakmıştı. 
 
 “Seni akıllı şey, son çare olarak bu sürgünü ana bedeninden uzaklaştırdın demek. Sana bir hayat borcum var, dedemin adına yemin ederim ki bunu en iyi şekilde ödeyeceğim. Artık inat etmek yok, şimdi benimle mağaraya geliyorsun!”

 Bu kez zayıf bitki de inat etmedi, yapıştığı yerde kalarak dönüş yolunda cılız çocuğa eşlik etti. Mel, bitki bahçesinin uzağına, akarsuyun kenarına dikti sürgünü, can suyunu da yine bu kaynaktan verdi. 

 “Burada bekle, eskisinden daha güçlü olmanı sağlayacağım!” Y

 Yüzünü yıkayarak gözyaşlarının izleri sildi ve dev pençe izinin olduğu salona doğru yürümeye başladı. Bu andan itibaren günler günleri, mevsimler mevsimleri kovaladı, mağaranın dışı bazen insan boyunca kar, bazen de kavurucu güneşin ışıklarıyla yıkandı. Cılız çocuğun dedesinin sırtında içeri girdiği günün üzerinden, tam olarak iki buçuk yıldan fazla geçti. Şimdi o çocuk, iki tarafı vahşi yaratıklarla kapatılmış bir vadinin içerisinde, parlak yeşil kumaş kıyafetlerin içinde göğsünü gererek duruyordu. 

 “Bugün, aramızdaki hesabı kapatacağımız gün ama yine de size son bir şans veriyorum. Kısa süre sonra buradan ayrılacağım, geri çekilirseniz gitmenize izin vereceğim!”


 Bağıran kişinin etrafı yüzlerce yaratıkla çevriliydi, gür sesi düşmanların kürklerini havalandırarak ilerledi. Geniş omuzları, güneşin ışıklarını yansıtan parlak teni ve yetişkin bir insan kadar uzun boyuyla Mel, buraya geldiği ilk seferden tamamen farklı görünüyordu. Onu bu süre zarfında görmeyen bir kişinin kendisini tanımak için tek şansı, sağ gözünün olduğu taraftaki pençe iziydi. 

 “Kızıl kürk, bıraktığın iz tam burada. Eğer geri çekilmezsen, bugün ödeşeceğiz!”

 Cevap olarak uzun bir uluma geldi, ardından dört bir yandan akın eden yaratıklar savaşın başladığını ilan ettiler. 

 “Dostum biraz daha sabret, sonunda beklediğimiz an geldi!”


 İleri doğru kuvvetli bir adım atan Mel, bastığı yerde iki santim derinliğinde iz bırakarak koşmaya başladı. Sağlam inşa edilmiş fiziği göz doldururken, en dikkat çekici nokta iki elinin etrafında beliren soluk yeşil pırıltı oldu. Üç parmaklı pençe halini alan eller ileri savrulduğunda havada bozulma izleri göründü, hemen sonra kan bulutları yükselmeye başladı. 

 Bir saniyede onlarca yaratık savaşın dışında kaldı, buna rağmen on dört yaşına yaklaşan Mel hızını kesmedi. Kısa kollu kıyafetinden taşan kol kasları hızlıca kasılarak, yanına kadar yanaşıp onu ısırmak isteyen yaratığı çenesinden yakalayıverdi. Kemik sesinin ardından boğuk homurtular, ondan sonra da mutlak sessizlik, Mel’ in geçtiği yerlerdeki döngünün kısa özetiydi. 

 Yarım saat tamamlandığında, soydaşlarının üç katı büyüklüğündeki Kızıl Kürk ve yanında bekleyen on vahşi yaratıktan başka nefes alabilen kimse yoktu. Kısa bir ulamayla kalan on tanesi de saldırıya geçti, birbirlerinin arkasına geçerek hızlı ve ölümcül bir darbenin peşine düştükleri dizilişlerinden belliydi. Mel derin bir nefes aldı, hafif eğilip sağ elini yanına doğru çekti. 

 Yaratıkların görüşünden çıkan pençe halindeki elin yeşil rengi koyulaşırken, aradaki mesafe yirmi metreye kadar düştü. Yaratıklar, vücutlarının şekli nedeniyle çok hızlıydılar, dört ayaklarını koordineli olarak kullanarak iki saniye geçmeden on metre sınırını geçtiler. Mel’ in sakin yüzünde bir gülümseme belirdi, bunu sağ elini savurarak yaptığı saldırı izledi. Ardı ardına dizilmiş olan yaratıklar, duracak fırsatı bulamadan üzerlerine gelen saldırıyla çarpıştılar. 

 “Dedemin saldırısının yarısı bile değil ama sizin için fazla bile!”

 Gözleri, parçalanan yaratık leşlerine daldı, aklındaysa kuklaların olduğu salondaki çalışmaları vardı. Bir an geçmişe gitti genç çocuk. 

 “Olmuyor, ne yaparsam yapayım olmuyor!”

 Kolları titreyen Mel, kristallerden oluşmuş kuklanın gövdesine indirdiği darbeden sonra öfkeyle bağırdı. Üç gündür burada ter dökmesine rağmen, metal kuklaların ardından geçtiği yeni hedefini parçalayamamıştı. 

 “Dede ne yapacağım, bana yardım et!”

 Duvardaki dev pençe izine bakarak hayıflanan çocuk, altındaki talimatları bir daha okumaya başladı. 

 “Ellerinden başlayan değişim, yavaşça kollarına geçerek, omuzlarına kadar devam edecek. Sığ mirası tamamladığında pençelerine enerji aktarmaya başlayacaksın. Bu, Ejder Pençesi’ nin ilk aşamasıdır.”

 Denileni uzun süre önce başaran Mel, soluğu yerine gelirken okumaya devam etti. 

 “Bunu başardığında kristal kuklalara geçebilirsin, ikinci aşamaya geçtiğinin kanıtı, birini parçalayabilir olman olacak. Kolay bir geçiş değildir, pençelerinin ve bedeninin enerji vaftizlerinden geçmesi gerekecek!”

 “Bu güne kadar yaşadıklarını zor bulduysan, azap dolu günler seni bekliyor demektir!”

 O zamanki surat ifadesi gözlerinin önünden silinirken, Kızıl Kürklü vahşi yaratığın silueti belirdi. Azap dolu günleri aşan biri olarak kendisine belirlediği en yüksek hedef tam karşısındaydı. İki rakibin gözleri, aralarındaki mesafeye aldırmadan birleşti. 

 Çıkan kıvılcımlar, bulutsuz havada şimşeklerin çakmasını sağladı. Bir yandan kırmızı, diğer yandan yeşil renkteki saldırılar havalandı, iki saniye sonra iç çe geçtiler. Hemen ardından dev Kızıl Kürklü yaratık ve kaslı bedeniyle ileri fırlayan insan birbirine girdiler. 

 Yeniden bitki örtüsüyle kaplanan vadinin içinde fırtına koptu, bir saat boyunca da dinmedi. Nihayet her şey bittiğinde, gökyüzü bunu ilan edercesine yarılıp bütün gözyaşlarını serbest bıraktı. Yeryüzüne inen damlalar, elinde kızıl bir yaratık kafası taşıyan, kıyafetleri paramparça olmuş genç çocuğun üzerine düşmeye devam ettiler. 

 “Hesabı kapattım eski dostum!”

 Kolları kesik elbisesinden fırlayan kaslı kollarını birbirine dolamış olan genç çocuk, sırtını kendi gövdesi kadar kalın ağaca yaslamış soluklanıyordu. Sakince akan suyun bu tarafında, sadece yeşil kırmızı yapraklara sahip ağaç vardı, dallarından kılıçlar sarkıyordu sanki. İnce yassı yaprakların kenarları tırtıklı, uçlarıysa sivriydi. 

 Bir elinde tuttuğu kızıl yaratığın büyük başını bırakmadan, diğer elindeki yüzüğün içinden ölü bedenler fırlamaya başladı. Akarsuyun bir yanı cennet bahçesi gibi çeşit çeşit çiçekle bezeliyken, diğer tarafı cesetlerden uluşan bir dağ, bir ağaç ve keskin bakışlı bir gence ev sahipliği yapıyordu. 

 “Ben iyileşirken, sen de bunların yaşam enerjilerini özümse, bittiğinde derin mirasa adım atmayı deneyeceğim!”

 Mel üzerindekileri çıkarıp suya girdiğinde, daha önce beline kadar gelen su ancak dizine yetişiyordu, adım adım daha derin bir yere doğru geçti. Vadide yaşanan mücadele yaratık sürüsüyle arasındaki kan davasının sonu olduğundan, üzerinde onlarca kesik ve yara oluşmuştu. İlginç olan, bunların bazılarının kısa zamanda sanki hiç var olmamış gibi silinip gitmesiydi, 

 Mel’ in bedeni yeniden o garip ve çekici ışığı yaymaya başladı. Suyun içindeki çocuğun sadece başı dışarıda kaldı, kısa saçları sıçrayan sulardan ıslanırken yüzünde mimik yoktu. Yüz hatları geçen iki buçuk yılda keskin değişiklikler yaşadı, yakışıklı sayılmasa da simasında insanın ilgisini çekecek bir cazibe vardı. Mücadele meydan savaşına döndüğünden dinlenme süresi de arttı, genç çocuğun sudan çıkıp karaya ayak basması üç saati buldu. 

 “Savaş ateşim sönmeden bu işi bitirelim!”

 Kızıl yeşil yapraklı ağaca bakarak konuşan Mel, üç saat önce her yerinde cesetler olan toprakta rahatça yürüyordu. Ne kan, ne ölü beden, ne de daha önce burada olduklarına dair en ufak iz yoktu. Ağacın karşına geçip bağdaş kuran Mel, gözlerini kapatıp derin nefesler almaya başladı. 

 Kaslı bedeninden süzülen sular toprağa düşerken, kırmızı damarlar ağacın altında görülüyordu. İki saniye sonra kamçı misali titreyen binlerce enerji akımı Mel’e ulaştı, genç çocuğun bedeni titremeye başlasa da gözlerini sımsıkı kapalıydı. Aynı anda kollarındaki damarlar şişmeye başladı, yeşil yılanlar birbirine girmiş dövüşüyordu. Ağacın dalları da şiddetle sallanıyor, dökülen yapraklar girdaba kapılmış gibi Mel’e doğru yöneliyordu. Önce ayaklarının dibinde birikmeye başladılar ve ardından o kadar çoğaldılar ki birkaç on nefes sonra küçük bir tepe oluşmuştu. 

 “Neredeyim ben? Nefes alamıyorum!”

 Mel çılgınca bağırıyordu ama sesi çıkmıyordu, etrafını saran sıvının içinde hareket etmek çok zordu. 

 “Gerçek olamaz, az önce derin mirasa geçmeye çalışıyordum. Burası Enerji Sarayı gibi bir yer olmalı, zihnimde bir yere mi geldim yoksa?”

 Aklından aynı anda yüzlerce soru geçiyordu, paniğe kapıldı çünkü gerçekten nefes alamıyordu. 

 “Bir şeyler yapmalıyım, buradan kurtulmam lazım!”

 Kendi etrafında dönmeye başladı Mel, ağır ve yapışkan sıvının içinde ağır çekim hareket edebilse de gözlerini dört açarak çabaladı. Zaman akıp gidiyordu ama gözleri ortama alışamadığından kör hamleler yapmaktan başka şansı yoktu, debelenerek bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Ellerini öyle hızlı sallıyordu ki önündeki yoğun sıvıdan sıyrılıp akabileceği küçük kanallar açmayı sonunda başardı. 

 “Buldum, sonu varmış buranın. Eğer bu sert duvarı kırarsam, kurtulabilirim!”

 Mel’ in eli sert bir cisme çarptığında hareketleri durdu, bir süre yokladıktan sonra önüne çıkan engele vurmaya başladı. İçinde tutabildiği hava her pençede normalden hızlı tükenirken, Mel ardı ardına saydırıyordu. Bir dakika da bu şekilde geçince, genç çocuk vurduğu duvarın önünde gücünü kaybetmiş bir şekilde süzülür duruma geldi. 

 “Böyle olmayacak, tek bir kuvvetli vuruş yapmam lazım!”

 Mel, aklından geçen düşüncelerin ardından tuhaf yerde gözlerini açtığından beri ilk defa sakinleşti, bütün dikkatini içindeki gücü toplamaya odakladı. Amacı, ağacın karşısına oturduğundaki hislerini geri kazanmaktı ve birkaç saniye sonra ona akın eden kırmızı enerjileri hissetmeye başladı. Derisinden sızıp damarlarına ulaşmasını, bedeninin içinden geçerek ellerine varmasını izledi. 

 Eli çoktan üç parmaklı ejder pençesi formuna bürünmüştü ama bu sefer görünüşü bir başkaydı. Derisinin üzerinde büyük pullar vardı, üç parmağının ucunda uzun ve keskin görünen çıkıntılar belirmişti. Kolu dirseğine kadar pullarla kaplıydı, bu durum karşısında suratında hiç ifade yoktu Mel’ in. Sanki olması gereken buymuş gibi sakin bakıyordu, nefes alış verişi de kısa soluklardan uzun nefeslere dönüştü. 

 “Biraz daha, pençelerime biraz daha enerji lazım!”

 Pençelerindeki yeşil renkli ışıltı an ve an daha çok parlıyordu. İki eli bedeninin yanındaydı, doğru anı bekleyen bir ejder gibi vücudunu saldırı formuna soktu. 

 “Şimdi!”

 Son kırmızı enerji akımı bedenine girdiğinde, haykırarak saldırdı. Salladığı pençelerinden çıkan iki enerji akımı, kurtuluş umudu olan duvara sertçe çarptı. Bu sefer oldu. Daha önceki saldırılarından etkilenmeyen duvarın üzerinde çarpı şeklinde bir iz belirdi, ardından küçük çatlaklar etrafında yayılmaya başladı. Ufacık bir delik açıldı, sonunda bir kurtuluş umudu bulan Mel keyifle gülümsedi. 

 Sonra o küçük delikten içeri bir ışık demeti girdi,  genç çocuğun üzerine gelen ışık gözlerini kör edecek kadar parlaktı.Kırmızı yeşil yapraklar havaya uçuştular ve çığlık mağaranın duvarlarından ilerleyerek uzaklaşana kadar da yere düşmediler. Mel, gözlerini dedesinin ona bıraktığı mağaranın içinde açtığında, panik halinde etrafına bakındı. O yoğun ve yapışkan sıvının içinde olmadığını görünce ancak sakinleşti. 

 “Başardım, hissedebiliyorum. Pençelerim evrim geçirdi, içimde akan gücü hissediyorum!”
 
 Koşarak ağacın gövdesine sarıldı genç çocuk. Sevincini, iki buçuk yıl boyunca tek dert ortağı olan kişiyle paylaştı. Gözü, ağacı saran kollarına takıldı, yoğun sıvının içindeyken onları gerçekten birer ejder pençesine dönüşmüş halde gördüğünü hatırladı. O zaman sahip olduğu kudret aynı şekilde duruyordu ama görünüş olarak uzuvlarının normal bir insanın kollarından hiçbir farkı yoktu. 

 “Kristal kuklalar, bekleyin beni! Bakalım artık bana direnebilecek misiniz?”

 Bedenine yapışan birkaç yaprağa aldırmadan fırladı, hedefi dövüş alıştırmaları için yapılmış salondu. Kemerli kapıdan geçince durmadı, kristal kuklaya doğru pençe haline gelen elini salladı. Üç kanaldan oluşan enerji dalgası havayı yararak ilerledi, iki saniye sonra kuklanın üzerinde patladığında yüksek tavanlı salon çıkan sesle inledi. Sonuç muhteşemdi, parlak kristal kuklanın üst bedeni parçalanmıştı, hatta arkasındaki diğer hedefin kollarından biri yoktu. 

 “İşte bu, artık sizi vurmadan da parçalayabiliyorum!”

 Pençelerde biriken enerjiyi temas etmeden hedefe ulaştırmak, Ejder Pençesi’ nin ikinci kısmının amacıydı ama belli ki Mel kristal kuklaları daha önce bu şekilde parçalayamıyordu. 

 “Sığ Miras’tan Derin Miras’a geçtiğime göre, kitabın okuyamadığım yerlerini görmem gerekiyor!”

 Hemen kendisine miras kalan kitabı çıkardı. Eskiden iki eliyle zor taşıdığı kitap, şimdi ellerinde çok daha rahattı. 

 “Tahmin ettiğim gibi, boş sayfaların bazılarını okuyabiliyorum.”

 Bir eliyle sayfaları hızla çevirirken, olduğu yerde duramayıp dövüş salonunun içinde turlamaya başladı Mel. Gözleri bir büyüyor, bir ufalıyordu, sonra nedendir bilinmez sakince nehrin kıyısındaki ağacın dibine gelip oturdu. 

 “Dostum, sana bir haberim var!”

 Ağacın nedir diye sormasını beklermiş gibi bir süre konuşmadı. 

 “Ormandaki günlerimiz sona eriyor ama korkma, istersen sen de benimle gelebilirsin. Hatta hiç ayrılmamamız bile mümkün, her şey senin seçimine bağlı!”

 Yeniden sessizliğe büründü Mel, onun aksine sırtını yasladığı ağaç dallarını genç çocuğun bedenine sararak cevabını verdi. 

 “Derin mirasa adım attığımdan beri bu mağarayı Ruh Sarayı’ma özümseme hakkı kazandım, hazırlıklara hemen başlamalıyız!”

 Mel, kitaba döndüğünde mağaranın arıtılma talimatlarını gördü, gereklilikler fazla değildi ve en önemlisini karşılayabiliyordu. 

 “Ejder soy hattına sahip olmak en önemlisi, onun dışındakiler gerekli enerjiyi sağlamak için kullanılacak maddelerden oluşuyor!”

 Mel, iki buçuk yıl içinde bine yakın yaratık çekirdeği elde etmiş ama işlevlerini bilmediği için sadece depolamıştı. Şimdi onları kullanma vaktiydi, mağaradan çıkıp bir düzen kurdu. Beş köşeli yıldız figürüydü bu ve iki çizginin birleştiği her noktada küçük bir yaratık çekirdeği yığını vardı. 

 Mel, on tepecikten oluşan figürün ortasına gelerek bağdaş kurdu, birkaç dakika sonra bileklerini keserek en yakınında bulunan yaratık çekirdeği tepeciğine damlattı. Bu andan sonra düzeni oluşturan çizgiler titremeye, beş saniye geçmeden de içlerindeki enerjiyi gökyüzüne doğru serbest bırakmaya başladılar. 

 Yerdeki sembolün bire bir aynısı mağaranın üstünde de belirdi, iki şekil arasında enerji arkları oluşuyordu. Mel sakin duruşunu bozmadı, bileklerindeki yaralar kapanmıştı. Haline bakılırsa, mağarayı arıtıp Ruh Sarayına almaya odaklanıyordu. Dakikalar geçtikçe arklar fırtınaya dönüştü, mağaranın merkez olduğu on kilometre çapındaki alanda doğanın kanunları değişti, bütün düzen alt üst oldu. 

 Mel çıplaktı. Ayini gerçekleştirmek için kutsal ejder bedenini temsil eden vücudun üstünde, hiçbir kirlilik olmamalıydı. Gözlerini açtı genç çocuk, mercan yeşili bir ışın fırlayıp fırtınaya karıştı. Bu anlarda sırtında bazı değişiklikler oldu, omuzlarının altında kalan alanda iki ejder pençesi çizimi görünmeye başladı. Canlı gibiydiler, dikkatli bakan biri ufakta olsa hareket ettiklerini görebilirdi. 

 “Geri dön,” diye bağırdı Mel. Göğsünün ortasında bir girdap belirdi ve mağara hızla bu girdabın çekimine kapılarak, Mel’in bedenine girerek kayboldu. Sırtındaki dövmede mağarayla beraber hiçliğe karışırken, yerde ve gökte beliren semboller de yavaşça dağıldı.

Mel, eskiden mağaranın olduğu yere boş gözlerle bakmayı sürdürdü, hayatının en önemli zamanlarını burada geçirmişti. Sayısız ölüm tehlikesinden sonra kendini attığı sığınağıydı, içindeyken kimsenin ona bir şey yapamayacağını düşünürdü. 

 “Yola çıkma zamanı geldi, Dip mirasa erişmek için dedemin bıraktığı talimatlara uymam lazım!”

 Üzerine sade bir cüppe çekerek yürümeye başladı, sırtını batan güneşe doğru vererek sık ağaçlardan oluşan ormanı geride bırakıyordu. Fiziksel gelişimi insanlık sınırlarını aşmıştı. On dört yaşına yaklaşmış olsa da on yedi yaşından küçük göstermeyen Mel, günlük iki saat dinlenmeyle yürüyüşüne devam etti. 

 İkinci günün gecesi ormanın sınırlarını terk etti, dik bir uçurumdan aşağı inerek uçsuz bucaksız gibi görünen ovaya adımını attı. Dönüp baktığında, belli bir amacı olmayan kimsenin bu dik yamacı tırmanmayı göze alamayacağını gördü. İnerken pek fark etmese de uzunluğu neredeyse bulutlara değecek kadar yüksekti. 

 “Köyüm, dedem ve bütün geçmişim bu yüksek yamacın ardında kaldılar artık bana verilen göreve sıkı sıkıya sarılma zamanıdır. Yeşil Gölge Akademisi, dedemin gitmemi istediği yer. Haritada yerini işaretlemiş, tahminen iki aylık yolum kaldı!”

 Genç çocuk kitabı açtığında, iki sayfaya yayılmış bir harita gördü. Üzerinde, yuvarlak içine alınmış Yeşil Gölge Akademisi dışında, birçok isim ve şekil vardı. Sol alt köşede Sapa Diyar yazısı büyük harflerle vurgulanmıştı, uçurumu andıran yüksek yardan indiği yer, sağ alt köşede görünüyordu. 

 Buna bakarak, doğduğu köyün diğer yerleşim birimlerinin oldukça uzağında olduğunu keşfetti. Belki, insanların böyle bir yerin varlığından dâhi haberleri yoktu. Dedesi, özellikle köylerini tercih etmiş olmalıydı; herkesten, insanlıktan uzakta saklanıyordu. 

 Gece olduğunda yolunu şaşırmadı, haritada yıldızların konumu ve bunları okumanın yolları belirtiliyordu. Gün doğumuna yakın bir mağaraya girerek dinlenmek istedi. Her gün, gecenin ışığa kavuştuğu anlarda, iki saatlik dinlenmesini gerçekleştiriyordu. Mağara girişinde bir süre durdu, içeriden hava akımı gelmediğine emin olunca girdi. 

 Sırtını yaslayacak düz bir duvar bulmak amacıyla etrafına bakınarak yürüyordu ama içerideki karanlık buna engel oluyordu. Derken bir parıltı gözüne çarptı ve kendini hızla sağa doğru savurdu, Mel, bunun doğal yollarla oluşan bir şey olmadığını anladı. Ardından bir hırlama yankılandı ve kafasına doğru gelen kocaman çeneyi gördü. Gözleri daha karanlığa alışmadan saldırıya uğradı, sadece içgüdülerine güvenerek kıl payı kurtuluyordu saldırılardan. 

 “Ahhh!”

 Koluna inen dev pençenin acısıyla inledi Mel, kendini yere atarak bir duvara vurana kadar yuvarlandı ama çarptığı sadece sert duvar değildi. Sırtında daha yumuşak bir şeyler hissetti, panikle döndüğünde gözlerine inanamadı. 

 “Demek bu yüzden!”

 Dört tane yaratık vardı, bir yaşındaki küçük çocuklar kadar olan gövdeleriyle ona bakıyorlardı. Neler olduğunu anladı Mel, istemeden birilerini rahatsız etmişti. 

 “Sakin ol, yavrularına zarar vermeyeceğim!”

 Ağzından salyalar saçan siyah gölge, hemen bir adım önünde belirdi. Kürklü bedeninin yüksekliği üç metreden fazlaydı ve az önce onu yaralayan pençenin boyutları, normal bir insan elinin dört katı büyüklüğündeydi. Tehdit dolu bir kükreme savurdu yaratık, dev çenelerini açarak her an Mel’ in kafasını koparacakmış gibi tetikte duruyordu. 

 “Sana, yavrularına zarar vermeyeceğim dedim!”
 
 Tehlikenin geçmediği gören genç çocuk bir kez daha aynı sözleri söyledi ama bu sefer kendi savaş arzusunu da serbest bıraktı. Kürklü yaratık bir adım geri attı, yarısı büyüklüğündeki insandan taşan enerji içgüdülerini harekete geçiriyordu. Hasmının geri çekildiği gören Mel yavaşça yerinden kalktı, yavruların yanından ayrılıp mağaranın girişine doğru ilerledi. Dışarı adımını attığında, sağ kolunu kapatan kıyafetin parçalandığını gördü, oluşan kesik derisinden geçip kaslarına kadar ulaşıyordu. 
 “Ölüm döngüsüne girdik ama geçerli bir nedenin vardı. Bugünlük hayatını bağışlıyorum!”

 Kayalıklardan ovaya indiğinde üstündeki kıyafeti çıkarıp attı, yüzüğündeki iyileştirici bitki karışımlarından birini alıp açık yarasının üzerine döktü. Bir iki saniye sonra kolunun üzerinden dumanlar çıkmaya başladı. Kesik yerlere et doluyor, yaranın etrafı eski rengine dönüyordu. Kesiğin üzerini örtüp hafif bir üstlük giydi, güneş tepeye ulaşıyordu ve geniş düzlükte ondan saklanacak hiçbir yer yoktu. 

 Koluna aldığı yara hayati bir öneme sahip değildi, çabucak iyileşti ama bu olaydan sonra genç çocuk etrafına karşı daha temkinli olmaya başladı. Yürüme hızı çok düşmedi, değişen Mel’ in algısını ve içindeki vahşi enerjiyi her an kullanmak için hazır tutmasıydı. Gündüz ortalıkta vahşi yaratıkların izine rastlayamadı. 

 “Bu gidişle, sabah olduğunda istediğim yere varmış olacağım. Geceyi geçirecek bir mekân bulsam iyi olacak!”

 Gündüzün yakıcı havasının aksine, geceleri insanın kemikleri donduracak bir soğuk saklandığı yerden çıkarak ortalığı kasıp kavuruyordu. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali, bulduğu uzun bir ağacın tepesinde geceledi Mel. Yürüdüğü günler boyunca havada uçan bir canlı görmemişti ve konakladığı küçücük koruya da tamamen hâkimdi. Alışkanlığını bozmadan iki saat uyumak istedi ama sona doğru gelindiğinde yolculuk onu erken teslim aldı, güneş ilk ışıklarını üzerine düşürdüğünde hâlen uyuyordu. 

 “Kahretsin, uyuya kalmışım!”

 evik bir hareketle daldan ağacın gövdesine geçip, pençeye dönüşmüş ellerini kullanarak aşağı indi. Toprağa ayağını basar basmaz da koşmaya başladı, yetişmesi gereken bir varış tarihi olmasa da planladığı düzenini bozmak hoşuna gitmedi. Yarım günlük koşudan sonra görüş alanı dramatik bir biçimde değişti, günlerdir seyahat ettiği kurak topraklar bir anda yeşillenmeye başladı. Öyle yavaş yavaş değildi bu değişim, sanki birileri hususi olarak iki yeri böyle tezat bir halde bırakmıştı. 

 “Hava nemlendi, yakınlarda büyük bir orman olması lazım!”

 Tahmininde haklı çıktı Mel, ufuktaki yüce dağların eteklerinde oluşan vadiler, yeşilin her rengiyle bezenmişti. Doğanın canlılığını hissedebiliyordu, bitkilerle enerjisinin belli oranda etkileşime girebildiğini bile keşfetti. 

 “Dedem hususi olarak buraya gelmemi istediyse, bir bildiği vardır. Şu dağları aştığımda varmış olacağım!”

 Dağların yamacından kendi kendine konuşarak ilerleyen Mel, hedefinin yüksek engellerin ardında olduğunu sanıyordu ama gözleri onunla aynı fikirde değildi. 
 
 Ne kadar çok dağ var burada!”

 Haykırmasında hiç tuhaf bir yan yoktu, çıktığı hafif yükseltinin bitimindeki manzara, hayatını insanlıktan uzak bir dağ köyünde yaşayan Mel için nefes kesiciydi. Birbirinin üstüne binmiş dağ sıraları onu selamlıyordu. Tepelerini kaplayan sislere inat, kalan kısımlarından hayat fışkırıyordu. 

 “Yeşil Gölge Akademisi, demek böyle bir yermiş!”

 Haritada işaretlenen yere geldiğini bilmek için vahşi yaratık derisinden yapılmış parşömene bakmasına gerek yoktu, kafasını nereye çevirirse çevirsin senin yerin burası çağrılarını duyuyordu. Sonra uzakta bir yapı görür gibi oldu, yine bir dağdı ama sanki orada doğal olmayan şekiller vardı. Soluk alıp vermesi hızlanan, her nefeste on adım alan Mel, çok geçmeden tam olarak neyi anlamaya çalıştığını tüm haşmetiyle gördü. 

 Doruğunun nereye kadar uzandığını anlayamadığı bir dağın içi oyulmuş, oluşan boşluğa da yüksek bir sur ve binlerce ev yapılmıştı. Güneş neredeyse tepeye varıyordu, her yeri aydınlatmayı başarmıştı ama bir tek doğal taşlardan oluşmuş şehrin toprakları gölgeydi. Alışılmışın aksine siyah bir karartı yoktu yerleşimde, havada süzülen bir perde inceliğindeki yeşil esinti usulca örtüyordu üstünü bütün toprağın. Kalbi yerinden çıkacak gibi atan Mel, soluklanmayı beklemeden yeniden koşmaya başladı. Etrafındaki insanlardan dolayı yürümek zorunda kalana kadar da bunu sürdürdü. 

 “Dur bakalım, nereye gittiğini sanıyorsun?”

 Sur şeklinde oyulmuş dev kayanın üzerine açılmış kapılardan birine yönelen Mel, girişte bekleyen iki adam tarafından durduruldu. Ellerindeki büyük baltaları çapraz olarak önüne kapatan ikili, sert bakışlarla onu süzüyordu. 

 “İçeri girmek istiyorum!”


 Mel, amacını açıkça söyledi, bu hali kaba bıyıklı nöbetçiyi biraz kızdırdı. 

 “Cahil çocuk, burası her elini kolunu sallayanın girebileceği bir yer mi? Neden geldin?”

 Sesi haşindi, onunla beraber Mel’ in arkasında biriken kalabalıktan da homurtular duyuluyordu. Şaşkınlıkla etrafına bakınan genç çocuk hızlıca cevap verdi. 

 “Yeşil Gölge Akademisi’ne girmek için geldim!”

 Az önce acımasızca bakan adamların hali bir anda değişti, silahlarını Mel’ in gözünün önünden çektiler. 

 “İzin madalyonunu görebilir miyiz?”

 Hitapları bile değişti. Genç çocuk, üzerindeki tek madalyon olan dedesinin bıraktığı yadigârı gösterdiğinde, ortamdaki gerginlik tamamen dağıldı. 

 “Yeşil Gölge Akademisine hoş geldiniz. Giriş ücreti olan on vahşi yaratık çekirdeğini ödedikten sonra içeri girebilirsiniz!”

 Her şey iyi giderken bomba son anda patladı, yaratık çekirdeklerini mağarayı rafine ederken kullanan Mel, şu an çulsuzun önde gideniydi. 

 “Üzerimde yaratık çekirdeği yok. Yakınlarda, avlayabileceğim yaratıklar var mı?”


 İri omuzlu, geniş gövdeli genç çocuk ne kadar gürbüz olsa da siması hâlen on dört yaşındaki birinin naifliğine sahipti. 

 “Çıldırdın mı sen? Yakındaki ormanın içinde bulunan yaratıkların en zayıfı, bedenlerinde doğanın gücünü dolaştırmayı başarmış canlılardır!”


 Nöbetçilerden temiz traşlı olan Mel’ in kolunu tuttu, birkaç saniye sonra dostça nasihat etmeye başladı. 

 “Daha Ruh Gücü emme aşamasına adım atamamışsın, eğer oraya gidersen sonun ölüm olur!”

 Mel, iki nöbetçinin ne hakkında konuştuğunu hiç bilmiyordu. Adeta, hayatı boyunca duymadığı bir dil konuşuyorlardı. 

 “Genç dostum, akademinin giriş sınavları üç içinde başlıyor. On yaratık çekirdeği bulursan ne âlâ, yoksa şansına küs!”

 Sırada, hemen Mel’ in arkasında duran adam sabırsızlanmıştı ama önündekinin akademiye giriş sınavı için geldiği bildiğinden kabalaşamıyordu. Tam bu anda gerilerden bıçak gibi keskin bir ses duyuldu. 

 “Kim demiş şansına küsmesi gerektiğini?”


 Kalabalık hiçbir talimat olmadan ayrıldı, oluşan boşluktan iki kişi yürümeye başladı. Mel’ den bir kafa daha kısa boya sahip, uzun düz saçlarını kurdeleyle toplamış, mavi cüppeli genç bir çocuk ve düz kırmızı elbisesinin eteklerini savurarak yürüyen kız, nöbetçilere doğru yaklaştı. Kızın saçları, kafasının üzerinde iki topuz şeklinde toplanmıştı. Onları tutmak için soktuğu uzun tahta çubuklar, görenleri hayrete düşürüyordu. 

 “Biz de akademinin giriş sınavı için geldik!”

 Delikanlının konuşmasından sonra ikili madalyonlarını çıkarıp kapıyı koruyan nöbetçiye doğru uzattı. Neler olduğunu anlayamadıkları için şaşıp kalan kalabalıktan çıt çıkmıyordu. 

 “Kişi başı 10 vahşi yaratık çekirdeğini verdikten sonra girebilirsiniz!”

 Kapıda duran ikilinin eski sertliği gitmişti ama görevlerinin bilincinde olduklarını belli etmek ister gibi yüksek sesle konuşuyorlardı. Genç çocuk etkilenmiş gibi durmuyordu, elini beline uzatarak çıkardığı keseyi nöbetçiye doğru uzattı. 

 “Burada tam 30 vahşi yaratık çekirdeği var, üçümüz için yeterlidir sanırım!”

 Kaba bıyıklı adam hızlıca sayıyı doğruladığında, baltalarını yana çeken nöbetçiler akademinin giriş sınavı için gelen üçlüye yolu açtılar. 

 Haydi arkadaşım, içeri girelim!”

 Seslendiği kişinin boş gözlerle etrafa baktığını gören mavi cübbeli genç çocuk, hızla Mel’ in koluna girdi. Birkaç nefes sonra, iki erkek ve bir kızdan oluşan grup dev surların koruduğu yerleşim alanına adımları attılar. Yerleşim alanına girdikleri gibi havanın değiştiğini deneyimlediler. Daha taze, daha ferah ve her nefeste insanın içini enerjiyle dolduran bir histi. 

 “Söyledikleri kadar varmış, kasabamızdan sonra burası cennetten bir köşe gibi!”

 enç kızın yanakları hafifçe kızardı, doğal güzelliğinin üzerine gelen bu durum karşısında, Mel nereye bakacağını şaşırdı. 

 “Şey, giriş ücretini ödediğiniz için teşekkür ederim. En kısa zamanda borcumu geri ödeyeceğim!”

 Yanında yürüyen ikiliye göre, bedensel özellikler bakımından daha alımlı duran Mel, iş kıyafete gelince tam tersi bir durumdaydı. Yüzüğünün içinde görenleri kıskançlıktan çatlatacak kadar güzel cübbeler veya boydan boya işlemeli bornozlar vardı ama genç çocuk dikkatleri üzerine çekmemek için bunları giymedi. Onun aksine, kapıda tanıştığı ikiliden erkek olanı göz kamaştırıcı duruyordu. Saçı, kıyafeti ve yaydığı aura, yanlarından geçtikleri insanların ona odaklanmasını sağlıyordu. 

 “Arkadaşım bunu dert etme, bizi kader buluşturmuş olmalı!”

 Sesi de etkileyiciydi, Mel’ in mahcup halini bastırmak için yavaş ve yumuşak konuştu. Onun ardından kız lafa girdi. 

 “Arkadaşız diyoruz ama hâlâ tanışmadık. Ben Marvina, bu da abim Edgan.”

 Kız bir nefeste kendisini ve yanındaki genç çocuğu tanıttı. 

 “Benim adım Malcom ama kendimi bildim bileli herkes bana Mel der!”

 “Tanıştığımıza memnun oldum Mel, çok uzun yoldan geldik. Sohbetimize yemek yerken devam edelim mi?”

 Edgan’ın önerisiyle beraber, üç genç kalabalık sokaklardan ilerleyerek salaş bir hana girdiler. Burası, tamamı ahşaptan yapılmış üç katlı bir yerdi. Binanın stili, genel olarak yerleşimdeki yapıların karakteristik özelliklerini yansıtıyordu. Ufak ama bol pencereli dış cepheler ve yapı malzemesi olarak ağaç gövdelere sahiptiler. Yakınlardaki sık ormanlık alanın etkileri, en çok binalarda göze çarpıyordu. 

 Mel, burada para geçiyor. Umarım yine ben ödemek zorunda kalmam!”

 Uzun saçlarını cübbesinin sırt kısmına sokan genç çocuk, hınzır bir ifadeyle konuştu. Hareketinin Mel’i zora sokacağını düşünürken, hiç beklemediği bir tepki görecekti. 

 “Para derken, bundan mı bahsediyorsun?”

 Masada oturan kaslı gencin elinde bir anda mor bir nesne belirdi, dört köşeye sahip ve ortasında ufak bir delik vardı. 

 “Mel, çabuk sakla onu!”

 Ne olduğunu anlamadan, Marvina Mel’ in elindeki parayı kaparak hemen masanın altına indirdi. Yüzünde heyecanlı bir ifade, gözlerindeyse gündüz gözüyle hayalet görmüş birinin inanılmazlık dolu bakışları vardı. 

 “O parayı, nereden buldun?”

 Edgan sandalyesini öne çekip basit giyimli gence sorusunu sorduğunda, hemen kulağının dibinde bir ses çınladı. 

 “Genç efendiler sipariş vermek isterler mi?”

 Hanın garsonu, açık yakasından taşan koca memelerini yakışıklı çocuğun ağzının içine sokarak araya girdi. Yaptığı kura bakılırsa, az önce yaşananların farkında değildi. 

 “Vahşi yaratık göğsünden yapılmış yahni istiyoruz!”

 Sorunun cevabını sokulduğu gençten bekleyen garson, Marvina’nın sözleriyle irkildi. Genç kız, abisine yanaşılmasından hoşlanmadığı belli etti. Korumacı kızı gören garson, siparişi alarak masadan ayrıldı, üç genç yine birbirlerine yakınlaştılar. 

 Neden bu kadar şaşırdınız?”

 Mel, duruma anlam veremediğinden kısık bir sesle konuştu. 

 “Mel sen ciddi misin? Şu anda elimde olan şeyin ne olduğunu bilmiyor musun? 

 Soru üstüne soruya maruz kalan Mel donup kaldı. Kardeşinin onu çok sıkıştırdığını gören Edgan, eliyle kıza dur yaparak konuşmaya başladı. 

 “Arkadaşım nereden geldiğini bilmiyorum ama senin bazı şeyleri acilen öğrenmen lazım. Parmağındaki basit görünümlü metal parçası sanırım alanlar arası boşluk içeren değerli bir eser.”

 “O elindekinden her önüne gelende bulunmuyor, öyle ortalık yerde sakın kullanma!”


 Söylenenleri dikkatle dinleyen Mel, anladığını belli edercesine kafasını bir aşağı bir yukarı salladı. 

 “Mor paraya gelirsek o diğerinden de beter. Önce bir şey soracağım, para birimlerini biliyor musun?”

 Mel, ufak bir dağ köyünde yaşayan basit bir çocuktu, bugüne kadar parayla işi olmadığından cevabı çok basit oldu. 

 “Hayır”

 İki kardeş önce birbirlerine baktılar, ardından dumanı tüten yahniler masaya geldiği için kısa bir süre konuşmayı bıraktılar. Ne zamanki iri memeli garson yeterli uzaklığa ulaştı, yakışıklı çocuk fısıltıyla konuşmaya başladı. 

 “Dünyada, insani ihtiyaçları karşılamak için madenlerden yapılmış paralar kullanılır. Bak, bunlar bahsettiğim paralar!”

 Cübbesinin içine elini uzatıp bir kese çıkaran genç çocuk, içinden üç çeşit yuvarlak cisim çıkarıp masaya koydu. 

 “Bu bakır para, bu gümüş, bu da altın olan!”

 Elini bakırın üstüne koyarak konuşmaya devam etti. 

 “Bundan yüz tanesi bir gümüş, yüz gümüş de bir altın yapıyor!”

 “Peki, benim elimdeki neydi o zaman!”

 “Acele etme oraya geliyorum.”

 Dış dünyaya açılan Mel suya batırılmış sünger gibiydi, sürekli yeni şeyler öğrenmek istiyordu.  

 “Madenlerden sonra, Hükmetme seviyesi ustaların kendi ruhsal enerjilerini aktardığı yeşimler var. Madenlerden çok farklı seviyedir bu paralar. Bir tanesi bin altın değerinde olsa da yetişimciler onları genellikle anlayış kazanmak veya içlerindeki enerjiyi özümsemek için kullanır!”

 Bilgiler zihnine akın ederken, Mel karşısındaki genç çocuğa hayran gözlerle bakmaya başladı. Onun her kelimesinde, dünyanın aslında ne kadar büyük olduğunu keşfediyordu. 

 “Şu an Marvina’nın saklamaktan yemek yiyemediği nesneyse, daha önce sadece kitaplarda okuduğum bir şey olmalı. Bir Olma seviyesindeki vahşi yaratıkların çekirdeklerinden yapılmış Mor Kristal Jetonu, değeri konusunda hiçbir fikrim yok!”

 İri gövdeli çocuk son sözü duyduğunda hafifçe titredi. Bir Mor Kristal Jeton’ a bu kadar heyecanlanan ikilinin, yüzüğün içindeki miktarı görmeleri halinde kafayı yiyebileceklerini düşündü. 

 “Uyarı için çok teşekkür ederim, size bir kez daha borçlandım!”

 Mel, yüzük olan elini masanın altından yavaşça Marvina’nın Mor Kristal Jetonu tutan eline uzattı. Bir saniye sonra, dört köşeli mor nesne hiç var olmamış gibi kayboldu. 

 “Yemeğin soğuyor, lütfen!”

 Küçük kriz aşılınca, önlerinde duran derin kâselerin içindeki sulu yemeği iştahla yediler hatta Mel o kadar beğenmişti ki iki kâse daha yemeden duramadı. 

 “Mel, senden gelen bir ruh gücü hissedemiyorum. Yoksa bedensel eğitim alan biri misin?”

 Sol eliyle kafasını kaşıyan Mel, mahcup bakışlarla etrafı süzmeye başladı. Kısa zamandır birbirlerini tanıyor olsalar da Edgan bu halin anlamını biliyordu. 

 “Sanırım bunları da bilmiyorsun ama kusura bakma, bugünlük benden bu kadar!”

 Yakışıklı genç durdu ama kız kardeşinin böyle bir niyeti yoktu. 

 "Dövüşçü değilsen, akademinin hangi kısma girmek için geldin buraya?”

 Bu sefer verecek bir cevabı vardı. 

 “Bitki bölüme katılmak istiyorum!”       

 “Ne güzel, ben de Simyacı olmak için geldim. Abimse dövüşçülerin olduğu yere girecek!”
 
 Heyecanlanan kız sesinin ayarını kaybetti, söylediklerini duyan hanın diğer müşterileri onlara bakmaya başladılar. 

 “Sakin ol Marvina! Henüz yeterlilik testlerini geçmedim!”

 Akademinin yerleşim alanında binlerce insan, üç gün sonra başlayacak katılım testlerini bekliyordu, ortalık yerde böyle cesur söylemleri dile getirmek pek akılcı bir hareket değildi. 
 
 “Kusura bakma abi ama son iki buçuk sene öyle harika geçti ki. Hatırladıkça kendime hâkim olamıyorum!”

 İki buçuk sene lafının geçmesi Mel’i heyecanlandırdı, aralarında oluşan samimiyete de güvenerek sorusunu sordu. 

 “Edgan, iki buçuk sene önce ne oldu?”

 Yakışıklı çocuğun yanındaki kız, kabahat işlemiş gibi iki eliyle ağzını kapattı. Belli ki bu konuyu konuşmamak için aralarında sözleşmişlerdi. 

 “Marvina, senin bu çenen başımıza bela olacak gibi duruyor!”

 Edgan ilk defa sesini sertleştirerek konuştu. Ilımlı bakışları, çatılan kaşlarının etkisiyle uyarır bir hal aldı. 

 “Sadece laf olsun diye sordum, lütfen! Cevap vermene gerek yok.”

 Mel, keyifli ortamın kendisi nedeniyle bozulduğunu görünce konuşmaya başladı. Tepkisi Edgan’ın tavrını biraz yumuşattı, parmaklarını masaya vuran gencin gözleri de onları izliyordu. 

 “Şu anda bu konu hakkında konuşamam, hiç duymamış gibi davranabilir misin?”

 Konuşmadı Mel, kafasını sallayarak onayladı. 

 “Mel, biz kalacak bir yer ayarlamaya çalışacağız, katılmak ister misin?”

 Marvina kabahat işlemiş küçük çocuk gibi yaptığı sesiyle, içine kapanmış genç çocuğa seslendi. Mel kısa bir süre düşündü, ardından kendinden emin bir şekilde cevap verdi. 

 “İlk önce, Bitki Bölümünün sınavı için başvurumu yapmayı düşünüyorum. Ondan sonra biraz etrafta dolaşacağım.”

 Bütün şirinliğiyle yaptığı teklif reddedilince, Marvina omuzunu silkeleyerek masadan kalktı, abisi Edgan’ da onu izleyecekti. 

 “Hesaplar sende arkadaşım, böylece ödeşmiş olduk. Umarım bir daha karşılaşırız!”

 İki kardeş hanın kapısından çıkıp gidince, Mel koca memeli garsona işaret yaparak masasına çağırdı. Hesap beş gümüş para geldi, genç çocuk Edgan’dan gördüğü gibi elini kıyafetlerinin içine götürüp sanki kesesinden para çıkarıyormuş gibi yaparak, masaya altı gümüş bıraktı. 

 Garsonun yüzü ışıldadı, kılık kıyafeti göstermese de müşteri bonkör çıkmıştı. Yerlere kadar eğilip kapıya kadar uğurladı, hanın içindeki herkes olanları şaşkın bakışlarla izledi. Bir dakika sonra bonkör müşteri hızla geri girdi, koca memeli garsona bir şeyler sorup aynı hızla dışarı fırladı, bu tuhaf duruma da kimse anlam verememişti. 

 “Öyle fırladım gittim ama bitki bölümünün nerede olduğunu sormayı unuttum. İyi ki garsona bahşiş vermişim, yoksa arayıp duracaktım.”

 Mel kendi kendine söylenerek, tek katlı, fazla geniş olmayan ama uzunluk olarak diğer yapıların en az beş katı büyüklükteki binanın önüne geldi. Kapının üzerinde Bitki Bölümü Kayıt Ofisi yazıyordu, genç çocuk bunu okuyunca gülmeye başladı. 

 “Ne aptalım, garsona direkt Bitki Bölümü’nün yerini sordum, burasının sadece akademinin yerleşimi olduğunu bile anlayamadım. Kadın akademinin dağların içinde olduğunu söylediğinde, acaba suratım nasıl bir hal almıştı?”

 Hayatının neredeyse tamamını ücra bir kara parçasında geçiren Mel, yeni şeyler öğrenirken kendini komik duruma düşürmeden edemiyordu. Bunların çoğuna gülüp geçse de bazıları onu düşündürüyordu. 

 “Keşke o soruyu sormasaydım, acaba aramız açıldı mı? Marvina kızmış gibiydi, neden onlarla beraber gitmedim ki?”

 İçindeki sesler ağzından döküldü, ne kadar zamandır binanın önünde olduğunun farkında değildi. 

 “Kapının önünden çekilecek misin?”

 Mel, on dört yaşında bir çocuğa göre iri olan fiziğiyle geçişleri engelliyordu, bunu gören iki kız tam kulağının dibinde bağırmaya başladılar. 

 “Özür dilerim, lütfen buyurun!”

 Panikle yana zıpladı genç çocuk, bir yandan ona bağıran kızları inceliyordu. 

 “Köylü işte, ilk defa şehre gelmiş galiba!”

 “Kılık kıyafetine baksana, ezik!”

 Baştan aşağı bol fırfırlı ve şaşalı kıyafetlere bürünmüş kızlar, iki parmaklarıyla burunlarını kapatarak Mel’ in yanından geçtiler. Genç çocuk bu hareket üstüne istem dışı kendisini koklasa da pis bir koku alamadı, kızların neden bu şekilde davrandığını anlayamıyordu. 

 “Girip şu işi halledeyim, ardından ait olduğum yere dönmeliyim!”

 Mel, yüksek kapıyı ittirerek içeri girdi. Sağlı sollu dizilmiş ve binanın sonuna kadar uzayan masaları gördü. Hepsinin başında bir kişi vardı, kayıt olmak isteyenler onlara doğru gidiyorlardı. Genç çocuk girişteki kalabalığın arasından sıyrılıp binanın arka taraflarına doğru yürüdü, gözleriyle boş bir masa arıyordu. En sonunda, neredeyse binanın bitimine gelmişken bir tane buldu. Vakit kaybetmeden, kafasını iki kolunun arasına koyarak masaya yaslanmış adamın karşısına oturdu.

“Efendim merhaba, kayıt olmak için geldim!”

 Sesi gür ve neşeliydi, kıpır kıpır haliyle oturduğu yerde duramıyordu. Mel’ in aksine, adam yavaşça kafasını masadan kaldırdı, yüzünde cüppesinin kol işlemelerinin izi vardı. 

 “Ne istiyorsun?”

 Mel, cevabını zaten verdiği soruyu duyunca şaşırdı. 

 “Söyledim ya efendim, Bitki Bölümü giriş sınavlarına kayıt olmak istiyorum!”

 Mel hariç herkes uyuklayan adamın ne demek istediğini anlamıştı ama genç çocuk ısrarla aynı sözleri tekrarladı. 

 “Başka masa bulamadın mı?”

 “Evet efendim, bir tek burası boştu ve ben de hemen koştum geldim!”

 Yanan ateşe benzin döküyordu Mel, yakınlardaki kayıt görevlileri işlerini bırakıp onları izlemeye başladılar. 

 “Yazık, zekâ özürlü galiba!”

 “Gidip Aksi Hanry’i bulmak için eşşek şansı olması lazım!”

 Kayıt görevlileri fısıltı halinde konuşurken, Mel’ in karşısında oturan adam söylenerek masanın gözünden kâğıt, ucunda sivri bir kemik olan tüy ve mürekkep kavanozunu çıkardı. 

 “Adın ne?”

 “Malcom ama herkes bana Mel der!”

 Malcom dedikten sonra yazmaya başlayan adam, ardından gelen sözlerden sonra kısa bir süre durdu, başını kaldırmadan karşısında oturan genç çocuğa baktı. Mel, görevlinin bakışlarına karşılığı gülümseyerek verdi, çevredekiler gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. 

 “Soyadın ne ?”

 “Yok!”

 “Dalgamı geçiyorsun ulan sen benimle!”

 Aksi Hanry elini masaya vurup kükreyince, yakındaki masalardan bir kahkaha yükseldi, uzun süredir kendilerini tutan insanlar sonunda koyuverdiler. 

 “Ne haddime efendim, gerçekten bir soyadım yok. Doğduğum köyde kimse böyle bir şeye ihtiyaç duymazdı!”

 Adam Mel’ in kılık kıyafetini baştan aşağı süzdükten sonra, “Anladık, soyadı olan birini de mi tanımıyorsun? Onu söyle bari” dedi. Mel’ in gözleri parladı, soyadı olan biri vardı, hem de onu çok iyi tanıyordu. 

 “Drago, soyadı olarak Drago yazabilirsiniz!”


 Bu sözlerden sonra gürültüyü duyup masanın yanına gelen insanlarda kahkahayı kopardılar. 

 “Aptal çocuk, yaşadığın dağ köyünde böyle bir soyadını nereden duyabilirsin. Kim bilir yerleşkenin içine girince kimin ismini duydun da geldin burada bana satmaya çalışıyorsun. Başını belaya mı sokmak istiyorsun!”

 “Mel adın, Malcom soyadın bundan sonra, şimdi nereden geldiğini söyle!”

 Kayıt memuru haşmetli soyadını çocuğa yakıştıramadığından, kendi kafasına göre bir kayıt ismi oluşturdu. Onun gözünde Mel, köyden gelmiş cahilin biriydi. 

 “Köyümün bir ismi yoktu?”


 “Yaban yazdım, şimdi madalyonunu çıkar ve kayıt işlemini tamamlayım!”

 Mel elini yalandan cüppesinin içine soktu, yüzüğündeki madalyonu çıkarıp kayıt memuruna doğru uzattı. Bunun üzerine Aksi Hanry, şöyle bir göz ucuyla yuvarlak metali inceleyip elindeki mührü kâğıt parçasına bastı. Çekmeceden küçük bir yeşim taş çıkararak Mel’e uzattı, verdiği nesneyi inceleyen çocuğun hâlâ başında durduğunu görünce de huysuz bir tonla homurdandı. 

 “Kayıt kabul nesnesi onun adı, surların dışına çıkarsan rahatça geri girmeni sağlar. Umurumda değil ama bu zayıf halinde değil surların dışına çıkmak, şehrin sokaklarında bile gezinme. Biri kazayla çarparsa, ölmen işten bile değil!”

 Tek katlı binadan çıkan Mel, kapıya doğru yürürken insanların gülüşlerine maruz kaldı. Aksi Hanry ‘nin son sözlerini duyan bu kişiler, genç çocuğa çöp muamelesi yapıyorlardı. 

 “Dedemin sözünden çıkamam; varsın beni güçsüz zannetsinler ne çıkar ki? Ben neler yapabileceğimi biliyorum nasıl olsa, bu bana yeter.”

 Mel, diğerlerini kafasına takmamayı küçük yaşında öğrendiğinden, yerleşimdeki halkın tavırlarından etkilenmedi. 

 “Yalnız, bu güç seviyelerini ilk defa duyuyorum. Hangisinin ne kadar güçlü olduğunu öğrensem, hiç fena olmaz.”

 Mel en büyük önceliğini belirledikten sonra yüksek duvarların dışına açılan kapılara doğru yürüdü, yavaştan kararmaya başlayan havaya aldırmadan sık ormanların göründüğü yere gitmek istiyordu. 

 “Çocuk, nereye gidiyorsun?”

 Geldiği kapıdan dışarı çıkamaya çalışan Mel, sabahki muhafızlardan biri tarafından durduruldu. 

 “Ormana gidiyorum.”

 Kaba bıyıklı adam sorusuna aldığı yanıtın ardından, tek kaşını kaldırarak bir süre Mel’i inceledi. 

 “Sen sabahki vahşi yaratık çekirdeği olmayan çocuksun. Kayıt olabildin mi?”

 Küçük yeşim taşı koynundan çıkarıp gösterdi Mel, bu onun sorunsuzca içeri girip çıkmasını sağlayacak yegâne şeydi. 

 “Aferin ama sana daha önce de söyledim, ormandaki en zayıf yaratıklar bedeninde doğanın gücünü dolaştırmayı başarmış canlılardır. Senin hiç ruh gücün yok, nasıl hayatta kalmayı düşünüyorsun?”

 Adam belki sertti, görevi gereği insanlarla sıcak ilişkiler kuramıyordu ama genç çocuğu ikinci defa uyarmak için öncelik aldı. 

 “Teşekkür ederim muhafız abi ama yine de gideceğim. Ben dağ köyünde doğdum ve son üç senedir ormanda yaşıyorum. Eğer kendimi koruyamayacağımı anlarsam, koşarak buraya kaçarım!”

 Adam Mel’ in konuşmasını dinledikten sonra hafifçe gülümsedi, ardından diğer nöbetçiye bir hareket yaparak laf anlatmaya çalıştığı çocuğu kenara çekti. 

 “Bak delikanlı, heyecanlısın ve her şeyi yapabileceğini düşünüyorsun ama gerçek dünya senin zannettiğin gibi işlemiyor. Bundan bir sene önce, oğlum da seninle aynı sözleri söyleyerek ormana doğru gitti.

Hırslıydı ve beden gelişimi yapan bir gelişimci olarak yaşına göre akranlarının önündeydi. Akademiye girmek istiyordu, öneri madalyonu almak için paramız yoktu. O da yaratık çekirdekleri toplayıp almak istedi.

 Büyük ihtimal bilmezsin, dövüşçü bölümü için ya bir etkiden öneri madalyonu alman ya da yerleşimin etrafındaki ormandan yirmi tane yaratık çekirdeği getirmen lazım!

 Oğlum zoraki olarak ikinci şıkkı seçti ve gittiğinin ertesi günü burada, tam bu kapıda kanlar içinde kucağıma devrildi!” 

 Mel hikâyeyi soluksuz dinliyordu, adamın suratındaki değişimler anlatılanın uydurma bir öykü olmadığı konusunda onu ikna etti. 

 “Oğluna ne oldu, muhafız abi? 

 Dağ gibi adam bu soru üzerine adeta ufaldı, yumruklarını öyle sıktı ki kemiklerin çıkardığı ses duyulabiliyordu. 

 “O günden beri yatalak, normal ilaçların iyileştiremeyeceği yaralara sahip. Üst düzey iksirler için de bizim paramız yetmiyor. Her gün onu, iyileşip seneye yapılacak sınava girebileceği konusunda kandırıyorum.
 Yaşasın diye kendi oğluma yalan söylüyorum, akademiye son katılım yaşı olan 16 sına kadar hayata tutunsun diye sakat oğluma yalan söylüyorum!” 

 Kendini sonuna kadar tutan adam ağlamaya başladı, bir senedir içinde tuttuğu her şeyi hiç tanımadığı bir köylü çocuğuna anlatmıştı. 

 “Umudunu kaybetme muhafız abi, gün doğmadan neler doğar. İki gün sonra sabah burada olacağım, beni bekle!” 

 Acılı adamı birkaç sözle daha teskin eden Mel, yönünü sık bitki örtüsünün hüküm sürdüğü yeşil alana çevirdi. Karanlık tamamen çökmüştü, birçok insan yerleşimin içine doğru koşar adımlarla ilerlemekteydi. 

 “Akademi sınavlarına girmek için buradan yaratık çekirdeği istiyorlarsa, demek ki ormanın içindekilerin çekirdekleri kolaylıkla ayırt edilebiliyor. Birkaç tane toplayabilirsem, muhafızdan benim için seviyelerini belirlemesini isteyebilirim!” 

 Mel planını yaptı, duyularını limitlerine kadar çekti ve nemli ormanın topraklarına adımını attı. Tüyleri diken diken edecek bir atmosfer vardı, dört bir yanı ağaçlarla kaplı alanda sakin adımlarla yürüyordu. 

 “Buradaki ağaçlar beni tehdit olarak görmeye başladılar bile, huzursuz olduklarını hissedebiliyorum. Yerleşimdeki evlerin onlardan yapılmasına bakılırsa haksız sayılmazlar, etkileşime geçmek hayalperestlik olur!” 

 Mel, hem yürüyor hem de durum değerlendirmesi yapıyordu, bu sırada arkasında kalan toprağın üzerinde bazı kabartılar belirmeye başladı. Uzun, ince bir yol şeklinde devam eden kabartılardan, açık yeşil bir ışık ara ara parlayıp söndü. Genç çocuğa birkaç metre kaldığındaysa, iki sivri dişe sahip bir kafa ok gibi hedefine uçtu. Mel’ in ensesine doğru ilerliyordu, insanın kolu kalınlığındaki uzun bir yılandı. Yan çevirdiği çenesinden sarkan iki diş savunmasız alana saplanmak üzereydi ama vahşi yaratığın bilmediği bir şey vardı. 

 Yıldırım gibi döndü Mel, ejder pençesi şeklini almış sağ eliyle yılanı boynundan yakalayıverdi. Çatal dili ağzından dışarı çıkmıştı, iki dişinden damlayan koyu yeşil sıvılar düştüğü toprağı aşındırırken, Mel keskin bakışlarını ona dikti. 

 “Öldürme döngüsüne giren ilk vahşi yaratık sendin demek, ellerimde öleceksin!” 

 Sağ elini sıktığında, acı bir tıslama ormanın içine doğru ilerledi, yılanın başı ve gövdesi iki farklı parçaya ayrıldı. Mel, çekirdeği çıkarmaya uğraşmadan yaratığı bütün olarak yüzüğüne aldı, etrafa yayılan kan kokusu onu huzursuz etti. 

 “Ölmeden önce attığı çığlık acıdan değildi, intikam istiyor. Kan kokusuyla birleşince tamamen açık hedef durumuna düşeceğim, acilen buradan ayrılmalıyım!” 

 Mel, dedesinin ona hazırladığı ormanda pek çok şey öğrendi. Kurtların tuzağına düşerek kaçmak zorunda kaldığı ve arıttığı mağaranın içinde yükselen ağacın yardımıyla kurtulduğu zamandan beri, avcılık yetenekleri sınıf atlamıştı. Yer değiştirirken yüzündeki yarayı elledi Mel, ne zaman bir zafer kazansa bunu yapardı, kendisini kibirden korumak için ritüel edinmişti bu hareketi. 

 Tahminleri doğru çıkıyordu, sinsi saldırısı sırasında yakalayıp öldürdüğü yılanın son çığlığını attığı yerde, yirmiden fazla yılan toplandı. Kan kokusunu alıyorlardı ama soydaşlarının ölü bedeni hakkında en ufak ipucu yoktu. 

 “Yılanı yakalamak kolay oldu, dedemin kitaplığı sağ olsun. Daha önce görmediğim yaratıklar hakkında bütün bilgiler oradaki kitaplarda yazıyordu, yoksa yerin altından yaklaşan vahşi yaratığın ne olduğunu bilemezdim!” 

 Mel, bitirdiği savaşlardan sonra durum değerlendirmesi yapmayı hiç ihmal etmedi. Zafer veya yenilgi fark etmeksizin neyi doğru, neyi yanlış yaptığını her seferinde gözden geçirirdi. 

 “Yılanların hareketliliği diğer canlıları da uyaracak, hepsi ormanda bir yabancı olduğunu biliyorlar. Esas oyun şimdi başlıyor, iki günümüz var, bakalım nasıl geçecek!”

 “Böyle bir şeyi ilk defa görüyorum!” 

 Mel, elinde tuttuğu kocaman çiçeğe bakarken şaşkınlıkla söylendi. Taç yapraklarının içinde, sivri dişlerin çevrelediği yuvarlak bir ağız vardı ve bu ağız biraz önce Mel’i bütün olarak yutmaya çalışmıştı. 

 “Bitki şeklinde vahşi yaratık veya ikisinin karışımı bir tür! Buraya gelenlerin çoğunun neden öldüğü belli oluyor!” 
 
 Yılanı öldürdükten sonra bir ağacın tepesine çıkarak geceyi geçirmek isteyen Mel, ansızın saldırıya uğradı. Dedesinin hazırladığı ormanda gecelerce sabahlamasa, kesinlikle bu saldırı sonrası ölmüş olurdu. 

 “Bakalım, bunun çekirdeği var mı?” 

 Eliyle dev çiçeğin gövdesini yarınca inceden bir titreme bedenine girdi, burada da durmayan titreşim önce ağaca, oradan da toprağa karıştı. Birkaç nefes sonra civardaki ağaçlar delicesine sallanmaya başladı, uzun dalları birbirlerine vuruyordu. 

 “Demek benim yerimi vahşi yaratıklara gösteriyorsunuz, şimdi işlerin nasıl yürüdüğünü tam olarak anladım!” 

 Mel, vahşi yaratıklarla ormanın içindeki ağaçların kader birliği yaptığını çözünce, daldan yere atlayarak hemen oradan uzaklaştı. Ağaçlar insanlar onları kesmesin diye vahşi yaratıklara, vahşi yaratıklar da açık alanda avlanmamak için ağaçlara muhtaçtı. 

 İşinizi bozmayacağım ama ölüm çemberine girmek isteyenlerin çekirdeklerini almam lazım!” 

 Ormana girmeye karar verdiğinde kendi sınırlarını görme amacını belirledi Mel, karşılaştığı durumlar onu bu yoldan geri döndüremezdi. Genç çocuk kararlıydı ama rakibi koca bir ormana hükmediyordu. Nereye gitse, ağaçlar vahşi yaratıklara onu bulmaları için yardım ediyordu. Böylece, küçük bir açıklığa vardığında etrafının yılanlarla sarıldığını gördü. 

 Ondan fazla yaratık sürekli hareket ederek tüm kaçış yollarını kapatmak isterken, arka beliren bir gölge sürünerek boşluğa, Mel’ in yanına geldi. Genç çocuğun bedeninden kalın gövdesinin üzerinde toplanarak, sallanmaya başladı. Halkalar şeklinde küçülttüğü bedeninin uzunluğu, Mel’ in iki katı kadardı. 

 “Patron sensin demek! Son kez uyarıyorum, çekip giderseniz sizi takip etmeyeceğim ama kalıp savaşırsanız sonunuz ölüm olacak!” 

 Büyük yılan ince bir tıslamayla karşılık verdi, onun bu hareketinden sonra civardaki diğer yaratıklar da aynı sesi çıkarmaya başladılar. 

 “O zaman başlayalım!” 

 Mel, dönülmez yola girileceğini görünce kollarını kaldırarak savaş duruşu aldı. Aynı anda çalılıkların içinden iki gölge kollarına doğru atıldı. Dev yılanın daha küçük versiyonu gibiydiler, hızlıca Mel’ in kollarına dolanıp bilekten omuza kadar olan kısma sıkıca yapıştılar. Küstahça tısladı patronları, tavrında daha bunlarla baş edemiyorsun der gibi bir hava vardı. 

 Bunu Mel’ de anladı, yılanlar kaslarını sıkarak kollarını koparmak isterken, o sadece gülümsüyordu. Öncesinden ders almış gibiydi yılanlar, pençelere hedef olup parçalanmamak için kendilerini kollara sarıp, düşmanın hareket kabiliyetini sıfıra indirmişlerdi. Yılanlar acımasızca kasılarak kollarını işe yaramaz hale getirmeye uğraşırken, genç çocuk bir kükreme salıp kollarındaki kasları kasmaya başladı. 

 İki gücün savaşı yaşanıyordu; biri dıştan içe doğru sıkarken, diğeri içten dışa doğru kendisini kasıyordu. Mel’ in bedeni yaşıtlarının sınırlarını çoktan aşmıştı ama özellikle kolları başka bir hikâyeydi. Mağarada bulunan ağacın yardımıyla özümsediği vahşi yaratık bedenlerinin bütün enerjisi, kollarındaki ejder dönüşümünü sağlamak için harcanıyordu. 

 Öyle görünmeseler de yılanların sıkarak yok etmeye çalıştığı kollar neredeyse bir ejderin uzuvları gibiydiler. Ardı ardına çıkan patlama sesleri de bunun kanıtıydı, uzun bedenleri parçalara ayrılan iki yılandan kalanlar yere düşüyordu. 

 “Daha çekirdek oluşturamamış astlarını ölüme yollamayı bırak, gücün yetiyorsa gel savaşalım!” 
 
 Mel, sadece insanların önünde ve ölüm çemberine girmemiş canlıların karşısında yumuşak başlıydı. Çizgiyi aşanlar onun diğer yüzüyle tanışıyordu, kararlı ve vahşi yanı dışarı çıkıyordu. Patron yılan diğerlerinin onunla baş edemeyeceğini anladı. Çekirdek oluşturmayı başarmış bir astını öldüren insanı, sayısal üstünlükle bastırma planı işe yaramayacak gibiydi. Yine de elindeki bütün kozları kullanmadan öne çıkmadı, dilinin ufak bir titreşimi sonrası gölgelerde saklanan yaratıklar hücuma kalktı. 

 “Madem ölmek istiyorsunuz, öyle olsun!” 

 Ejder pençesi halini almış iki elini bedeninin yanına çeken genç çocuk, onları hızla savurmaya başladı. Düşman henüz ona ulaşmamıştı ama onun ellerinden çıkan yeşil enerjiden oluşan pençeler çoktan hedeflerini buluyordu. Küçük açıklığın içi yılan cesetleriyle doldu, tek parça olan bir tane bile yaratık yoktu. Mel, ejder pençesinin ikinci aşamasına geçmişti, pençelerinde biriken enerjiyi bedeninden ayırıp düşmanına yollayabiliyordu. Civardaki ağaçlar da Mel’ in saldırılarından nasibini aldı, kırılan dalları ve yaralanan gövdeleri nedeniyle isyan eder gibi hışırtılar çıkardılar. 

 “Sakın bana kızmayın, yaratıklarla bir olup yerimi gösterirken düşünecektiniz bunları!” 

 Yaşananlar bundan ibaretti, yılanlar ona ulaşamadan pençe şeklindeki enerji saldırıları nedeniyle parçalara ayrıldılar. Destekçileri olan ağaçlar ağır hasarlar almıştı, Ölüm Çemberine girenlere karşı acıması yoktu Mel’ in. 

 “Kalın derini Enerji Pençeleri ile kesebilir miyim bilmiyorum ama denemek için sabırsızlanıyorum!”  

 Donup kalan dev yılana bakan genç çocuk, ellerini göstererek meydan okudu. Normal bir canlı olsa astlarının yaşadıklarını görünce döner kaçardı ama patron kademe yılan durum karşısında daha da sinirlendi. Yay gibi duran bedenini bir anda serbest bırakarak saldırıya geçti ve Mel’ de iki elinden çıkan Enerji Pençelerini üzerine yolladı. 

 Büyük bir gürültü koptu, patron yılan aldığı darbelere aldırmadan hızını koruyup Mel’e çarptı. Başını öne uzatıp, gövdesini mızrak gibi kullanarak genç çocuğa adeta saplandı. Darbeyi alan Mel geriye doğru savruldu, durması için ancak onlarca ağacı yıkması gerekti. En sonunda, hızı iyice azalınca, geniş gövdeli bir ağacın üzerine yapıştı. 

 Dev yılan meydan okurcasına yüksek sesle tısladı, rakibine gününü göstermiş bir savaşçının gururu vardı üzerinde. Diğer tarafta, Mel olduğu yerden onu izliyordu, yılanın gövde gösterisi bitince kımıldanarak gömüldüğü yerden çıktı. 

 “Üzerinde iz bıraktım ama henüz derini aşıp etini kesecek kadar fazla enerjiyi serbest bırakamıyorum. Gel, direkt pençelerim sana temas edince neler olacağını görelim!” 

 Bir kez daha birbirlerine hamle yaptılar. Bu sefer Mel, mızrak gibi gövdesine inen başın yanından sıyrılarak, uzun bedene pençesini taktı. Yeşil enerjiyle sarılmış eli sert pullarla kaplı deriyi yarıp ete dokunduğunda, hazin bir tıslamayı serbest bıraktı patron yılan. Ters yöne doğru olan hareketinin ivmesini durduramadı ve bedeni boydan boya yarıldı. 

 “Ejderhanın önünde küstahlık yapmaya cesaret eden bir yılana göre, çok da sert değilmişsin!” 

 Dövüşürken kendine güveni tavan yapsa da asla kibirli değildi. Düşmanın zayıf duruma düştüğünü görür görmez yeniden saldırdı. Amacı, el kadar geniş olan açık yarayı kullanarak daha fazla zarar vermekti. İstediğini yapıyordu genç çocuk, hareket kabiliyeti zayıflayan düşmanın kör noktalarından sinsice yaklaşıp, adeta kanayan yarasına parmak basıyordu. Vur kaç taktikleri dev yılanı deliye döndürse de yapacak bir şeyi yoktu, düşmanın hareket hızı ve çevikliği onu çoktan aşmıştı. 

 Öfkeyle tısladı patron yılan ama bu seferki diğer bağırışlarından farklıydı. Tınısı yardım ister gibiydi ve birkaç nefes sonra beklediği şey olacaktı. Yer sallanmaya başladı, yaralı dev yılanın acılı tıslamaları yanıt bulmuş gibiydi. Toprağın altından kamçı misali fırlayan kökler, Mel’ in bedenine yapışıyordu. On saniye geçmeden baştan aşağı kökler tarafından zapt edilmişti, sadece kalbinin olduğu yerde bir karış genişliğinde açıklık vardı. 

 “Bu kadar ileri gidebiliyorsunuz demek, siz de ölüm döngüsüne girdiniz!” 

 Mel sakindi ama dev yılan heyecandan delicesine titriyordu. Öleceğini düşündüğü an, son çare olarak yaptığı yardım çağrısına ağaçlar destek vermişti. Genç çocuk üzerine doğru gelen yılanı hissediyordu, eskisi gibi ileri atılamayan patron yılan ancak yavaşça sürünebiliyordu. 

 “Seçiminizi yaptınız! Eski dostum, sıran geldi!” 

 Mırıldanması bittiği an, Mel’ in bedeninden taşan yeşil enerji köklere girerek ilerlemeye başladı. Çok hızlıydı, geçtiği yerler kırmızıya dönerken toprağın içine giriyordu. Kurumuş yaprak misali döküldü kökler, genç çocuğun kaslı bedeni gözler önüne serildi. Patron yılan yolu ancak yarılamıştı ki donup kaldı, kafasını çevirip etrafına bakmaya başladı. Çağrısına cevap veren ağaçlar an ve an çürüyor, bir yığın tahta parçası olarak yere düşüyorlardı. Yeşil enerji kırmızıya dönerek kaynağa, yani Mel’e doğru yola çıkıyordu. 

 “Size dokunmak istemiyordum ama bu sonu siz seçtiniz. Sabretmediğimi söyleyemezsiniz?” 

 Enerji sarayının bahçesine arıttığı mağaranın içindeki ağaç, bir sağa bir sola sallanıyordu. Yirmi metre çapındaki alanda bulunan bütün ağaçların enerjilerini emdikten sonra çok mutlu bir haldeydi. 

 “Sana gelelim patron yılan! Hayatın burada sona eriyor!” 

 Af diler gibi öne eğildi dev yılan, buna nazaran Mel tek adımda aradaki mesafeyi alıp sağ elini kafasından içeri soktu. 

 “Kusura bakma, bunca olandan sonra mümkün değil!” 

 Mel’ in sakin ve çekingen tabiatı, ölüm döngüsüne girenlere karşı tamamen değişiyordu. Kesin ve kararlı duruşuyla, sorunları büyümeden halletmeyi ilke edinmişti. 

 “Çekirdeğini alıyorum, varlığına başka bir formda devam edeceksin!” 

 Patron yılanı öldürüp civardaki bütün ağaçları kurutan Mel, acele etmeden sakince çekirdeğini çıkardı. Korkacak bir şey yoktu, ağaçlar bile soydaşlarına olanı gördükten sonra uğraşmamaları gereken birini bulduklarını anladılar. 

 “Patron, ast yılan ve bitki şeklindeki yaratıkla beraber üç çekirdek oldu, kaldı dokuz tane!”

  Mel, civardaki avlanma şansının bittiğini anladığında, patron yılanın cesedini yüzüğüne aldı ve bağdaş kurup dinlenmeye başladı. Gecenin ilerleyen saatleri olduğundan genç çocuk yarına hazırlık için meditasyon yapıyordu, günlük rutinini bozmaya niyeti yoktu. İki saat sonra güneşin ilk ışıkları üstüne vurduğunda kapalı gözlerini açtı, iki kolu omuzlarından itibaren koyu kırmızı bir renkle parlıyordu. 

 “Hepsini özümseyemedim ama bu bile beni tatmin etmeye yetti. Umarım, yeniden şansınızı denersiniz!” 

 Yirmi adım uzaklıktaki ağaçlara bakarak konuşan Mel, mağaradaki dostunun özümsediği enerjinin bir kısmıyla kollarını tavlıyordu. Şöyle bir baktığında, gün geçtikçe gelişen uzuvlarından epey memnundu, git gide ejderleşmeye devam ediyordu. 

 “Biraz daha derinlere ilerlemenin vakti geldi, şafak sökerken geri dönmem gerekecek!” 

 Yarattığı boşluktan ayrıldı, güneş ışınları dalların arasından sıyrılmaya uğraşıyordu ama bitki örtüsünde bir hareketlilik yoktu. Zor, her zaman oyunu bozuyordu. Düşmanın kendileri için ölümcül bir tip olduğunu gören ağaçlar, bir süreliğine vahşi yaratıklarla olan anlaşmalarını askıya almış gibiydiler. Böylece koca bir gün geçti ve akşam olduğunda Mel’ in yüzüğünde toplam on beş canavar çekirdeği vardı. 

 “Kolay oldu sanki! Neyse ki patron yılanın gücünde bir rakip çıkmadı, hepsi ilk öldürdüğüm yılanın klasmanındaydı!” 

 Dönüş yolunda değerlendirme yapmaya devam etti, dev kayalardan oluşan surlara varana kadar ormanda geçirdiği zamanı analiz edecekti. 

 “Muhafız abi, ben geldim!” 

 Genç çocuk, geri geleceğine söz verdiği adamı görünce sevinçle bağırdı, bu hissi taşıyan sadece kendisi değildi. Muhafız da ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın fikrini değiştirmeyen çocuğun sağ salim geldiğine en az onun kadar sevinmişti. 

 “Kesin kıyısında dolaşıp geri geldi, bu gençlerin şöhret tutkularını hiç anlamayacağım!” 

 Muhafızın yanındaki adam bugün değişmişti ve belli ki Mel’ in sadece gösteriş peşinde koştuğunu düşünüyordu. 

 “Sen onu boş ver, bildim bileli böyledir!” 

 Orta yaşlı adam önce gözüyle, daha sonra eliyle Mel’ in hayati noktalarını yokladı ama her hangi bir yaralanma izine rastlamadı. Çok şaşırsa da belli etmemeye çalışıyordu. 
 “Muhafız abi, ne zaman buradan ayrılacaksın?” 

 Soruya çok şaşıran adam, tek kaşını kaldırarak konuştu. 

 “Hayırdır?” 

 Mel mahcup bir yüz ifadesi takınıp cevap verdi 

 “Kalacak yerim yok, bu gecelik sizde kalabilir miyim?” 

 Arkadaşı kahkahalarla gülerken muhafızında yüzü düştü, elini vermiş kolunu kaptırmıştı. Yine de içi el vermemiş olacak ki burnundan soluyarak cevap verdi. 

 “Sadece bir gecelik misafir edebilirim. İki saat sonra nöbetim bitecek, o zamana kadar sakince bekle!” 

 İsteği kabul edilen genç çocuk yavaş adımlarla bir köşeye geçip meditasyona başladı, iki saat göz açıp kapatana kadar geçecekti. 

 “Ufaklık, haydi gidelim!” 

 Nöbetçinin ağız alışkanlığından söylediği laf, yanındaki arkadaşının bir kez daha kahkahalara boğulmasını sağladı. Seslendiği çocuk ayağa kalktığında, neredeyse onunla aynı uzunluğa sahip oluyordu. Ufaklık diye hitap ettiği kişiyle aynı boya sahip olmak biraz tuhaf kaçıyordu. Muhafız, sokaklardan yürürken etrafını sert bakışlarla gözetlemeye devam etti. Onu görenler, özellikle yerleşimdeki halk saygılarını belli ediyorlardı. 

 Ara sokaklarda ilerleyip yerleşimin köhne alanına ulaştıklarında, hava bir anda değişti, muhafız kimsenin umurunda değildi. Adamın havası da tamamen değişti; o vakur görünümlü kişi gidip, yerine omuzlarını düşük bir tip gelmişti. 

 “Hey Can, buraya bak!” 

 Ellili yaşlarından fazla gösteren bir tip muhafıza doğru bağırdığında, Mel yanındaki adamın adını öğrendi. Adam, çağrıya koşarak cevap vermişti ama dönüşü çok yavaş olacaktı. Mel konuşulanı duydu ama kimse bunu yapabileceğini tahmin etmediği için olanları anlamamazlıktan geldi.

“Canım, ben geldim!”

 Muhafızın hareket ve tavırlarından sonra sesi de tamamen değişti. Yolun kenarında, merdivenleri yerin altına doğru inen kapıyı vururken bambaşka biri olmuştu. Kapıyı, beyazlaşmış saçlara sahip, temiz yüzlü bir kadın açacaktı. Önce adama, sonra Mel’e bakan kadının suratında bir soru işareti belirdi. 

 “İçeri geçelim, anlatacağım!”

 Orta yaşlı adam baharda esen meltem gibi konuştu ve kadını omuzlarından kavrayıp evin içine girdi, Mel kapıda bekliyordu. 

 “Ne bekliyorsun ufaklık, gir içeri!”

 Mel’ in utangaç tavrını gören adam, babacan bir sesle onu içeri çağırdı.  

 “Hoş geldin oğlum”

 Beyaz saçlı kadın da kapının eşiğine gelen Mel’ e seslenince, iri fizikli genç çocuk yavaşça içeri girdi. 

 “Sofra hazır, hemen geçin!”

 Kadın, misafirini omuzlarından tutarak girişin sağında kalan küçük odaya yönlendirdi. Tahta bir masa, iki sandalye ve bir yatak olan odaya giren üçlüden adam, hemen önünde tabak olan sandalyeye oturdu. Ayakta iki kişi kaldı ve masada tek sandalye vardı. Mel donup kaldı, bakışlarıyla adamdan yardım istiyordu ama muhafız oralı değildi. 

 “Evladım otursana.”

 Kadın Mel’ i sırtından ittirerek boş sandalyeye oturtmak istedi ama genç çocuk yerinden bir milim oynamadı. 

 “Siz oturun lütfen!”

 Mel’ in sesi istem dışı sert çıkınca, nihayet muhafız kafasını gömdüğü tabaktan kaldırdı. 

 “Otur şuraya velet!”

 Adamın tavrı karısını güldürdü. 

 “Evladım ben yedim, otur sen.”

 Mel’ in kapıdan girişi ve sofraya oturması on dakikadan fazla sürecekti. Eğer birine bu çocuk ormanda patron yılanın kafasını acımasızca parçaladı deseydiniz, inanması mümkün değildi. 

 “Kusura bakma velet, iki gündür ormanda olduğunu biliyorum ama elimizde tahıl lapasından başka bir şey yok!”

 Mahcup bir tavırla konuştu adam, koyu kahverengi lapaya bakarken gözlerinde öfke vardı. 

 “Önemli değil efendim, bana evinizi açmanız bile büyük bir iyilik. Bunu, hiçbir zaman unutmayacağım.”

 Minnetini de kinini de sakla, dedesinin öğretilerinden biri de buydu. 

 “Alt tarafı bir gece kalacaksın, haydi yemeğini ye!”

 Muhafız ve Mel kaşıklarını tabağa bir daldırıp bir kaldırırken, beyaz saçlı kadın onları izliyordu. Birkaç dakika sonra kadın önce yavaşça, daha sonraysa hüngür hüngür ağlamaya başladı. 

 “Sophia, yapma böyle!”

 Can, karısına seslenirken ha ağladı ha ağlayacak bir hal aldı, yaşananlar karşısında Mel’ de yemeyi bırakıyordu. 

 “Sizi böyle görünce, Sivo ile antrenmandan gelip sofraya oturmanız düştü aklıma. O zamanlar soframız zengin, oğlum sağlıklıydı. Geberesice İkinci Kıdemli!”

 Kadın isyan edince adam yerinden fırladı. 

 “Yavaş konuş Sophia, bu halimizden de mi olmamızı istiyorsun?”

 Sonra uzun bir sessizlik oldu, ne kaşık tıkırtısı ne de tek bir kelime duyuldu. 

 “Biraz daha sabret güzel karıcığım, Patrik girdiği tenhadan çıkınca her şey eskisi gibi olacak!”


 Mel her şeyi duydu ama hiçbir şey sormadı, ailenin yaşadığı dramı daha da deşmek istemiyor gibiydi. 

 “Muhafız abi, yaratık çekirdekleri ile ilgili nereden bilgi alabilirim?”

 Sofradan kalkınca Mel sorusunu sordu. Hali adamın tuhafına gitse de girişteki küçük bir sandığın içinden ince kitabı çıkarıp ona attı. 

 “Bu muhafızlara dağıtılan bir kitapçık, sanırım içinde isteğin bilgileri bulabilirsin.”

“Bir şey daha isteyebilir miyim?”

 “Söyle bakalım ufaklık, başka ne istiyorsun?” 

 “Bu gece, oğlunuzun yanında kalabilir miyim?”

 O sırada Can’ ın karısı da yanlarına geldi, adam cevap vermeden önce bakışlarıyla ondan onay bekledi. Ancak onun da kabul ettiğini anlayınca, tamam dedi. Mel, elinde kitap, evdeki iki odadan diğerine girdi zaten ev denen delik küçücük bir giriş ve ufak iki odadan oluşuyordu. 

 “Merhaba, Sivo!”

 Tek bir yatak ve içinde hareketsiz yatan çocuğu gördü. Kendisi ne kadar sağlıklı ve gürbüz görünüyorsa, yataktaki çocuk o kadar ölüme yakın duruyordu. 

 “Kimsin sen, bu odada ne arıyorsun?”

 Sert bir çıkış yaptı Sivo, Mel’i gördüğü için mutlu görünmüyordu. 

 “Adım Mel, akademinin bitki bölümü kabul sınavları için buraya geldim. Babandan, sizde kalmak için ricada bulundum, bu gece beraber uyuyacağız.”

 Akademi sözünü duyan yatalak gencin nefesi, kısa süreliğine kesildi. Mel, ince yorganın altındaki yumrukların sıkıldığını gördü. 

 “Biliyor musun? Ben de dövüşçü bölümüne gitmek istiyordum”

 Evet anlamında kafasını sallayıp, 

 “Baban anlattı, canavar çekirdeği kazanmak için ormana gitmişsin” dedi. Duyduklarının ardından yatalak çocuğun bedeni, yataktan düşecek kadar şiddetle sarsıldı. “İkinci Kıdemli denen köpek yüzünden oldu her şey. Kuralları değiştirmeseydi, ormana girmeme gerek kalmayacaktı!”

 Mel’ in şapşal bakışları eşliğinde devam etti sakat çocuk. 

 “Patrik tenhaya çekilip bütün yetkiyi ona vermeden önce, muhafızların hayatı çok daha kolaydı. Maaşları iyiydi, kalacak yerleri vardı ve çocuklarının akademiye girmek için sadece yeterli olduklarını kanıtlamaları gerekliydi!”


 Meraklanan Mel, can kulağıyla dinliyordu. 

 “İdareyi eline aldığı gibi muhafızları evlerinden çıkardı, maaşlarını yok denecek kadar aza indirdi ve en son çocuklarının haklarını ellerinden aldı. Daha akademiye girmeden, nasıl ormandaki yaratıklarla başa çıkabiliriz ki? Amacı test değil, bizi yok etmek ve yerimize zengin insanların çocuklarını almak!”

 Gerçeği duyan Mel çocuğu avutmak istedi “Baban dedi ki seneye kadar iyileşip yeniden deneyebilirmişsin!”

 Acı bir kahkaha oda da çınladı ve ona ince ince akan gözyaşları eşlik etti. “Sana da mı söyledi ama biliyor musun dostum ben ölüyorum. Dişlerinden arttırıp aldıkları ilaçlar etki etmiyor, nasıl etsin ki? Baksana şu odaya, tek bir penceresi dahi yok. Güneş ışığını en son ne zaman gördüğümü unuttum! Yulaf lapası yiyerek sadece acımı uzatıyorum, ailemin üzerine kalmış bir yüküm sadece!”
 
 Babası onu kandırdığını sansa da, genç çocuk her şeyin farkındaydı. Sessizce kenara çekilip muhafızdan aldığı kitabı okumaya başladı Mel. İlk bölüm canavar çekirdekleri üzerineydi. 

 “İşte bu ilk yaratıktan aldığım çekirdek; Sınıf-E, bedeninde doğa enerjisi depolayabilen vahşi yaratık çekirdeği, değeri 50 altın!”

 Mel yüzüğünün içinde bu tip on üç çekirdek olduğunu gördü. 

 “Sınıf-D, bitki ve vahşi yaratık melezi çekirdeği, değeri 100 altın!”

 Ağaçta uyurken ona saldıran canlının çekirdeğini gördü ama en çarpıcısını sayfayı çevirince buldu. 

 “Sınıf- CD, patron sınıf vahşi yaratık çekirdeği, bedensel gelişim yapan kişiler ilk dönüşüm sırasında kullanırsa başarı şansı garantilenir. Değeri 1000 altın!”

 Kitaptaki çizimle yüzüğündeki nesneyi karşılaştırdığında tamamen emin oldu. Şüphe yoktu, anlatılan çekirdek buydu. 

 “Sivo, sana bir şey sorabilir miyim?”

 Mel yatalak çocuğu rahatsız etmekten çok korkuyordu. 

 “Sor dostum, beni bu olduğum halden daha fazla rahatsız edemezsin!”

 “Baban, bedensel gelişim yolunu seçtiğini söyledi. Merak ettim de ilk dönüşümünü gerçekleştirdin mi?”

 “Dostum benimle dalga geçme! İlk dönüşümü tamamlasaydım, ormanın giriş kısmında rahatlıkla dolaşabilirdim!”

 Mel, yatalak çocuğun cevabı üzerine kendi durumunu düşündü ve ona hak verdi. Beden dönüşümünün tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmese de kollarındaki değişimlerin bile ilk kısımlara yeteceğini görmüştü. 

 “Peki, iyileşirsen ilk dönüşümü tamamlayabileceğini düşünüyor musun?”

 Sivo’nun gözleri öfkeyle açıldı, iki soru damarına basmakla eş değer oluyordu. 

 “Bana bak! Tamam, doğanın enerjisini ruh gücüne çevirme becerim zayıf ve o yöntem için gerekli kaynakları elde etmem mümkün değil ama bedensel dönüşümün vereceği bütün acılara göğüs gerebilecek kadar cesurum. Belki hiç iyileşemeyeceğim, bu yatakta birkaç seneye kalmaz öleceğim ama bugün yine seçim yapma şansım olsa, hiç tereddüt etmeden o ormana yine girerdim!”

 Uzun süredir tek başına yaşayan Mel, kendisi gibi bir insanın savaşçı içgüdülerine ilk defa şahit oluyordu. Sivo, gerçekten bedensel gelişim yoluna baş koymuş biriydi. 

 “Anlıyorum, bana biraz bedensel dönüşümü anlatır mısın?”

 Yatalak çocuğun yarasına tuz basmak gibi olsa da Mel gelişim metodunu öğrenmek için önüne çıkan fırsatı kullanmak istiyordu. Gevşeyen yüzü ve rahatlamış haline bakılırsa, Sivo’ da anlatmak konusunda zorluk çekmeyecekti. 

 “İnsanlar ve vahşi yaratıklar durmaksızın süren bir savaşın içindeler, dünya kurulduğundan beri bu böyle devam ediyor. Eski kaynaklar, uzun süre insanların vahşi yaratıkların besin kaynağı olarak yaşadıklarını söylüyor. Kurtarıcı göklerden inip onlara ruh tekniklerini öğretene dek, av olmaktan kurtulamamış insanoğlu! 

 Nüfusun çok az kısmının teknikleri uygulayacak niteliğe sahip olduğunu gören kurtarıcı, onlara bir yol daha göstermiş, işte bu Bedensel Gelişim yoluymuş. Doğanın enerjisini ruhsal enerjiye dönüştüremeyen insanlar, bu konuda doğuştan yetenekli olan vahşi yaratıklarla birleşerek güçlenmeye çalışmışlar!” 


 Mel’ in aklındaki ilk sis perdesi yavaşça kalkıyordu, gelişim yolunun temel mantığını anladığında daha fazlası için yatalak çocuğa döndü. 

 “Biraz gelişim aşamalarını anlatır mısın?”

 Sivo, ilk defa gördüğü çocuğun meraklı tavrını şüphe çekici bulsa da şu anki haliyle anlatmak dışında yapacağı bir şey yoktu. 

 “Bedensel Gelişim yoluna girecek kişinin, önce kendi mizacına uygun bir yaratığı hedeflemesi gerekiyor, karakteristik özelliklerin uyumu en fazla dikkat edilmesi gereken unsurdur. Ardından yaratığın çekirdeğinin özümsenmesi gerekiyor, süreç tamamlandığında ilk dönüşüm gerçekleşmiş olur. 
 
 Tabii ki çekirdeği özümsemek için bedenin dayanacak kadar güçlü olması gerekir, aksi halde ölmek işten bile değildir! Çoğu zaman tek çekirdek yeterli gelmez, sadece patron sınıfı bir vahşi yaratığın çekirdeği özümsenirse başarı yüzde yüzdür!”

 Mel, kitapta yazan tariften sonra çocuğun da aynı şeyleri söylemesi üzerine, elindeki çekirdeğin epey değerli bir şey olduğunu anladı. 

 “Bu Keşfetme seviyesinin ilk düzeyidir, ardından Deri Değişimi düzeyi gelir ve gelişimcinin derisi özümsediği vahşi yaratık enerjisiyle uyumlu olmak için değişmeye başlar. Bedensel Gelişim yolunu seçen insanların diğerlerinden ayrıldığı zaman, Deri Değişimi ile başlar!”

 Keşfetme’ nin zirvesi ilk özelliğin kazanıldığı andır, Bedensel Gelişimci özümsediği vahşi yaratığa ait olan bir yeteneği içselleştirir ve sanki doğduğundan beri onunlaymış gibi kullanmaya başlar. Zengin aileler ve köklü oluşumlar, Keşfetme süreci boyunca üyelerini çekirdeğini özümsediği hayvanın eti ve kanıyla beslerler. Bu şekilde, diğerlerinin en az iki katı hızla gelişme şansları olur” 

 Eşitsizlik müthişti; eğer fakirseniz, zar zor bir vahşi yaratık çekirdeği bulsanız bile başarı garantisi yoktu ve gelişim sürecinde diğerlerinin gerisinde kalmaya mahkûmdunuz. 

 “Keşfetmenin ardından Uyum süreci gelir, gelişimcinin vücudunun belli bölümleri vahşi yaratık özellikleri göstermeye başlar, kanı değişerek vahşi yaratığın kanına dönüşmeye çalışır ve en sonunda gelişimci özümsediği vahşi yaratığa dönüşür!”

 Mel hayretler içinde ayağa fırladı, son duyduğu ona çok ilginç gelmişti. 

 "Korkmakta haklısın dostum, bu aşama bir Bedensel Gelişimci için dönüm noktasıdır. Tam dönüşümden sonra iradesini kullanarak yeniden insan haline gelmek zorundadır, aksi halde..!”

 Birden sustu yatalak çocuk, Mel ne demek istediğini açıkça anladı. 

 “Bazıları der ki, patron seviyesi vahşi yaratıklar aslında tam dönüşüm geçirip insan haline geri dönemeyen insanlarmış!”

 Her duyduğu yeni şey, bir öncekinin üzerine vurulan çekiç gibiydi. Sanki uzun bir çivi durmaksızın beynine çakılıyordu. 

 “Geri Dönüşüm’le beraber Hükmetme süreci başlar ama üzgünüm, benim bu seviye ile alakalı pek bir bilgim yok!”

 Derin bir nefes aldı Mel, fazlasına ihtiyacı yoktu. Şu ana kadar duydukları yetip de artmıştı bile ama gözlerinde bir ışık çaktı. 

 “Sivo, sana son bir soru soracağım. Vahşi yaratığa dönüşüp, insan formuna dönememek seni korkutmuyor mu?”

 Yatalak çocuk dudaklarını ısırıyordu, bir iki dakikalık sessizlikten sonra da konuşmaya başladı. 

 “Mel, üstümdeki örtüyü kaldırır mısın?”

 Genç çocuk denileni yaptı ama ondan sonra gördükleri hiç hoşuna gitmeyecekti. 

 “Ne oldu sana böyle?”

 Yatalak çocuğun belden aşağısı feci durumdaydı, iki ince çubuğu andıran bacakları ve kendi pisliğinin içinde yatan bedeniyle ölüme mahkûm olmuştu. 

 “Değil yürümek, sürünemiyorum bile. Vahşi bir yaratığa dönüşmek, bu halde olmaktan iyidir!”

 Yatalak çocuğun sözleri acıklıydı ama Mel gülüyordu. Bu durum karşısında Sivo sert bir çıkış yapacaktı ki aynı anda Mel eliyle onu durdurdu. 

 “Seninle bir anlaşma yapacağız; ne olursa olsun bu gece olanları kimseye anlatmayacaksın, buna karşılık ben de seni iyileştireceğim!”

 İkili bir süre göz göze bakıştılar. Sivo, karşısındaki çocuğun onunla dalga geçmediğini anlayabiliyordu. İki genç çocuk sözsüz olarak anlaştıklarında, Mel küçük odanın kapısına doğru yürüyerek dışarı çıktı. Evde ses yoktu, belli ki muhafız ve karısı çoktan uyumuştu. Bütün gün kapıda durmak kolay iş değildi ve zor şartlar altında yaşayan kadının yorgun olması da çok doğaldı. 

 Yeniden içeri giren Mel, kapının kilidini içeriden iki kere çevirdi, sonraki işi yatalak çocuğu tek hamlede yatağından kaldırmaktı. Üzerindeki kıyafetleri çıkarıp bir kenara fırlatınca, Sivo’nun çarpık bedeni gözler önüne serildi. İnsandan çok, bir hilkat garibesine benziyordu. 

 “Bundan sonra sürüneceksin arkadaşım ama inanıyorum ki sürünenlerin içindeki en güçlülerinden biri olacaksın!”

 Tahta zeminde yatan Sivo sakince bekliyordu ama bir an sonra Mel’ in tenekeyi andıran yüzüğünün içinden çıkan şişeleri görünce şoka girdi. 

 “Alanlar arası boyutu olan bir yüzük taşıyorsun, kimsin sen?”

 İlk bakışta göze batmayan, tabiri caizse dandik görünen yüzük, en ucuzu babasının on yıllık maaşıyla alamayacağı bir eşya çıkmıştı. 

 “Kim olduğum çok önemli değil ama gördüklerini kimseye anlatmayacağımız konusunda anlaşmıştık değil mi?”

 Kafasını sallayarak evet dedi Sivo, yerde çırılçıplak yatarken bedeni şiddetle titriyordu. Korkuyor gibi durmuyordu. Daha çok, kavanozun içine hapsedilmiş sineğin uzun zaman sonra dışarı uçma şansını yakaladığında yaşadığı tedirginlikti. Mel yüzüğünden çıkardığı eşyaları sakince yere dizerken, yatalak çocuk dikkatle onu izledi. Odanın zemininde çömlekler, cam kavanozlar ve derin kaplar vardı. 

 “Biraz hazırlık yapmam lazım. Sen şu ilaç lapasını çiğnemeye çalış!”


 Elindeki cıvık ilaç topağını yatalak çocuğun ağzına tıktı. O zar zor çiğnemeye çalışırken, birkaç çömleği açarak derin kaba bazı bitkiler yerleştirdi. 

 “Birkaç iyileştirici bitki tarifi hazırlayacağım, o zamana kadar yediğin ilacın etkileri kendisini göstermeye başlar. İçinden dışarı doğru bir ateş dalgası vuracaktır, sakın korkma!”

 İri yarı çocuk, rengi yavaştan kızarmaya başlayan arkadaşına bazı açıklamalar yapıyordu ama elleri de boş değildi. Pençe haline gelmiş ellerinin yardımıyla bitkileri un ufak etmekteydi. 

 “Daha önce bir kez ben de kullanmak zorunda kaldım. Şüphen olmasın, içsel yaralanmalarının çoğunu düzeltecektir!”

 Kabın içindeki bitkilerin parçalanma seslerini duyan Sivo, kendini çok tutamadı. 

 “Sen, Bedensel Dönüşüm yapan birisin değil mi?”

 Heyecanla çıkışırken sesinde tereddüdün hafif tınıları vardı 

 “Senin anlattığın şekilde bir teknik çalışmıyorum ama ellerimin bazı özellikleri olduğu doğru!”

 Mel, çok detaya girmeden gerektiği kadar açıklama yaptı, yatalak çocuk da konuyu daha fazla üstelemedi. Bir süre sonra Mel’ in söylediği tepkimeler gerçekleşmeye başladı, Sivo’nun derisi kor ateş gibi alaca bir renk aldı. Beş dakika daha geçtikten sonra önce kulaklarından, daha sonra burnu ve ağzından koyu siyah sıvılar akmaya başladı. 

 “Çok güzel, içindeki cerahat çıkıyor!”

 Son gelişmeler yatalak genci paniğe sevk etmeden Mel gerekeni söyledi. 

 "Şimdi, seni sarma vakti geldi!”

 Bir anda odanın ortasında uzun bir kumaş öbeği peyda oldu, Mel, kıvranan gence bakıyordu. Ardından geniş ve derin kabın içindeki karışıma su dökmeye başladı. Su öyle parlak, öyle canlıydı ki odanın içindeki azıcık ışıkla bile parlıyordu. 

 “Mel, bu nedir?”

 İşaret parmağını ağzına doğru götürüp sessiz olmasını istedi Mel, açıklama yapma kısmını geride bıraktığı belli oluyordu. Yerdeki ince uzun bezleri kabın içinde oluşan cıvık karışıma sokup buladı. Burada elde ettiği malzemenin bir sonraki durağı, yatalak çocuğun bedeniydi. 

 Yavaş ve dikkatli bir şekilde bandaj yapıyor, bir kumaş bittiğinde diğerini hazır ederek bütün bedeni kaplıyordu. İtinalı bir çalışma sonrası iki saat geçmeden Sivo adeta mumyaya döndü; ağzı, burnu ve gözleri hariç her yeri bandajlanmıştı. 

 “Benden bu kadar, geriye kalan her şey sana bağlı ama bu hırsla eminim istedikleri başaracaksın!”

 Seslendiği kişinin bayıldığı gören Mel kendi kendine gülmeye başladı, zavallı Sivo bu kadarını kaldıramamıştı. 

 “Dede, her geçen gün seni hiç tanımadığımı anlıyorum. Ejder pençeleri, bitkisel karışımlar, ilaç topakları ve en önemlisi içimdeki Enerji Sarayı. Sen kimdin ve ben neye dönüşeceğim?”

 Düşüncelere dalan Mel, temizlediği yatağa yerleştirdiği çocuğu izledi. Kıvrıldığı köşede neler düşündüğüyse meçhuldü. Gece sabaha dönmeye mahkûmdu ve yeni bir nöbet günü için kalkan muhafızın ilk durağı oğlu Sivo’nun odası olacaktı. Kapıyı ittirdiğinde kolayca açıldı, gözleri geceyi onlarla geçirmek isteyen misafiri aradı ama bulamadı. 

 “Baba, sen misin?”

 Yataktan gelen sesle dönen Can, oğlunun halini görünce avına hamle yapan kaplan gibi atıldı, eliyle örtüyü çektiğinde Sivo’nun bütün bedeni gözlerinin önündeydi. 

 “Ne oldu sana?”

 Panikle sargılara hücum eden muhafızın önüne bir el çıktı. Onu durduracak kadar havaya kalkmasa da yataktan bir karış bile yükselmesi yetmişti. 

 “Sivo, sen hareket ediyorsun?”

 O an ipleri kesilmiş kukla gibi yere yığıldı iri bıyıklı muhafız, gözleriyse oğlunun elinin üzerindeydi. 

 “Pek öyle denmez ama bir seneden sonra elimi biraz oynatabilmek beni de çok mutlu etti!”

 Yatalak çocuk sakindi, babası yerdeyken yaşanan gürültü üzerine annesi de oda giriyordu. Manzarayı anlamdıramayan kadın, kapının eşiğinde çakılıp kaldı. 

 “Sivo, oğlum! Neler oluyor?

 Muhafız, biraz toparlanınca sorulacak en mantıklı soruyu sordu. 

 "En baştan anlatacağım ama siz de bir yere oturun!”

 Anne ve babasını karşısına alan genç çocuk, dün gece Mel odasına girdikten sonra olanları anlattı. Kimseye söylemeyeceksin sözünü de ailesine sıkı sıkı tembihledi. 

 “Ne zaman ayrıldı Mel?”

 Muhafız onlar uyurken çıkan çocuğun peşine düşüp teşekkür etmek ister gibiydi ama oğlu karşı çıktı.  

 “Baba, onun bazı sırları olmalı. Ne ruh gelişimcisine ne de bedensel gelişimciye benziyordu ama artık onun çok güçlü olduğuna eminim!”

 Oğlunun sözleri bitince ayağa kalkmak için yanındaki küçük masaya elini koyan Muhafız, büyükçe bir keseye dokunduğunda önce önemsemedi ama beş saniye geçmeden heyecanla ona sarıldı. Hızla içini açtı, gözleri ışıldıyordu. Ters çevirip masaya devirdiğinde, içinden on iki vahşi yaratık çekirdeği, bir kâğıt parçası ve değersiz gibi görünen yüzük düştü. 

 Ailenin dikkati yaratık çekirdeklerindeydi, renk renk kristaller eski ahşap masanın üstünde adeta dans ediyorlardı. Geçen sene Sivo’nun elde etmek için uğraştığı, uğruna neredeyse canından olacağı ganimetler onlara bakıyordu. 

 “Mel olmalı, bir de not bırakmış. Baba ne bekliyorsun, hemen oku!”

 Yatalak çocuğun sesinde minnettarlığın izleri vardı, Mel derken kendisinden üstün bir varlığa sesleniyor gibiydi. 

 “Sivo, elimden geleni yaptım, bir ay içinde sakatlanmadan önceki haline döneceksin. Bundan sonrası tamamen senin Bedensel Gelişimci olmayı ne kadar istediğinle alakalı! Muhafız abi, bana evini açtığın için çok teşekkür ederim. Teyzeciğim, yaptığın yemek iki buçuk senedir yediğim en lezzetli şeydi, ellerine sağlık. Sizler iyi insanlarsınız, bana yardım ederken bir karşılık beklemediğinizi biliyorum ama yine de yüzüğün içindekileri kabul etmenizi istiyorum” 

 Üç satırlık yazı bittiğinde herkesin gözleri yaşlıydı, muhafız yavaşça yüzüğü parmağına takıp içini araştırmaya başladı. 

 “Olamaz, bu gerçek olamaz!”

 Ardı ardına gördüklerinden sonra hissizleşmiş adam heyecanla bağırdı. Sesi, kibrit kutusu kadar ufak olan evin içindeki bütün eşyaların titremesini sağladı. 

 “Can, korkutma beni!”

 Yerde oturan karısı panikle ayağa fırladığında, muhafız onu kollarından tutup oynamaya başladı. Belinden kavradığı eşini sevinçle havaya kaldırıp, kendi etrafında döndürüyordu. 

 “Yüzüğün içindekileri, sizin de görmeniz lazım!”

 Sakinleşene kadar birkaç dakika geçmesi gerekti ama Can’ın yüzüne yerleşen gülümseme bir milim dahi küçülmüyordu. 

 “Önce sen Sophia, artık bu evde yaşamak zorunda değiliz. Bugünden tezi yok, eski evimize geri dönüyoruz!”

 Karısının kendisine inanamamazlık dolu gözlerle baktığını gören muhafız, yokluktan elinde beliren keseyi ona uzattı. Orta yaşlı kadın sakince almak istedi ama kese beklediğinden ağırdı. Elinden kayıp yere düştüğünde, içindeki sarı şeyler etrafa saçıldılar. Az buz değil, birkaç yüz taneydiler. Eskimiş ve rengi solmuş ahşap döşemenin üzerinde, hızını alamayıp hâlen dönenler vardı. 

 “Can, burada ne kadar çok para var!”

 Orta yaşlı kadın şaşkındı. Akşam yemeği olarak lapa yiyen birinin bu hali, an itibariyle ailenin ortak davranış biçimiydi. 

 “Dedim ya bugünden tezi yok eski evimize geçebiliriz. Aylık on altınlık kira artık sorun değil!”

 Adam mutluydu, gülüyordu. Kadın da mutluydu ve ağlıyordu. Aynı duygunun iki farklı biçimde dışavurumuna şahit olan Sivo lafa girdi. 

 “Baba, Mel ile nasıl tanıştınız?”

 Yatalak çocuk geceki hikâyeyi anlatmıştı ama babasının genç çocuğu nasıl evlerine getirdiğini bilmiyordu. Can nazlanmadan hikâyeyi anlattı; ilk gün yaratık çekirdeği olmayışından, ormana gitmesine kadar. 

 “Gerçekten iki günde bu kadar yaratık çekirdeği mi topladı? O kibar çocuğun içinde, nasıl bir canavar yatıyor?”

 Sivo, yerleşimin kıyısındaki ormanı ilk elden tecrübe eden biri olarak, anlatılan öyküye inanmak istemiyor gibiydi ama deliller açık seçik ortadaydı. 

 “İnanılmaz değil mi? Demek ki biraz sonra göreceğin şeyden sonra hiç inanmayacaksın!” 

 Muhafız konuşmasını bitirince iki elini birleştirip çocuğuna doğru uzattı, çukur olmuş ortasında aniden bir parıltı belirdi. Küçük bir çocuğun kafası kadar büyük, mor siyah bir kristal vardı. Kötücül ve şiddetli bir aura yayıyordu. 

 “Bu, bu patron sınıfı vahşi yaratık çekirdeği!”

 Neredeyse yerinden fırlayacaktı Sivo, kendi kendine söylenmeye başladı. 

 “Hepsini bunun için soruyordu, benimle dalga geçmiyordu zaten her şey buraya geldiğinde elindeydi!”

 Durumu çözen muhafızın oğlu nefes nefese kaldı. Belki de Mel, sadece onun için bir gece burada kalmak istemişti. Aksi halde, bu kadar çok parayla yerleşimin en lüks yerinde aylarca kalabilirdi.

 Orta yaşlı kadın kendini daha fazla tutamadı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Muhafız onu teselli etmek için yanına gitmeden önce, yüzüğü oğlunun parmağına taktı. 

 “İçindekilerin hepsi senin için, kalanlara kendin bakabilirsin!”

 Sivo zayıf enerjisini yönlendirdiğinde, yüzüğün içindeki alana göz atmaya başladı. Pek büyük değildi, içinde bulundukları odadan biraz daha genişti. Genç çocuk bunu dert etmiyor gibiydi, bundan daha ufak alana sahip yüzüklerin kaç para ettiğini çok iyi biliyordu. 

 “Gerçekten kendisi öldürmüş, patron sınıf dev yılanı öldürmüş!”

 Gözü bir kenardaki cesedi seçtiğinde son gücüyle bağırdı, çok önceden bunu görmüş olan muhafız sadece gülümsedi. Bir sene önce dünya başına yıkılmıştı ama bugün hayat yeniden başlıyordu. Muhafız ve ailesi olağanüstü bir sabaha uyandığında, onlara bunu yaşatan kişi de Bitki Bölümü sınavının yapılacağı yerdeydi. Sabahın ilk ışıklarıyla vardığı binanın önünde tam olarak üç saattir bekliyordu ve ondan başka da kimse gelmemişti. 

 "Yine mi sen?”

 Mel kapının önünde uyuklarken bir ses geldi ve kulağına ok gibi saplandı. 

 “Evet efendim, sanırım biraz erken geldim!”
 
 “Ben sana sınavın saat on da başlayacağını söylemedim mi?”
 
 “Hayır söylemediniz! Elime katılımcı mührünü verip, uyumaya devam ettiniz!”

 Gelen Aksi Hanry’di ve kabahatini duyunca hızla üstünü örtmeye çalıştı. 

 “Söylemez olur muyum, sen duymamışsındır!”

 Hızlıca kapıyı açıp içeri girdi yaşlı adam, Mel arkasından bakakaldı. Sonra, kapanan kapı aynı hızla açıldı. 

 “Ne duruyorsun, girsene içeri!”

 Aksi Hanry bağırdı, gözleri de kocaman açılmıştı. Hemen girdi içeri, etrafı taramaya başladı. Tek katlı uzun binanın iç düzeni, daha önce gördüğünden değişikti. Kayıt masaları kalkmış, onların yerine tek kişinin oturabileceği sandalyeler ve mini masalar gelmişti. 

 “Kendine bir yer seç ve otur. Daha bir saat var, birazdan herkes gelmeye başlar."

 Dediği gibi de olacaktı, Aksi Hanry sözlerini tamamladıktan on dakika sonra tek katlı yapının içi üçer beşer dolmaya başladı. Deneme katılımcılarıyla beraber, o gün kayıt memuru olarak çalışan insanlar da bire birer geliyordu. En son, saat ona beş kala, yeşil cüppeli, sakalı beline kadar uzanan, oldukça yaşlı bir adam kapıda göründü. Genci yaşlısı herkes ayağa fırladı, bir tek Mel şaşkın şaşkın bakınıyordu. 

 “Arkadaşım, ayağa kalksan iyi olur!”

 Yanındaki çocuk eliyle dürtükleyince, mecbur o da yerinden fırladı ama bu gecikmiş hali gözlerden kaçmamıştı. 

 “Bu, o günkü köylü değil mi?”

 “Gelenin kim olduğunu bile bilmiyor ama sınavları geçeceğini düşünüyor!”

 Çocuklar bir rakiplerinin açığını görünce aralarında fısıldaştılar. 

 “Sessizlik!”

 Fısıltılar uğultuya dönüşünce Aksi Hanry bağırdı, ortam yeniden süt liman oldu. 

 “Bölüm Başkanı buyurun!”

 Yapının sonuna üç kişinin oturacağı koltuklar konulmuştu, kapıdan girip yavaşça yürüyen adam ortadakine geçip oturdu. Aksi Hanry hemen sağındaki koltukta, daha genç olan bir adam da solundaki koltukta oturuyordu. Gözler üçlünün üzerindeydi, diğer kayıt görevlileri ayakta bekliyorlardı. Kısa bir sessizlikten sonra üçlüden genç olanı konuşmaya başladı. 

 “Bu seneki Bitki Bölümü Kabul Sınavı, üç bölümden oluşacak!”

 Sesi gür, tınısı sertti. Yapının diğer ucunda oturan biri bile rahatça ne dediğini duyabiliyordu. 

 “Her bölüm on puan değerinde olacak, toplamda yirmi puanın altında kalanlar elenecek!”

 Genç adamın sözleri infial yarattı, her bölümde neredeyse en az yüzde yetmiş oranında başarı istiyordu Bitki Bölümü. 

 “Sessizlik!”

 Çıkan gürültü Aksi Hanry’ nin sesiyle bir daha bastırıldıktan sonra genç adam sözlerine devam etti. 

 “İlk test, bitkilerle oluşturabildiğiniz bağı ölçecek. Herhalde, bitki bölümü kabul şartlarından birinin bitkilerle etkileşime girmek olduğunu bilmeyeniniz yoktur!”

 Herkes çokbilmiş tavırlarla kafalarını sallarken, bazıları bilgilerini satmaya çalışıyordu. 

 “Bitkileri kendi enerjimizle besleyip büyütebileceğimizi, henüz bir yaşındayken öğrendim ben!”

 “Bizim ailemiz kuşaklardır Bitki Yetiştiriciliği yapar, bu etap benim için çantada keklik!”

 Soylarıyla övünenlerin dışında kitap kurtları da vardı. 

 “Biliyor musun, bazı ustaların bitkilerin enerjilerini kullanabildikleri söyleniyor!”

 “Efsane onlar, daha önce öyle birini gördün mü hiç?”

 Mel hepsini duyuyordu, özellikle kalın gözlükler giymiş ikilinin konuştuklarını can kulağıyla dinledi. Her daim bitkilerle enerji alışverişi yapan biri olarak, kendisinin nefes alır verir gibi yaptığı işin efsaneleştirilmesine şaşırdı. 

 “Dedemin sözünü dinlemem lazım, bu insanlar için imkânsız olanı yapabiliyorum. Kimseye bunu becerdiğimi göstermemem lazım!”

 Hafifçe bile mırıldanamadı Mel, olur da biri duyar korkusuyla sadece içinden geçirdi. 

 Görevliler, On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ leri getirin!”

 Yüz katılımcının önüne saksıların konması on dakika sürmedi. Herkes, yetişkin bir insan kolu uzunluğundaki gövdeye ve on tomurcuğa sahip olan çiçeklere bakıyordu. 

 “Hepiniz bitkinin adını duymuşsunuzdur ve özelliklerini biliyorsunuzdur. Yine de ben bir kez daha anlatacağım!”

 Mel derin bir nefes verdi, beti benzi atık haldeydi. 

 “Köylüye baksana, korkudan sapsarı kesildi!”

 “Kesin bitkiyi tanımıyordu ve eğitmen özelliklerini anlatmayacak sandı!”

 Etrafındakilerin konuşmalarını duyan Mel gözlerini kapattı, çok zor anlar yaşadığı terleyen suratından belli oluyordu. 

 “Eski dostum, sakin ol!”

 Etrafındakiler halini cahilliğine veya heyecanına yorsa da gerçek başkaydı. Mel, arıttığı mağaranın içindeki ağaçla uğraşıyordu. 

 “Anlıyorum, suyun diğer tarafındakilerden enerji ememiyorsun ve bu bitkiler iştahını kabarttı. Biraz sakin ol, akademiye girdikten sonraya sakla iştahını!”

 Dallarını delice sallayan ağaç, yeşil kırmızı yapraklarını hışırdatarak konuşuyordu. Sanki bu konuda ısrar edecekmiş gibi bir havası vardı. 

 “Durma, devam et ve buradakiler sırrımızı öğrensin. Ondan sonra neler olabileceğini düşündün mü?”

 On saniye boyunca, bütün dikkatini içindeki ağacın etraftaki bitkilerin enerjilerini soğurmamasını sağlamaya ayırdı. Derken ağaç sakinleşti ve Mel rahat bir nefes aldı. Kuralları belirten genç adam konuşmaya devam ediyordu. 

 “Her tomurcuk bir puan değerinde olacak eğer on tomurcuğu da açtırabilirseniz, on puanla beraber bitkiyi de alabileceksiniz!”

 Anons sonrası her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Ortak duygu, heyecan ve hırstı. On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ yi tamamen açtırmayı başarırlarsa, bitki bahçeleri nadide bir parça kazanacaktı. Mel’ de ödülü duyunca sevindi ama onun motivasyonu diğerlerinden biraz daha farklıydı.  

 “Eski dostum bak, sakin olunca işler nasıl yoluna giriyor. Suyun diğer tarafında On Tomurcuklu Hayalet Orkide var ama senin tarafında yok. Eğer denileni yapabilirsek bir komşu kazanacaksın! Dedemin bahçesindeki bitkileri diğer tarafa geçiremiyorum ama bundan sonra kazandıklarımı hep senin tarafına ekeceğim. Zorbalık yapmak yok, ona göre!” 

 Mel, tantanayı fırsat bilip içindeki ağaçla konuşuyordu ama tanıdık bir ses yapının içinde bir kez daha çınladı. 

 “Sessizlik, hepinizi elerim yoksa!”

 Aksi Hanry Bitki Bölümü öğrenci adaylarını bu kez sertçe uyardı. 

 “Bir saatiniz var, başlayabilirsiniz!”

 Kalabalık susunca, başköşede oturanlardan genç olanı testin başladığını ilan etti. O saniyeden itibaren, herkes gözlerini kapatıp konsantre olmaya başladı. Aslında bir kişi hariç herkes demek daha doğru olacak çünkü Mel ne yapacağını bilemez gözlerle etrafı inceliyordu. 

 “Demek normal insanların bitkilerle iletişime girmek için böyle ritüellere ihtiyaçları var, çok ilginç. İşime yaramayacak olsa da öğrensem fena olmayacak, ileride onları taklit etmem gerekecek!”

 İçinden geçirdiği düşüncelerle beraber tek tek bütün katılımcılara baktı, beş dakika boyunca hiçbir şey yapmadan sadece buna yoğunlaştı. 

 “Bu aptal çocuk ne yapıyor böyle?

 Aksi Hanry, Mel’ in tavırlarına karşılık söylenmeye başladı, hareketi diğer taraftaki genç adamı neşelendiriyordu. 

 “Üstat Hanry, bu çocuk sizin kayıt ettiğiniz tek kişi değil mi? Sizin gibi üstün yetenekli bir kişinin gözleri sadece onu gördüyse, olağanüstü bir şey olmalı bu çocukta.”

 Alenen sataşıyordu Hanry’e ama orta yaşlı adam bu hareket karşısında sessiz kaldı. Uzun sakallı adam önce solundaki gence, daha sonra Aksi Hanry’e baktı. 

 “Hâlen, seni kayıt alanına gönderdiğime mi bozuksun?”

 Aksakallı ihtiyarın sesi yumuşacıktı, Mel duyduğunda kafasını hemen o yöne çevirdi ama Aksi Hanry sabit bir şekilde kendisine bakıyordu. Bir çift kor ateş gibi parlayan gözleri gören Mel, bakışlarını kaçırdı. Hanry’ nin bütün siniri onu hedef almış gibiydi. Bu sırada ihtiyar adam bir daha konuştu. 

 “Neyse, şu seçmeler bitsin daha sonra bu konuyu bir daha konuşacağız!”

 “Bu sefer, koluma sepet takıp bitki dağına mı yollayacaksınız yoksa?”

 Kesik ve ukala birkaç kahkahayla bitirdi sözlerini Hanry, Bölüm Başkanı ile aralarının soğuk olduğu her hallerinden belli oluyordu. 

 “Başkanım, bir katılımcı ilk tomurcuğu açtırmayı başardı!”

 Üçlünün içinde daha genç olan heyecanla bir yeri işaret etti. Parlak kıyafetler giymiş kızın önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin, toprağa yakın kısmındaki tomurcuk bembeyaz açıyordu. 

 “Gloove ailesinin küçük dâhisinden beklenildiği gibi, ilk tomurcuk sınırını geçen kişi o oldu!”

 Genç adamın yüzünde güller açıyordu. 

 “Üstat Louise, ben de ne zaman mensubu olduğun ailenin ismini söyleyeceğini merak ediyordum ama fazla dayanamadın yine!”

 Az önce ağzından kerpetenle laf alınan Aksi Hanry, genç adamın sözleri üzerine gözlerini devirerek konuştu. 

 “Ben ne yapabilirim Üstat Hanry? Gloove ailem Yeşil Gölge Akademisi içindeki en iyi Bitki Bilimi Ailesi olduğu için ilkleri hep biz başarıyoruz. Bu seneki katılımcımız olan Maria’da soyunun mirasını devam ettiriyor.”

 Giydiği gömlek göğsünün kabarmasına dayanamayıp patlamak üzereydi, genç adam içinde yalan olmayan sözleri kullanarak övünüyordu. 

 “Bakın bir kişi daha ilk tomurcuğa çiçek açtırdı, ne tesadüf, o da asil ailelerin birinden geliyor!”

 Genç ve yakışıklı üstadın sözleri binanın içinde dolaşırken, sol taraftaki masalarda bulunan tomurcuklar açmaya başladılar. Maria’dan bir dakika sonra olsa da hepsi ilk puanlarını almışlardı. Tam karşılarındaki masalardaysa ses yoktu. Mel karşısındaki insanları incelediğinde şık kıyafetler, görkemli şapkalar ve ukala bir tavır gördü. 

 Kendi sırasındakilerse görünüş olarak onun gibiydiler, sade giyimleri ve biraz çekingen tavırları vardı. Onlar Aksi Hanry’ nin olduğu tarafta, diğerleriyse genç Üstat Louise’ in oturduğu taraftaydı. Mel, sabah kapıdan beraber girdiği adamın durduğu yere gayri ihtiyari oturmuştu ama diğerlerinin belli bir hiyerarşi içinde bunu yaptıklarını anladı. Soylu ailelerden gelenler sola, alt tabakanın katılımcıları sağa geçmiş, kendilerine denk gelen Üstatların önünde dizilmişlerdi. 

 “Üstat Hanry, sen halkın arasından çıkıp bu kademeye yükseldin ama ne yazık ki istisnalar kaideyi bozamıyor!”

 On dakikaya yaklaşmalarına rağmen sağ tarafta hiç tomurcuk açmaması, genç üstadın acı sözlerine en büyük kanıttı. Aksi Hanry sinirden renk değiştirse de edecek tek kelime bulamıyordu. Başkası olsa kendi tarafındaki çocuklara bağırabilirdi ama orta yaşlı üstat bunu yapmadı, rakibinin sözlerini sineye çekip sakince oturmaya devam etti. 

 “He he, şu fakirlere bak. Sadece kontenjan doldurmaya yarıyorlar.”

 “Her sene bunlar gibi bir sürü tip geliyor, sonra da elenip geri dönüyorlar!”

 “Onlar da lazım, yoksa kimin üzerine basıp yükseleceğiz!”

 Asil ailelerin olduğu tarafta çocuklar başarılarıyla övünüyorlardı. Kendi aralarında farklar olsa da karşı cephe hepsinden daha zayıftı ve ne derlerse desinler cevap gelemeyecekti. 

 “Sessizlik!”

 Aksi Hanry’ nin ağzından duymaya alışkın oldukları sözü, kendi taraflarındaki Louise’ den duyan asil ailelerin çocukları önce şaşırdılar ama üstadın ses tonundan gerekli mesajı aldılar. Yalandan konuşmak zorunda kalan genç üstat, adeta devam edin ama bu kadar da abartmayın diyordu. 

 Mel, bir kez daha bakışlarını kendi bulunduğu taraftaki sıraya çevirdi. Yandaki masada oturan çocuk kan ter içindeydi, sandalyeyi sıkmaktan yarılan tırnaklarından akan kan damla damla tahta döşemeye düşüyordu. Bu manzaraya şahit olan Mel, gözlerini kapatarak derin bir nefesi içine çekti, on saniye sonra gözlerini yeniden açtığında büyük bir uğultu yükseldi. 

 “İlk tomurcuk açıldı!”

 “Sadece onun değil, hepsinin ilk tomurcukları açıldı!”

 Asil çocukların bulunduğu tarafta her kafadan bir ses çıkıyordu, bir tek Gloove soyadlı kız sakindi. Gözlerini açmamış, ellerini bitkinin olduğu kabın iki yanına yerleştirmişti. Siyah uzun saçları omuzlarından dökülüp kollarını yasladığı masaya değiyordu, yüzünde çok ciddi bir ifade vardı. Halkın çocuklarının olduğu tarafta çıt çıkmıyordu, aptala dönmüş gözlerle önlerindeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lere bakıyorlardı. 

 “Başkanım, böyle bir şey olabilir mi?”

 Genç Üstat neler olduğunu çözemiyor, Bitki Bölümü Başkanı’na danışarak bu fenomene mantıklı bir neden arıyordu. 

 “Louise, biz bitki bilimcilerinin en önemli özelliği nedir?”

 Genç adam sorusuna soruyla karşılık bulunca düşünmeye başladı, onca deneme katılımcısının önünde dikkatli davranıyordu. 

 “Ben söyleyim istersen, yükselen yıldız Louise!”

 Konuşan Aksi Hanry’di, pişkin pişkin gülerek oturduğu yerde yayıldı. Ulvi yüz ifadesine sahip başkan bu sözlerden sonra sertçe kendisine döndüğünde de tavrını değiştirmedi. 

 “Bitki Bilimciler, bitkilerle aynı enerji boyutunu paylaşır, aynı frekansta enerji yayarlar. Sen az önce atıp tutunca, şu veletler yüz bulup konuşmaya başladılar. Sonuç olarak, bu taraftaki çocukların duygusal enerjileri yükseldi ve ilk tomurcuklarını açmayı başardılar!”

 Hanry, olduğu yerden bir komple açılan tomurcuklara, bir Louise’ ye bakıyordu. Bu hali, ortada oturan Başkanın derin bir nefes çekerek söze girmesini sağladı. 

 “Kıdemli Üstat Hanry doğru söylüyor, genç arkadaşların duygusal yoğunluğunun artmasıyla beraber bitkiye aktardıklarını enerji boyutu arttı!”

 Gerçekleşen fenomen açıklamaya kavuştuğunda herkes tahmin oldu. Halktan gelen çocukların tarafında tomurcuğu en son açan Mel’ de rahat bir nefes aldı. Onun gözleri yanındaki çocuğun üstündeydi, sevinçle ellerini açan çocuğun kanı daha hızlı akıyordu. Mel yavaşça yana eğilip, kendi elini parçalayan çocuğa fısıldadı. 

 “Kanın boşa akmasın, On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin onunla beslenmesine izin ver!” 

 Kısa sarı saçlı çocuk, yamuk kesilmiş saçlarının altındaki kaşlarını çatarak baktı Mel’e, birinin ona neden böyle dediğini anlamamış gibiydi. Sonra çirkin suratı acıyla buruştu, elini hırsla sıkıp parçaladığını ancak o zaman anladı. Bu halini gören Mel isteğini yineledi. 

 “Kanını boşa akıtma, bitkini besle!”

 Denileni yaptı çocuk, On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin toprağını kanıyla ıslatıp açılan tomurcuğunu okşadı. 

 “Başkanım, ikinci tomurcuk da açıldı!”

 Köşeye sıkışan Louise’ nin kaçış bileti ailesine mensup kızdan geldi, Maria yaşananlara takılmadan işini yapmaya devam ediyordu. 

 “Ailemin küçük dâhisinden de bu beklenirdi, diğerlerinin içinde bir yıldız gibi parlıyor!”

 Genç üstat, asil-halk ayrımı yapmadan sadece kendi ailesinin katılımcısını övdü, buna karşılık başkan tam ağzını açacakken ilginç bir olay daha gerçekleşti. Halk arasından gelen katılımcıların olduğu yerdeki bütün On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin ikinci tomurcukları açtı.
 
"Konuş genç dostum, konuş!”

 Aksi Hanry gülmeyi bırakmış kişniyor, yaşına başına bakmadan dizlerine vura vura oturduğu yerde zıplıyordu. Daha on dakika önceki asık suratının yerinde yeler esiyor, şen kahkahaları tek katlı yapının duvarlarına çarpa çarpa ilerliyordu. 

 “Hanry, biraz abartmıyor musun?”

 Başkan iki yardımcısının birbirleriyle uğraşması karşısında ilk tepkisini verdi ama sorunun muhatabı hiç oralı değildi. 

 “Meslektaşımı yüreklendirmenin ne gibi kötü bir yanı olabilir ki?”

 Gloove soyadlı genç kız bu sefer gözlerini yeniden kapatmadan önce karşısındaki sırayı baştan sona inceledi ve herkesin onunla aynı aşamada olduğunu doğruladı. Yüzünde bir tebessüm belirdi, anlaşılıyor ki genç kız bunu bir meydan okuma olarak algılıyordu. 

 “Olmaz eski dostum, diğerlerinin enerji akışlarını kesemeyiz. Şu uzun sakallı adamın gözleri bir süredir üzerimizde, genç olan da sürekli enerjisiyle bizi tarıyor. Ancak bu taraftakilere yardım edebiliriz, fazlasını istemek açığa çıkmamızı sağlar!”

 Kızıl yeşil yapraklı ağaç, asil adayların önündeki bitkilerin enerjilerini çalmayı önerdi ama Mel bunu hemen reddetti. Tabiatı gereği yine öne çıkmıştı ve daha fazlasını yapmak dedesinin nasihatini dinlememek olacaktı. Onuncu dakika aşıldığında; asil sıralarından bir kişi ve halk tarafındaki bütün katılımcılar ikinci tomurcuk açtırma aşamasındaydı. 

 “Genç arkadaşlarım, en zor aşama ilk ve ikinci tomurcuğu aşmaktır. Bunu başardıysanız artık bitki ile iletişiminizin kesilme korkusu duymanıza gerek yok, elinizden geleni yapmaya devam edin!”

 Bitki Bölümü Başkanı geride kalan asil öğrencileri morallendirmek için konuştu, sözleri halktan gelenlere de hitap etmiş gibi görünse de asıl amacını gizleyemedi. 

 “Eski dostum, yaşlı adam daha da dikkatli olacaktır. Kızı bana bırak, sen diğerleri ne kadar ilerlerse bizim taraftakileri yavaş yavaş aynı seviyeye getir. Hepsini bir anda yükseltme, yedi tomurcuktan sonraysa hiçbir şeye karışma!”

 İlk iki tomurcuğun açmasını Üstat Louise istemeden üstlenmişti ama bundan sonra genç adam daha dikkatli olabilirdi. Bunu düşünen Mel dostuna talimatları verip sadece kendisine yoğunlaştı, onun bu konsantre hali Aksi Hanry’ nin dikkatini çekti. 

 “Bu velet biraz alığa benziyor ama diğerleriyle beraber iki tomurcuğa çiçek açtırabildi. Belki de o kadar salak değildir!”

 Mırıldanarak yanındaki küçük sehpada duran bitki çayına uzandı, buram buram kokan içeceği ağzına koymak üzereyken de donup kaldı. 

 “Louise bu sefer anons geçmedin, senin yerine ben yapayım bari. Başkanım üçüncü tomurcuk açıldı ve bunu ailesi belli olmayan biri başardı!”

 Sözlerinin ilk bölümünde şaşkın bir ifade takınan Hanry, ikinci kısımda genç üstadı taklit ederek konuştu ve ardından çayından bir yudum alarak geriye yaslandı. Gözleri, Mel’ in önündeki üç çiçekli On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin üzerindeydi. Sesi yapının içinde çınlayınca istisnasız bütün katılımcılar Mel’e döndüler, bunların içinde Gloove ailesinin dâhisi de vardı. Genç kızın gözleri parladı ama bir saniye sonra yeniden kapandı. Yirmi saniye sonra onun önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ de üçüncü çiçeğini açıyordu.  

 “Gençler epey rekabetçi oluyor, şu ikisi birbirlerini böyle ateşleyebilirse ikisi için de iyi olur. Gelişim yolunda değerli bir rakip, her zaman kişiyi sınırlarına kadar iter!”

 Bölüm başkanı, biri asil diğeri halk tarafından iki katılımcının rekabetini yararlı buldu, sözleriyle iki kişiyi aynı kefeye koyuyordu. 

 “Bölüm Başkanı doğru söylüyor ama rakip olabilmek için iki kişinin hemen hemen birbirine denk olması lazım. Ben, bu çocuğun ailemizin dâhisine yaklaşabileceğini düşünmüyorum!”

 Halktan biriyle aynı kefeye konulmak, suratına çamur sıçratılması gibiydi. Gloove soyadlı Üstat Louise, bunu kabul edebilecek biri değildi ama o sıra bir kahkaha yükseldi, herkes bu tepkinin kaynağını biliyordu. 

 “Haklısın meslektaşım! Dört çiçek açtırmış biriyle, daha üçüncüye yeni ulaşmış olan nasıl bir olsun!”

 Hanry konuşuyordu ama ona bunları söyleten Mel’di. Önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide dördüncü çiçeğini açıyordu. Mel sanki genç üstat Louise’ nin ağzını açmasını bekliyordu, kendi ailesinden gelen kızı övdüğü an dördüncü tomurcuğu patlattı. 

 “Dur, hatırlayacağım! Neydi bu çocuğun adı?”

 Aksi Hanry kendi kendine mırıldanırken, ismini hatırlayamadığı Mel bütün katılımcıların ilgi odağı oldu. Gloove ailesinin genç dâhisi bile kafasını kaldırıp ona bakmak zorunda hissetti, ne de olsa ondan tam olarak bir tomurcuk önde gidiyordu. 

 “Şimdi değil eski dostum, önce asil çocukların ilerlemesine izin ver. Onlar tomurcuk açtırdıktan bir dakika sonra bizimkilere yardım etmeye başla!”

 Kızıl yeşil yapraklı ağaç sabırsızlanıyordu ve bu konuda yalnız değildi. Mel, zihninde başka bir tanıdık ses duydu. 

 “Velet, ben Hanry!”

 İsmini hatırlamayan Kıdemli Üstat denemenin ortasında onunla konuşmaya başladı, buna rağmen Mel sanki onu hiç duymamış gibi davranmaya devam etti. 

 “Dört tomurcuk açtırdın diye mabadın mı kalktı, sana diyorum köylü çocuğu!”

 Aksi Hanry lakabının gereği şekilde davranmaya başladığında, Mel uzatmadan göz ucuyla ona baktı, hareketi seni duyuyorum demenin başka bir çeşidiydi. 

 “Gidebildiğin kadar git ama eğer karşındaki kızdan fazla tomurcuğa çiçek açtırırsan, on tane On Tomurcuklu Hayalet Orkide veririm sana!”

 Bir dakika önce Kıdemli Üstad’a yüz vermeyen Mel’ in gözleri, normal boyutunun iki katı kadar büyüdü, yirminci dakikaya girilirken dört tomurcukla liderdi. Ödül az buz değildi, mağaranın içindeki ağaç dallarını deli gibi sallıyor, bu durumdan duyduğu sevinci belli ediyordu. 

 “Dedem çok göze batma dedi ama bu kadardan bir şey olmaz sanırım. Hadi biraz hızlanalım!”

 Mel, ona her şeyi miras bırakan adamın sözünden çıkmamak için direniyordu ama hayat sürekli bambaşka yollar sunuyordu. Maria Gloove yirmi beşinci dakikada dördüncü tomurcuğu açtırdığında genç üstat çok sevindi ama bu sefer ağzını açıp tek kelime etmedi. Diğerlerinin onun sözleriyle motive olduğuna çoktan inanmış gibiydi. 

 “Genç meslektaşım, ailenizin dâhisi dördüncü tomurcuğu açtırdı, bu konuda konuşmayacak mıyız? Yoksa Gloove aileniz için bu sözü edilmeyecek bir başarı mı?”

 Hanry rahat durmadı, ortada oturan Başkan ona döndüğündeyse beklemediği bir şey oldu. 

 “Üstat Hanry, benim Gloove âlem nesillerdir bitki bilimiyle uğraşır. Sınırları belli insanların elde ettiği geçici başarılarla yarışmak gibi küçültücü hareketlerin içine giremeyiz!”

 Başkan, Hanry’ ye gözdağı verecek gibiydi ama diğer tarafındaki genç üstat zokayı yutmuştu. Mel ve eski dostu ağaç, sanki bu anı beklermiş gibi harekete geçti. Mel beşinci tomurcuğunu çiçek açtırdı, ağaçsa halkın içinden gelmiş çocukların bazılarını iki, bazılarını üçüncü tomurcuğa taşıdı. 

 “Bu sene çocuklar size çok şey borçlu genç arkadaşım, hepsi adına çok teşekkür ederim!”

 Hanry oyuna getirdiği adamla dalga geçmeye başladı ama Bölüm Başkanı buna daha fazla izin vermedi. 

 “Şu andan itibaren ikinize de konuşmayı yasaklıyorum, aksi halde bir senelik inziva cezası vereceğim!”

 O yumuşak ses gitti, emrini sertçe veren bir tavır geldi. Bölüm başkanı, yaşananlara mı daha fazla kızdı yoksa halkın içinden gelenlerin başarılı olmasına mı hiç belli değildi. Böylece sükûnet yeniden sağlandı, yarım saat geçildiğinde Mel ve Maria’nın önündeki On Tomurcuklu Hayalet Orkide ’ler beş, diğerlerinin en iyisiyse üçte takılı kaldı. İhtiyar Bölüm Başkanı kendi oluşturduğu sessizliği yine kendisi bozdu, katılımcılara birkaç öneri vermek istiyordu.

 “Beşinci tomurcuk en az başlangıç kadar zor olacak, eğer yanınızda öz sularınız varsa kullanabilirsiniz!”

 Müthiş bir sevinç gösterisi yükseldi asil adayların olduğu taraftan, normalde kişinin sadece kendi yetenekleriyle ilerlemesi gereken teste bir kısa yol oluşmuştu, hem de bunu en yetkili kişi yapıyordu. Asil öğrenciler, bir an bile geçirmeden ellerinde beliren küçük cam şişelerin içindeki sıvıları On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin olduğu kaplara damlattılar. 

 Halk tarafındaysa hiçbir hareket yoktu, belli ki onların öz suyu denen maddeleri yoktu. Hanry tepeden tırnağa kadar kızardı, onun aksine Gloove ailesinden Louise, keyifle asil çocukları izliyordu. Nasıl keyiflenmeyecekti ki ailesinin dâhisi beş dakika içinde yedinci tomurcuğa, diğerleri de beşinci tomurcuğa gelivermişti. Dengenin aniden değişmesi sonrası halktan çocukların yüzleri asıldı. On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin olduğu kaplarının etrafındaki elleri artık bedenlerinin iki yanındaydı. 

 “Dedemin gitmemi istediği yer gerçekten burası mı? Direkt Bölüm Başkanı asil çocuklara yardım ediyor!”

 Mel’ de testi bırakmış, kendi tarafındaki çocukları inceliyordu. Yüzünde; neler olduğunu anlayıp, neden böyle olduğunu anlayamayan insanlara özgü şaşkınlık ifadesi vardı. 

 “Köylü çocuğu pes etme, en azından diğer asiller kadar tomurcuğa çiçek açtırmaya çalış. Elinden geleni yaptığın sürece, on tane On Tomurcuklu Hayalet Orkide senin olacak!”

 Konuşamayan Hanry Mel’e moral vermeye çalıştı, onun şaşkın halini diğerleri gibi pes ettiğine yormuş olmalıydı. Mel kırkıncı dakikaya girildiğinde kendisinin beş, halktan arkadaşlarının üçer tomurcuğu olduğunu gördü. Yavaşça yerinden kalktı ve herkesin bakışları üzerindeyken Aksi Hanry’ nin yanına kadar geldi. 

 “Üstat, bıçağınızı ödünç alabilir miyim?”

 Genç Çocuğun isteğini duyan orta yaşlı adam, önce ne olduğunu anlamadı ama Mel’ in ısrarlı bakışları karşısında daha fazla bekleyemeden kuşağındaki orak şeklindeki bıçağı uzattı. 

 “Bu bıçak, Yeşil Gölge Akademisi’ne girdiğim zaman ki Bölüm Başkanı tarafından hediye edildi. Genç bir bitki toplayıcısıyken bütün gün bununla çalıştım, ona zarar vermediğinden emin ol!”

 Mel, anladığını ima eder şekilde kafasını aşağı yukarı sallayarak, dolunay şeklindeki bıçağı alıp yerine yürüdü. Koltuğuna oturduğu gibi de kollarını sıvadı, ardından bütün gözler üzerindeyken avuç içlerine iki kesik atarak kanını On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin toprağına akıttı. İşi bitince bıçağı usulca masaya bıraktı, kanlı elleriyle bitkinin açmamış olan tomurcuklarını okşamaya başladı. 

 Bir dakika sonra altıncı tomurcuk, beş dakika sürmeden yedinci tomurcuk açtı. Mel, kanayan avuçlarına aldırmadan teste devam ediyordu. Derken masasına bir elin uzandığını hissetti. Daha önce sinirden tırnaklarını kırmış olan çirkin çocuk bıçağı alıp onu taklit ettiğindeyse, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. 

 “Eski dostum sıra sende, elini kesip kanını bitkiye akıtanların bitkilerine enerji aktarabilirsin! Kendi kan özlerini kullanmalarına izin verme!”

Bütün bu tiyatro olacak fenomene kılıf uydurmak için yapıldı. Mel, yapılan haksızlık karşısında susmak yerine, mücadele etmeyi seçti. Sadece kendisini düşünseydi, bu iş çok kolay olurdu ama o, kanını akıtmak pahasına halktan gelmiş çocukları da yanına alarak ilerlemeyi uygun gördü. 

 “Bölüm Başkanım bu kurallara aykırı! Şu çocuklar bitkileri kendi kanlarıyla besliyorlar!”

 Louise dayanamayıp konuştu, ne tuhaftır ki Bölüm Başkanı sözünü ettiği kuralı unutmuş gibiydi. Bir şeyler düşünüyor gibi gözleri çevirmeye başladı ihtiyar adam ta ki diğer tarafından bir kükreme duyana kadar.   

 “Kurallara aykırı mı? Bugün epey saçma laf işittim ama bu açık ara birinciliği alır. Asil ailelerin çocukları besleyici bitkilerin özünden damıtılmış öz sularını kullanırken sorun yok, diğerleri kendi yaşam enerjilerinin özünü kullandığında kurallara aykırı, öyle mi?

 Son yirmi dakika kaldığında Mel ve Maria Gloove yedi tomurcukla başı çekiyor, kalanlar onları takip ediyordu. Asil öğrenciler on dakika önce öz sularını kullanarak halktan olanlara fark atsa da Mel ve yamuk kesilmiş kâküllere sahip çocuğun hızlı başarısı onları ileri ittiriyordu. 

 Aksi Hanry’ nin orak şeklindeki hançeri elden ele dolandı, avuç içlerine kesikler atan çocukların bitkileri hızla tomurcuklarını açmaya başladılar. Halkın içinden gelen katılımcıların hepsi beşinci tomurcuklarını açtırmıştı. 

 “Aptallar, sadece bir testte başarılı olmak için hayatlarından kaç yılı harcadılar!”

 Alt limit olarak belirlenen yediye ulaşırlarsa, bu test için gerekli puanı alabileceklerdi. Kan enerjilerini feda etmeyi göze aldıkları için Mel’ in müdahalesi belli olmuyordu, diğerleri de bu durumun onların yaşam süresini kısalttığını düşünüyordu. Genç Üstat Louise, yine yüksekten bakıp kibirle konuştu ama artık aynı yükseklikte oturan başka birinin de konuşacağı sözler vardı. 

 “Ailelerinin onlar için satın aldığı öz suları yerine kendi kanlarını kullanıyorlar, bence de büyük aptallık. Neyse ki akademimizin Bitki Bölümü çok adil, bu kabul sınavını geçemeseler bile onları bitki toplayıcısı olarak işe alacaktık!”

 Hanry yıkılmış bir su seti gibiydi, ne varsa dilinden akıyordu. 

 “Ailelerinin desteklediği biblolar Bitki Bilimci olurken, bu iş için kendi ömründen feragat edecek insanlar sadece Bitki Toplayıcısı olabiliyor. Şimdi düşününce, aslında çok mantıklı bir düzen bu! Doğa koşullarının yanında, birçok vahşi yaratıkla da uğraşması gereken Bitki Toplayıcılarını şunlardan seçsek, herhalde iki seneye işleyecek bitki kalmaz elimizde!”

 Orta yaşlı adam konuşmasını tamamladığında, ellerinden akan kanlara rağmen halkın içinden gelen çocukların gözleri parladı. Bitki Bölümünden biri açıkça onları destekliyordu ve bu kişi Kıdemli Üstat Hanry’di. 

 “Üstatlar, gençlerin konsantrasyonunu bozmayalım!”

 Bitki Bölüm Başkanı iki yardımcısını bu sefer daha tatlı bir dille uyardı, asillere verdiği iltimastan sonra eski sertliğini kazanması zordu. Yine de yaptığı hareket bir tarafı terazide ağır basar hale getirmişti, öz sularını kullanan çocuklar altıncı tomurcuklarına ulaşıyordu ve hallerine bakılırsa çok da rahatlardı. 

 “Rahatlıkla yedi tomurcuğa çiçek açtırabileceğiz!”

 “Ben sekize çıkarım, kendimizi zorlamamıza bile gerek kalmadı!”

 Fısıltı halinde konuşsalar da bazı sözler rahatlıkla duyuluyordu, rakip haline geldikleri çocukların moralini bozmak için bilerek yapıyor gibiydiler. 

 “Sabır eski dostum, bırak eğlensinler. Böylesi daha iyi!”

 Bir anda her şeyi değiştirecek kudreti elinde bulunduran ağaç, kışkırtmalar karşısında öfkelendi ve Mel’ in iki buçuk sene boyunca onu beslediği enerjiyi kullanarak On Tomurcuklu Hayalet Orkide’lerin çiçeklerini açtırmak istedi. 

 “Son on beş dakika!”

 Bölüm Başkanı ve İki Üstat dışında, yapının içinde Bitki Bölümünden pek çok denetmen vardı. Şimdiye kadar yaşanan tuhaf olaylar nedeniyle pek konuşamasalar da katılımcıları her on beş dakikada bir uyarıyorlardı. Mel ve Maria, gereken minimum standarttı tutturmalarına rağmen ciddiyetle devam ediyorlardı, bunun meyvesini de hemen hemen aynı anda açtırdıkları sekizinci tomurcukla aldılar. 

 “Lanet köylü, her seferinde bilerek yapıyor sanki!”

 Louise, ağzıyla söylemesine rağmen buna olasılık vermiyordu ama olan tamamen buydu. Mel, kendi bitkisinin yanı sıra, rakip olarak gördüğü kızın On Tomurcuklu Hayalet Orkide’ sini de kolluyordu. Şatafatlı kıyafetler içindeki kızın bitkisindeki tomurcuk açmaya başladığı an, kendisi de sıradaki tomurcuğa çiçek açtırıyordu. Maria baştan önemsemediği çocuğa nefret dolu gözlerle bakıyordu, herhalde en uçuk rüyasında bile nereden geldiği belli olmayan bir köylünün onunla yarışabileceğini düşünmemişti. 

 “Geçen sene dokuz tomurcuğun çiçek açışını görmüştük, acaba bu sene daha iyisi çıkar mı?”

 Halk kısmında bulunan denetmenler kendi aralarında konuşuyorlardı, geçen sene burada olan bir tanesinin merak ettikleri vardı. 

 “Zannetmiyorum, son yirmi yılın en iyi skoruydu ve başaran Gloove ailesinin genç efendisiydi!”

 Bekleyiş ve dedikodularla bir beş dakika daha geçti, Mel ile Maria sekizinci, diğer herkes altıncı tomurcuktaydı. Maria’nın yüzünden terler boşalmaya başladı, elinde beliren öz suyunun kapağını açıp bir hamlede On Tomurcuklu Orkide’ nin toprağına boşattı. 

 Bölüm Başkanı izin verdiğinde öz suyunu kullanmayan tek asil oydu ama testin sonuna yaklaşıldığında sınırına geldiğini hissetmiş olacak ki bu imtiyazı kullanmaktan çekinmedi. Dokuz dakika kaldı ve Maria’nın öz suyu etkisini göstermeye başladı. Bitkinin tomurcuğu huzursuzca titriyordu, bir dakika daha geçtiğinde açmak için büyük çaba sarf ettiği belli oldu. Nihayet son altı dakika kala güzel kız dokuzuncu tomurcuğa çiçek açtırmayı başardı, On tomurcuklu Hayalet Orkide’ nin gövdesinin üzerinde dokuz beyaz çiçek vardı. 

 Açılmamış tek tomurcuk sağ taraftaydı. Eğer oda açarsa, her iki yanda beşer çiçeğin olduğu bitki güzelliğini tamamen sergileyebilecekti. Maria, cebinden çıkardığı kenarları işlemeli mendille alnındaki terleri sildi. Beyaz mendilin bir ucunda, ismi ve soy isminin baş harfleri altın sicimlerle zarifçe işlenmişti. Ardından kafasını kaldırıp Mel’e baktı. 

 Tavrında, sonunda üstün gelmiş bir insana has olan kibirli hava göze çarpıyordu. Öz suyu kullandığı için soydaşının başarısı kadar ilgi göremeyecekti ama yine de son yirmi senenin en iyi derecelerinden birini yapmıştı, nasıl kibirlenmezdi ki?” 
 “İşin sonunda en iyi kendini belli etti. Bazılarının, aşamayacağı sınırların olduğunu öğrenmesi zaman alabiliyor!”

 Louise yine rahat duramadı, ailesini temsil eden kişinin dokuzuncu tomurcuğa çiçek açtırmasının ardından dili çözüldü. Sözlerinin hedefi direkt olarak Mel’di, Maria ile yarışan tek kişi olarak sınırının burası olduğunu söylüyordu. 

 “Bu sene katılımcılarımız gerçekten çok başarılı, altı tomurcuğun altında kalan kimse yok. Çoğu yedi ve içlerinden bazıları sekizinci tomurcuğa kadar ulaştılar!”

 Bölüm başkanı, Genç Üstat’ ın sözlerini bir ara geçiş yaparak yumuşattı ve kısaca durumu da özetlemiş oldu. Halkın çocukları altı, asillerin çoğu yedi ve Maria hariç geri kalanlar sekizinci tomurcuktaydı. Mel’ in ve diğerlerinin kanlarını ortaya koyarak başardıklarını, asil ailelerin çocukları ellerindeki imkânları kullanarak rahatça başarabilmişti. 

 “Kana karşılık, para; sanırım Akademimizin yeni düzeni böyle işliyor!”

 Aksi Hanry koltuğuna çöktü, durum yüzeyde sevindirici olsa da mırıldandığı sözler yüreğine ağır bir taş gibi oturuyordu. 

 “Arkadaşım, yapma!”

Sonucun neredeyse belli olduğu ve testin bitmesine beş dakikadan az süre kaldığı anlarda, tiz bir çocuk sesi tek katlı binada yankılandı. Bağıran, Mel’ in yanında oturan sarı saçlı, yamuk kâküllü çocuktan başkası değildi. Bu eyleminin nedeniyse, Mel’ in elindeki orak biçimdeki hançerdi.

Free WordPress Themes

created with

WordPress Page Builder .