Göğü delmek
amacıyla yapılmış gibi duran, dış cephesi camlarla kaplı bir binanın otuz
beşinci katındayım. Buraya her gelişimde içim bir tuhaf oluyor. Nedenini
soracak olursanız, her hafta istisnasız en az beş kere internetten yaptığı
alışverişleri teslim etmeye geldiğim muşmula suratlı kadının sekreteri derim ve
susarım.
Kapıdaki
güvenliğin artistliği veya benimle asansöre binenlerin küçümser bakışları ile
beraber oflanmaları hiç önemli değil. Onu gördüğüm an öncesi sıfırlanıyor. Çok
güzel, abartısız çok güzel! Benim gibi haline bakmadan yüksek standartların
peşinde koşan birinin dahi dibini düşürmesi için çok uğraşması gerekmiyor.
İtici bir
sesle açılan ofis kapısından adımımı attığımda burnuma gelen kokusu ile
beynimden vurulmuşa dönüyorum.
Çok da kibar, istisnasız her geleni ayağa
kalkarak karşılıyor. Her gün yüzlerce paket teslim ettiğim bu plaza çöplüğünde
insanlığını kaybetmemiş yegâne kişi belki de.
Tamam, belki
biraz torpil yapmış olabilirim ama onun gibi kişilerin sayısı gerçekten bir elin
parmaklarından az. Camla kaplı çelik yığınlarına giren kişiler hoşgörü ve kibarlıklarını
x-ray de bırakıyor galiba. Çıkarken almayı unutmamalarını bile kar saymak
gerekiyor.
Bu gün her
zamankinden çok farklı olacak çünkü muhtemelen onu son görüşüm. Saçlarımı
itina ile tarayıp, ofise girmeden önce deodorant banyosu yapmam bundan.
Oturduğu
zaman sadece gözlerine kadar olan kısmının görünmesine izin veren yüksek bankonun
arkasında ayakta karşılıyor. İçimdeki heyecandan mı yoksa hüzünden mi bilinmez
konuşmaya başlamadan önce birkaç uzun nefes almam gerekti.
Saçlarını
toplamamış bugün, büyük dalgalar halinde omuzlarına düşüyor. Bilerek mi
yapmıştı acaba? Bir iki kere cesaretimi toplayarak ona bu stilin ne kadar çok
yakıştığını söylemiştim.
Haksız
sayılmam. Uzun kömür karası saçlarının uçlarına doğru rengi açılıyor, neredeyse
beyaza dönüyor. İşte beni bitiren detay bu! Saçını topladığı zamanlar bundan
mahrum kalıyorum.
Sanırım verdiğim tavsiye cesaretim kadar bencilliğimin de bir
ürünüydü.
Standart
işlemleri yaparken yine ufaktan laflamaya başladık. Bugünün son günüm olduğunu
bir iki gün içinde Avustralya’ya dil okuluna gideceğimi söyledim. Yüzünde
oluşan hayret ifadesini görmeliydiniz. Benim hakkımdaki bir konunun onu böyle
etkilemesi büyük bir sürpriz oldu.
Paket teslimatı
dışında hiç konuşma fırsatımız olmamıştı ki üniversiteyi son senemde bırakıp
para biriktirmek için kargo firmasına girdiğimi nereden bilebilirdi.
Aslında yakın
çevrem dışında kimse bu hikâyeyi bilmiyordu. Öğretim görevlisini tartaklayıp
okuldan atılmanın pek gurur duyulacak bir yanı yoktu.
Pişman mıyım asla! Yine
olsa aynı tepkiyi verir miydim? Şüphesiz. Çok dillendirmesem de yaşadıklarım içimde
bir yara değildi. Hiçbir zaman çok güçlü veya cesur olmadım ama haksızlık
karşısında da susacak kadar küçülmedim.
Aklıma
zamansız gelen bu düşünceleri silip attım. Geçmişin yüklerini sırtıma
bindirdiğim müddetçe olması gereken hızda ilerleyemem. Koca iki sene uğraştım
ve amacıma ulaştım. Yarından tezi yok yeni bir hayata başlamamı kimse
engelleyemez.
Yine bir kucak
dolusu irili ufaklı kutuyu kapıp gidecekken daha önce hiç yaşamadığım bir olay
gerçekleşti. Her hali ile beni benden alan kadın elindeki kartviziti utangaç bir
gülümseme ile bana uzattı.
Benim halimi
düşünebiliyor musunuz? Kibarca uzattığı kartı alırken bir yanda da gözlerine
bakıyorum. Çıkarken görüşürüz dediğini hayal meyal hatırlıyorum.
Böyle bir
heyecanı yaşamayalı ne kadar olmuştu acaba? Lise, üniversitenin ilk senesi,
elim ayağıma dolanmışken hatırlamam mümkün değildi.
Asansörün
kata geldiğini belli eden ses ile geçmişten günümüze dönmem bir oldu. Tatlı
duygular yaşasam da acı gerçeklerin olduğu bir hayata sahibim ne yazık ki.
Kapı
açılır açılmaz kendimi önünde demir bir tutmaç olan aynalı kısma atıverdim.
Elimdeki kutuların altını demire yasladığım zaman taşıması daha kolay oluyor.
Belki olması gerekenden fazla yer kaplıyorum ama onca kat boyunca kucağımda koca
bir kutu yığınıyla inemem.
İki veya üç
kat indikten sonra kapı açıldı. Bir gün direkt zemin kata inerek bu metal ve
ayna cehenneminden rahatça kaçabilseydim ne olurdu?
Bu düşünceler içindeyken en
son istediğim olay gerçekleşti. Bir grup beyaz yakalı, şen kahkahalar ve
abartılı jest ve mimikleriyle asansöre doluyorlar.
Ne kadar uyuz
olduğum tipleme varsa kokteyl halinde etrafımı sardılar. Korku evine çevrilmiş
bir sirke zorla götürülmüş gibiydim.
Başlarda bu kadar tepkili değildim onlara
karşı, birkaç kez asansörden inerken veya paket teslim ettikten sonra kibarca ‘’iyi
günler’’ dedim. Cevap olarak kibar bir söz beklediğim yoktu, sadece
suratlarına yapışan küçümseyici tavır dağılsa yeterdi.
Maalesef bu
gerçekleşmesi zor bir hayaldi. Teşebbüsümüm bir sineğin kanat çırpmasının
çıkardığı ses kadar ilgilerini çekmiyordu.
Çözümü pes ederek kendimi uzakta tutmakta
buldum. Aynı işyerinde çalıştığım kıdemli kuryeler gibi onlara yaltaklanamazdım.
Yaslandığım
demirin köşesine sıkışmamı sağlayan grubun içinde bonus olarak adlandırdığım
tiplerden biri de vardı. Bu tür, plaza dünyasının cafcaflı çalışan profilinin
tabanına tekabül ediyor. Hizmetli sınıfının bir üstünde bulunması nedeniyle mi,
yoksa kendisine biçilmiş elbiseyi giymeyi ısrarla reddetmesinden midir
bilinmez, kendileri en saldırgan sınıftır.
‘’Şu yönetime kaç defa daha dış hizmet
sağlayıcılarına asansörü kullanmayı yasaklamalarını söylemem lazım!’’
Yine başladı
konuşmaya ezik. Bulunduğu ortam içindeki tek dikkat çekme fırsatını kaçırmak
gibi bir niyeti yok. Karakter olarak elimdeki kutuların bir tanesi kadar yer
sağlayamadığı cemiyette, kendisinden aşağı gördüğü bir sınıfı aşağılamak
suretiyle var olma savaşı veriyor.
Karakter
olarak yetersiz dediğime bakmayın, genellikle bunlar fizikken de pek gelişmiş
olmuyorlar. Beraber asansöre bindiği kadınlı erkekli grup içinde, vasattan aşağı
görünüme sahip olan ondan başka biri yok.
Ortalamanın
altında bir boy, düşük omuzlarla beraber sanki standart paket donanım gibi
gelen seyrelmiş saçlar adamın en belirgin özellikleri. Beni ima ederek
söylediği sözler beraber olduğu insanlar tarafından duymamazlıktan gelinince,
özgüven eksikliğinden kamburlaşmış sırtı biraz daha çıkıntılaşıp tehlikenin
yaklaştığını duyuruyor.
‘’Neden merdivenleri kullanmadın
sen?’’
Beklenen
oldu. Dikkate alınmamanın acısını çıkaracağı kurbana direkt ithamda
bulunmasının sırası geldi. Sesinin tonunu bir perde yükselttiği için artık kimsenin
duymama şansı kalmadı. Arkadaşları hafifçe bana döndüklerinde eziklerin şahı
ile aramda birbirimizi net bir şekilde göreceğimiz bir açıklık oluştu.
İşte tecrübe
denen şeyin ne denli gerekli olduğu bu anlarda ortaya çıkıyor.
Birkaç kez aynı
dalyarak familyası üyesi kişiyle uğraştıktan sonra kulaklık kullanma
alışkanlığı edindim. Şu an müzik dinlemiyorum, az önce söylediklerini net bir
şekilde duydum ama bunu benden başka birinin bilmesi gerekmiyor.
Sırtım kapıya
dönük şekilde duruyorum. Elimdeki kutular nedeniyle aynadan da görünmeyen
yüzümle, vahşi doğada kamufle olmuş bir kertenkele gibiyim.
Bu halimin yetmeyeceğini
bilmiyor değilim ama ezik karakterin kendini kurtarıp normale dönmesini
bekliyorum. Herkesin müzik dinlediğimi sanması için yalandan kafamla tempo bile
tutuyorum, zemine ulaşana kadar dayansam yeterli.
‘’Sana söylüyorum, cevap versene!’’
Sırtıma
dokunan bir parmakla dönüşü olmayan yola girdiğimizin resmi olarak ilanı
yapılıyor. Sözler konusunda epey sabırlıyımdır ama iş fiziksel temasa gelince
ayarımın olduğunu söyleyemem. Böyle basit bir şey için şiddete başvurmak gibi
bir niyetim yok. Söylediğim gibi konu ufak, ben de karşımdakinin de ufak
olmasını kullanayım bari.
Övünmek gibi
olmasın boy olarak biraz şanslıyım. 190 santimin üstündeydi en son ölçtürdüğümde,
ince bir yapım olmasına rağmen bu özelliğim benim görünüşümü kurtarmaya
yetiyor.
Sanırım bana
bulaşan tip en fazla bir yetmiş civarı olmalı. Bir elimi kutuların üstünden çekmeden
belimden geriye döndüm ve kafamı eğmeden ileriye bakmaya başladım.
Adam
önümdeydi gayet iyi biliyordum ama sanki onu boyunun kısalığından dolayı
görmüyormuşum gibi yaparak çileden çıkarmak amacındayım. Ok yaydan çıktı, işi
bir adım daha ilerletip kulaklıklarımı çıkararak şaşkınca bana bakan diğer
beyaz yakalılara sesleniyorum.
‘’Hanginiz beni parmağıyla dürttü?’’
Sorumu
dibimde duran tipi hiçe sayarak sormamla, grubun içinden bir iki kişinin
gülmemek için kendisini tutmasını görmem bir oldu. Bu durum benim hoşuma gitse
de çıkardığı tuhaf sesten anlayacağım kadarıyla, aşağılık kompleksi ile
cebelleşen adam durumdan pek haz almıyor.
‘’Sıkışmak zorunda mıyız biz senin
yüzünden? Asansör sadece plaza çalışanları için!’’
Artık onu
görememek gibi bir şansım yok. Kafasının üstünde kalmış birkaç tel saçı ve
boyunu uzun göstermek için giydiği dikine çizgili tuhaf ceketiyle, gün
ortasındaki güneş gibi karşımda. Cümlesini götünden uydurduğu bir kuralla
bitirmesi işime geldi, direkt o kanaldan saldım zehrimi.
‘’Nerede yazıyor acaba asansörlerin
plaza çalışanlarına ait olduğu? Benim gördüğüm uyarılarda sadece kilo ve kişi
sınırı yazıyor. Elim dolu eğilemiyorum, acaba sizin göz hizanızda mı bu konu
hakkında bir levha var?’’
İyiyim
hoşumdur ama tersim pistir. Bel altı vurmaya başladım mı adamı devirene kadar
durmam. Az önce kendini tutanlardan birkaç sıkışmış hava sesi geldiğinde, boyu
nedeniyle dalga geçtiğim adamın rengi değişmeye başladı. Ufaktan kızarmış yüzü
söylenenlere bozulduğunu ama elinde birkaç kozu olduğunu belli ediyordu. Madem
başladık hız kesmeden düşmanın üstüne çullanmak icap eder zira kavganın her
türlüsünde öncelik alan avantajlı durumdadır.
‘’Sanırım, siz arada kaldığınız için
nefes almakta zorlanıyorsunuz. Bu da anksiyete hissi oluşturuyor. Bu durumda
olmam ne kötü? Arkadaşım bana el versene, beyefendiyi kaldırıp şu demirin
üstüne oturtalım. Biraz kendine gelsin!’’
Ağzı açık
bizi izleyen bir beyaz yaka erkeğine ithafen konuşurken, dibimdeki ezmenin
tepesinin attığını net şekilde görebiliyorum. Haz duyuyor muyum? Evet, inkâr
edemeyeceğim bir şekilde çok. Ne yapalım, atalarımızın dediği gibi ava giden
avlanır.
‘’Terbiyesiz!’’
Ne diyeceğini
bilemiyor hasmım. Büründüğü ruh hali, kaba bir tonda başlayarak r harfine
oldukça yüklü bir baskı yaptıktan sonra z de neredeyse çığlık atma noktasına
gelmesinden rahatça anlaşılabiliyor.
‘’Seni firmana şikâyet edeceğim. İsmini
söyle bana!’’
Çırpınışlar
başladı. Sıra iş hayatlarımızın arasındaki statü farkını kullanmaya geldi. Bu
hareket, ardından gelecek olan en çaresiz eylemin habercisi olduğundan dolayı
sondan bir önceki darbeyi indirme vaktim geldi.
‘’Belki biraz yüksekte kaldığı için
göremediniz. İsmim ve diğer bilgilerim yakamdaki kartta mevcut. Arkadaşlarınızdan
rica ederseniz sizin yerinize not alabilirler. Ayrıca büyük ihtimal ben ofise
geçmeden siz aramış olursunuz, unutmadan eşantiyon dağıttığımız ürünlerin
içinden bir şampuanı size yollamalarını isteyin. Bu kadar yakınıma girince ister
istemez hissettim. Kafanız çok kötü kokuyor. Terden mi yağdan mı bilmem ama
yıkasanız siz ve çevreniz için hoş bir hareket yapmış olursunuz!’’
İşyerine
şikâyetin bir sonrası abuk sabuk bahaneler bulup çevreye sizi kötü lanse etmek
olacaktır. En yaygın yöntem de bütün gün durmaksızın çalışan kişilerin
koktuklarını iddia etmektir.
Bazı günler
iş yoğunluğu nedeniyle esansı bol şekilde gezindiğim olmadı değil ama bugün
gönlümün kozasından henüz çıkmamış narin kelebeğimin yanına uğrayacaktım ve şu
an ayaklı parfümeri reyonu gibi mis kokular saçıyordum.
Bana saldıran
adamı sadece tahmin üzerinden itham ettim ama genelleme yaparak attığım zarın
düşeş geldiğini anlamam çok uzun sürmedi. Etrafında dizilmiş bizi izleyen
birkaç kadın mesai arkadaşının yüzü buruştu. Adamın çölde bir vaha gibi görünen
kafasındaki üç tel saça tiksinti içinde bakıyorlar.
Ağzına kadar
doldurduğum bardağın taştığı nokta tam burasıydı. Var olduğunu benim üzerimden
ispatlama çabasına giren adam da kadınların bakışlarını yakaladı.
‘’Şimdi yönetime gidiyorum. Senin bir
daha bu plazaya giremeyeceğinden emin olacağım!’’
Kabul
etmeliyim ki son kozunu tipinden beklenmeyecek bir klasta oynadı. Tehdit
ederken bunun hava olmadığını, gerçekleştirecek gücün kendisinde bulunduğunu
sofistike bir biçimde dile getirdi.
Sorunlarının
temelinde yatan nedeni görmemesi ne acı? Birkaç kat inmek için içinde
bulunduğumuz asansörde yaşadığı şapşallık silsilesini bir kamera ile kaydedip
kendisine izletmek isterdim.
Son cümlesine
kadar ne hareketleri ne de konuşması onun değildi.
Oysaki en sonunda kendini
bulabildi. Köşeye sıkışınca, modern insan olma gerekliliğinin yüklediği
anlamsız telaşlardan kurtulunca, temel içgüdülerinin onu ele geçirmesine izin verdi.
Takdir ettim
adamı. Artık gözümde, asansöre ilk bindiğindeki saldırgan ezik değildi. Aklımdan
olayı burada kapatmak bile geçiyordu. İğneyi kendime batırma vakitlerini
yaşarken, böyle naif fikirler her daim beynime hücum ediyor.
Fikirlerin
beyninizde gezinmesi ile bunları gerçekleştirmek için uygulamaya dökmek farklı
prosedürlerdi. Henüz gerçekleştiremediğim bu olgunluğu, bugünde çevreme
yaşatamayacağım için suçluluk hissetmiyorum.
‘’Güle güle! Plazada yatmıyorsun ya,
bende dışarıya rahat çıkamayacağından emin olurum o zaman!’’
Son kozlarımızı
oynadık. Bugün işteki son günüm olduğu için haberi olmasa bile onun ki boşa
çıkıyor. Benim tehdidim eminim ki yüreğine koca bir kaya gibi oturacak.
Pek bilinmese
de bu camdan hapishanelerde hizmetli personelinden dayak yemiş birçok kişi
vardır. Hikâyeleri kulaktan kulağa yayılır, kendileri işlerini kaybetse bile
geride kalan sınıfdaşlarının zırhına bir katman daha eklerler.
Giderayak hiçbir
endişem olmadan kartımı masaya vurup ibişin soluğunu kestim. Büyük bir
yutkunmanın izleri boğazında belirirken asansörün kapısı açıldı.
Nihayet zemin
kata gelebildik. Kısa boylu adam hızlı adımlarla kaçarcasına asansörden
indikten sonra yanındakilerde teker teker onu izlediler.
Hasmıma söylediğim
sözler, onunla dalga geçmemi neşe içinde izleyen arkadaşlarını da tedirgin
etti. Belli etmemeye çalışıyorlar ama özünde onların da beğenmedikleri adamdan
bir farkları yok.
Sadece, ek
yerlerini gizleme konusunda ondan daha becerikli olmaları sayesinde oynamaları
gereken role rahatça bürünüyorlar.
Kendilerini güvensiz bir durumda hissedip
kaçmaları bundan. Neyse ki elim kolum doluyken hareket etmekte iyiyim. Açık
kapı tekrar kapanmadan kendimi dışarı atabildim.
Hizmetli
sınıfının külhanbeyleri olan güvenlikçilerin önlerinden geçerken yüzüme mal mal
bakmalarından, az önce itin götüne soktuğum adamın buradan geçtiğini anladım.
Yönetim ters taraftaydı oysa anlaşılan düşündüğümden daha korkak çıktı adam. Onu
yakalayıp şiddet uygularım diye hemen kaçıvermiş.
Son noktamdan
sansasyonel bir biçimde ayrıldıktan sonra dilime doladığım bir şarkıya kâh
ıslık, kâh alkış ile eşlik ederek kargo ofisine kadar geldim.
Neden bilinmez
buraya ilk geldiğim gün aklıma düştü. Sıkılarak kapıdan girişimi, her yanı
logolu iş kıyafetini giydiğim zaman hissettiğim utancı tekrar yaşıyorum sanki.
Bir süre
sonra içinde bulunduğum duruma alıştım. Pek çok tecrübe edinmeme, başka yerde
olsam karşılaşamayacağım durumları deneyimlememe vesile oldu bu iş.
İtiraf
etmeliyim ki ilk başlarda kendimle çok savaşmak zorunda kaldım. Yaptığım işin
beni tanımladığını sandığım zamanlardı ve etrafıma epey sorun çıkardım. Bir
süre sonra adeta o fantastik romanlarda geçen aydınlanmadan yaşadım. İnsanların
işleri ile değil işlerin insanlar ile tanımlandığını görecektim.
Son bir senedir
bu fikre sıkıca sarılıyordum.
Belki doğduğum ülkede gerçekleşmeyecekti bu
hayalim ama eninde sonunda olacaktı. Fakülteden bir arkadaşım mezun olur olmaz
yurtdışına atmıştı kendisini, kısa sürede iş buldu ve her görüşmemizde bana
umut aşılamaya başladı.
İşte
yurtdışına çıkmak ve yeni bir başlangıç yapma fikrimin temeli bu görüşmelere
dayanıyor. Nihayet yeterli parayı biriktirerek amacım doğrultusunda ilk adımı
atmaya hazırım.
Pasaportum,
vizem, uçak biletlerim hepsi hazır. Yarın kurtuluyordum bu hayattan, işimi
severek yaparsam kıymetimin bilineceği uzaklara yelken açmak üzereyim.
‘’Neredesin lan kerhanacı!’’
Her akşam
aynı karşılama bıkmadı mı bu adam diye düşünmeyi bırakalı çok oldu ama bu
sözlerden sonra yüzümün gülmesine de engel olamıyorum. Kim miydi bana böyle
avam bir hitapla seslenen kişi? Tabi ki Muharrem Abi. İlk çalışma günümün
akşamından beri, istisnasız her daim beni böyle karşılıyordu.
İlk başlarda
bozulmuyor değildim bu duruma ama kendisini tanıyıp tamamen teklifsiz bir insan
olduğunu anlayınca, kendi haline bıraktım onu.
Adamın benim yaşımda iki oğlu
var. Birkaç kere ofise gelmişlerdi ve onlara ettiği lafları duyunca kendimi
şansı saymaya başladım.
Ağzı çok
bozuk! İki lafından biri küfür, diğeri gün içinde gördüğü kadınların çeşitli
vücut kısımlarını düşünerek kurduğu hayalleri dile getirmesiydi.
Belki tüm
ofis çalışanlarının erkek olmasından geliyordu bu rahatlığı, müdür ne zaman bir
kadın personel almak istese deli gibi savunma yapması bundandı sanırım.
Derken hızla
yanıma gelip bir yere kaybolmamamı, akşam ofisten birkaç kişi dışarı çıkıp
kafayı çekeceğimizi söyledi. Veda yemeği olacaktı bu, sınırlarını zorlayıp
balık pazarında bir mekândan yer bile ayırtmışlar.
Nihayet
yarının işlerini bitirdiğimizde çıkma vaktimiz geldi. Beş sap rotamızı
İstiklal’e doğru cevirdik.
Otobüsten artık yer altına alınmış duraklarda indik.
Bir yer ne kadar değişebilirdi ki? Burası artık Taksim değil Sirkeci yer altı
pazarı gibiydi.
Bu gece
eğlenmeye geldiğimizi hatırladım hemen, ne beton olmuş meydan, ne de halı
sahadan bozma nostaljik tramvay yolu moralimi bozamazdı. Sallana sallana akşamı
geçireceğimiz meyhanenin kapısına kadar savrulduk.
Başlarda aşırı yadırgasam da
bu adamların muhabbetleri gitgide sarmaya başladı. Suçları yoktu aslında,
aldıkları eğitim ve bulundukları ortamların içinde kendilerini ancak bu kadar
geliştirebilmişlerdi.
Bir bakıma
yurtdışına kaçış planlarımdaki ana etkenlerden biriydi bu insanlar. Giderek
bende onlar gibi içinden çıkılamaz kısır döngülerin esiri olurum diye korkuyordum.
Ev aldık, onu
ödemek için fazla mesai yapmam lazım! Arabanın kredisinin bitmesine daha çok
var kemerleri sıkalım! Bizim çocuğun kafası çalışmıyor zaten okumayacak lafları
günlük hayatımın parçası olmadan uzaklaşmak istiyordum.
Bu düşüncelerle
haşır neşirken ara sıcaklar geldi. Ben hariç herkes içeceği için altlık yapmak
adına çatallar inip inip kalkıyor.
Bu arada, benim alkollü içeceklerle hiç
aram yoktur. Duyan herkeste dini bir nedenle olduğunun izlenimi oluşsa da beni
tanıdıkça dinlerle aram olmadığını görüp işin aslını kabul edebiliyorlardı.
Kelimenin tam
anlamıyla içemiyordum. Her türlüsünü denedim ama ne çare, bardaktan ağzıma
döküldükleri gibi geri çıkmaları bir oluyor.
Veda gecemde de bu değişecek gibi
durmuyor, yetmişlik açıldığı an burnuma dolan anason kokusu bile yetti.
Tüm günün
açlığıyla mezelere yumuldum. İçecek işini acılı şalgamla halledecektim. Yaşımız
yirmiyi geçti artık, annesiyle çay bahçesine gelmiş çocuk gibi meyhanede kola
veya sarı gazoz söyleyecek halim yok.
Mesai
arkadaşlarım çoktan ilk kadehleri coşkuyla devirip, ikincileri içmeden önce
olanca sesleriyle kadeh tokuşturuyorlar. Nasıl bir sevinç vardı içlerinde, ulan
bu kadar mı bıktınız benden?
Tabii ki işin
aslı bu değildi, her şeyi anlıyordum. At gözlüğü takmış kişilerdi onlar, ne
kadar anlatmak istesem de kabul etmediklerinden dolayı bir süre sonra gerçeği
yüzlerine vurma işinden vazgeçmiştim.
Şu hallerine
bakınca, bedbaht hayatlarının dışındaki bir yerden, sadece huzur ve mutluluğun
olduğu engin maviliklerden bir tutam zevk çalmış gibiler. Onlara uymaktan başka
yolum olamaz, zaten dansöz bizim masaya çıktığından beri ben de bir hoşum ya.
Şimdi
anlıyorum o para saçan adamların ruh halini. Garibanlığıma aldırmadan kalçası
ile beni nakavt eden hatuna bir ellik sıkıştırdım.
Gecenin adamı benden başkası
değildi, beline kadar uzanan saçlarını yüzüme doğru savurarak dans eden bu
dilberle en çok ben göbek attım. Zaman su gibi aktı, biz ise sanki dünyanın son
günüymüşçesine ne kadar kurdumuz varsa döküyoruz.
‘’Beyler, artık kapatıyoruz!’’
Öyle bir mutluluk
dalgasında yüzüyorduk ki kendimiz çalıp kendimiz söylediğimizi garsonun mahcup
ses tonuyla yaptığı uyarı sonrası anlayabildik. Bir anda etrafımı sarmaları tam
bu sözün üstüne oldu. Ne olduğunu anlamadan ağzımın önünde bir kadeh sek rakı
vardı.
‘’Hadi oğlum, bir dikişte yuvarla!’’
Muharrem abi
durdu durdu, son anda yine bir şeytanlık peşine düştü. Yandığım an bu andı.
İhtiyarın ısrarları meşhurdu, bir taktımı elinden kurtulmanın imkânı olmuyordu.
“Abi yapma, biliyorsun içemiyorum
işte!”
Kaderimden
kaçmaya çalışıyordum ama akıntıya karşı kürek çekmekle eş anlama gelen bu
eylemimin kaşarlanmış ihtiyarın üstünde en ufak etkisi olmadı.
“İç ulan kerhaneci! Bir kadeh rakıdan
kime ne olmuş!”
Yandığımın
resmiydi. Gözümü kararttım, bardağı aldığım gibi bir dikişte bitiriverdim.
Çıkarken alkış kıyamet yıkılıyordu mekân, sanırsın ki çok matah bir bok yedim.
Dört küçük camla nostaljik bir hava verilmiş dış kapının koluna koparacak gibi asıldım.
Gece sona
erdi. Sabahın habercisi, insanın içini ürperti ile dolduran rüzgârlar yüzüme
vuruyor. Uzun saatler boyunca alkol, sıcak ve heyecan yüzünden artmış vücut
ısımla çarpışan esintinin küçük münakaşası sonrası hapşırmak zorunda kaldım.
‘’Çok yaşa!’’
‘’İyi yaşa!’’
Kafaları bir
milyon olan mesai arkadaşlarım hep bir ağızdan bağrışıyorlar. Küçücük olayın
onların neşelerinin cilası olması ne tuhaf! Normalde yüzlerinden düşen bin
parça, mütemadiyen gergin bu adamlar, şimdi küçükken mahallede maç yaptıktan
sonra bakkala gazoz almaya giden çocuklar kadar şenler.
“Sağ olun, hep beraber!’’
Bu laf biz de
klasiktir! Kim derse desin ardından sen de ayıp olmasın diye söylersin ama
belki de hayatım boyunca ilk defa bu kadar dolu dolu çıkıyor ağzımdan.
Çalıştım,
çabaladım, hayalim için para topladım. Vize başvurum, dil okulum hepsi hazır ve
yarından tezi yok çok uzaklara bir kuş gibi uçuyorum. Son gecem, kâh kavga
ettiğim, kâh arkasını kolladığım, iki sene omuz omuza çalıştığım insanların
sıcak yüzlerini görmemle son buluyor. Ölsem bile gam yememem şu saatten sonra.
“Allâhu Ekber Allâhu Ekber”
“Hayda, sabah ezanı vakti mi olmuş?”
Ekipteki biri
hayretler içinde konuştu. Adam sıkıcı hayatının içinde biraz eğlenme fırsatı
bulunca nasıl zaman meftununu kaybetmişti.
‘’Bbbbbuuuuuuuuuuvuvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvv!’’
Ezanın bitimi
ile beraber dehşet verici bir boru sesi duyuldu. Kalelerde düşman kuvvetlerinin
yaklaştığını herkese haber veren cinsten bir enstrümanın sesini andırıyordu.
Akabinde sağ
yanımdan yığılma sesi gelmesi ile irkildim. O yöne döndüğümde Muharrem Abi’yi
yerde diz çökmüş, ellerini açıp dua ederken buldum.
‘’Allah’ım sen beni affet, işlediğim
günahları bağışla. Sen büyüksün, sen kadirsin!”
Sigaradan
bıyıklarının uçları sararmış adam öyle bir hızla ve nefes vererek dua ediyordu
ki ortama karışan rakı kokusundan hafiften açılmış zihnim yeniden sarhoş olmak
üzere.
Bir sonraki
an ekibin geri kalanını da aynı hareketleri yaparken buldum. Ne oldu ki durup
dururken böyle korku içinde tapınmaya başladılar. Aklımı meşgul eden bu
düşünceden kafama yeni doğan güneşin ışıkları vurunca kurtuldum zira neler
olduğunu yavaş da olsa anlıyorum.
Herkesin bir
iyi olduğu yanı vardır bu hayatta; kimisi rakamlarla, kimisi kelimelerle
arkadaşlık edebilme yeteneğine sahiptir. Benim ise yön bulma kabiliyetim
doğuştan diğer insanlardan sıyrılmamı sağlıyor, ayaklı pusula gibi bir bakışta
yönleri söyleyebilirim.
Neşeli geçen
gecenin aynı hızla süren sabahının son bulmasına, güneşin batıdan doğuşunu
izleyerek şahit olduğumu bilmem bu yüzden.
Sonra neler olduğunu hiç
hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda her ırktan her milletten insanın balık
istifi sıkıştığı bir yerdeyim. Yer kuru, toprak çatlak, güneş neredeyse kafamın
üstüne geldi ve yakıcı ışınlarını kılıç gibi saplıyor.
Olmadığına
kendimi inandırdığım her şey oldu. Sanırım kıyamet koptu, tüm insanlar hesabın
kitabın yapılacağı anı beklemek için toplandık.
Kıyamet koptu
ve biz bu anlarda kafamız güzel İstiklal Caddesinde neşe içinde yürümekteydik;
benim diyen babayiğidin yapamayacağını bir şekli, istemeden en olmayacak kişiye
karşı yapmıştık.
Fayton feneri
gibi kafası ile böğrümü delme denemeleri yapan yanımdaki adam bir anda
kayboluverdi. Girdiğim kısa süreli şok, dört bir tarafta aynı olay olmaya
başlayınca korkuya dönüştü.
Neyse ki çok uzun sürmedi bu duygu, içimin
çekildiğini hissetmemle, dört yanı beyazlar içindeki bir mekâna geldiğimi
görmem bir oldu.
Panikle
etrafıma bakınmaya başladım. Duvar yok ama göz alabildiğince beyazdan oluşan
ortam bende adeta şeffaf bir kafese atılmışım hissiyatı yaratıyor. Kulağıma gelen
öksürük sesi sonucu ürkerek tekrar önümü döndüğümde, bir an önce orada olmayan
fakat şu anda yüzüme iki karış mesafeye gelmiş bir varlık gördüm.
“Hesap zamanı geldi, fani canlı!”
Neler
olduğunu biliyorum. İçin için tüm bunları reddeden bir düşünce, geniş gövdeli
kavak ağaçlarını kemiren kurtçuklar gibi beynimin kıvrımlarında da geziniyor.
Zihnim ne
derse desin, etsiz, kemiksiz ve sabit bir şekle sahip olmayan tuhaf yaradılış
karşımda.
Evet, yaradılış diye geçti aklımdan. Ne ironik değil mi insan
korktuğu zaman ilk önce inkâr ettiği şeylere sarılıyor.
Havada
süzülüyor ve konuşacak bir ağzı olmasa bile tüm söylediklerini net bir şekilde
duyabiliyorum. Adeta hepsi beynimin içinde yankılanıyor.
“Günah ve sevapların sıralanacak fani!
Hangisi fazla ise gereken yere gideceksin!”
Hadi bakalım,
dananın kuyruğunun kopacağı yere gelmiş bulunmaktayız. Bakalım şu kısa hayatım
boyunca neler yapmışım. Bundan sonrası zamandan ve mekândan azledilmiş şekilde
geçti; hareketlerimin yarattığı etkileri ve haneme işleyen sonuçlarını izliyorum.
Geri
döndüğümde aynı yerde, karşımdaki biçimsiz varlıkla beraber duruyorum. Yaşadığım
şoku anlatacak kelime bulmam mümkün değil fakat asıl bombayı duyana kadar
beklemem gerektiğini biraz sonra öğreneceğim.
“Fani, son geceye kadar sevapların
seni cennetin alt katmanlarına götürmeye yetiyormuş lakin hesap gününün
arifesinde birçok günah işlemişsin!”
Bir an gözlerimin
karardığını hatırlıyorum. Kulağımda gece vakti ansızın insanı uykudan uyandıran
hain bir sivrisineğin çıkardığı sesin yüz katı büyüklüğünde uğultular esiyor.
Sonra arada günah ve sevabın eşitlenmiş şeklinde bir ifade duydum, heyecandan
neredeyse ölecektim.
Biliyorum bu
ifade yok hükmüne düşeli çok oldu ama insanın dili bir kere alışmaya görsün,
kemiği olmamasını bahane etmeden duramıyor.
“O son kadehi içmeseymişsin, kısa bir
süre Araf’ta kaldıktan sonra yaradanın sevgili kullarının arasına karışma
hakkın olacakmış ama o son kadehin bedeli ağır olacak!”
“MUHARREMMMMM AABBİİİİ!”
Senin
yapacağın işin de veda kutlamasının da diye devam ediyordum ki görüntü gitti. Üzerime
anneanne yorganı örtülmüş gibi hareketsiz şekilde uykuya daldım. Tüm umutlarım,
gerçekleştirmek için deli gibi çalıştığım hayallerim buhar olup uçtu; bir de
üstüne büyük ikramiyeyi tek rakamla kaçırdığımı öğrenince yere ve zamana bakmadan
coştuğumdan dolayı gözlerimi açtığımda bedenim dayak yemiş gibi sızlıyordu.
Elimi
oynatmaya çalıştım, bu çabam nafileydi. Buz kalıbının içinde kalmış balık
gibiyim. Aklımda bir ses yankılanıyor, bilincimi kaybetmeden önce duyduğum üç kelime
dönüp duruyor.
“Cehennemin ilk
katı” .
Ne kadar süre
geçti bilmiyorum bu halden kurtulana kadar, bedenimin kontrolünü geri aldıkça
yavaş yavaş doğrulmaya başladım. Etrafım şaşkın bakışlarla dolanan, benim gibi
yarı doğrulmuş veya yerde hareketsiz şekilde duran insanlarla dolu.
En sonunda
enerjim ve hislerim tamamen geri gelince ayağa fırladım artık her şey daha net
görülebiliyor; kısa süren araştırmam sonucu kabataslak neler döndüğünü
çözebildim.
İlk fark
ettiğim şey, istisnasız herkesin başının üstünde bir isim yazması oldu. Denemek
için birkaçına seslendiğimde cevap alamadım ama pes etmeye niyetim yok.
Konuşmaya çalıştım onlarla, bu yer hakkında ne kadar çok bilgi toplarsam o
kadar iyiydi.
“Max, kardeş bak hele, Max!”
Hırsım,
kulağımın dibinde bağıran biri tarafından bölündü. Kulağım dediysem lafın
gelişiydi bu tabir zira omuzlarıma ancak gelen, göbek bölgesi halka şeker gibi
sonradan kendisine eklenmiş, yirmili yaşlarda gösteren bir akranım bana
sesleniyordu.
“Max ne birader? Girmişin dibime, az
geri açıl!”
Kişisel alan
diye bir kavramdan haberi yoktu galiba bu arkadaşın. Hafifçe kızdığımdan dolayı
al al olmuş tombul yanaklarının ona kattığı sempatikliğe bakmadan kaydım
fırçamı.
“Kafanın üstünde yazıyor kardeş, adın
sandım onu. Benimkinde ne yazıyor onu soracaktım?”
Sahi ya
herkeste tuhaf tuhaf şeyler yazarken ben bundan muaf olamazdım ya! Demek benim
kafamda da Max yazıyor ama neden gerçek ismim yerine bu tuhaf şey var?
İşte ilk
aydınlanmamı bu an yaşadım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim ismim aklıma
gelmiyordu hatta hafızamı zorlarken fark ettim ki ölmeden önce yaşadıklarım
bile bölük pörçüktü. Yüzler, olaylar birbirine girmiş, son gece hariç her şey
fluydu. Bu belirsizlikte dahi tek bir kişinin tüm detayları hafızamda mühür
gibi duruyordu, Muharrem Abi.
Toraman yazıyor birader senin
üstünde!”
Az önce
haksız çıkıştığım balıketliden hallice olan çocuğa başının üstündekini söylediğimde,
yüzü bir anda düştü. İçine derin bir nefes çekti, küçük bir araba kadar olan
gövdesi bu olayla beraber iyice heybetli hale geldi. Benim bile içimde bir
tehlike hissi oluşmasını sağlıyordu.
Her nasılsa
beklediğim şey olmadı. Hırsla soluyan çocuk bir süre sonra yavaşça sakinleşerek
yere çöktü. Çılgınca bağırarak önüne gelene saldıracak diye onca tahmin yürütüp
tedbir aldığım Toraman isimli çocuk, sakince uzanarak uykuya dalıyordu.
Yaşadığım bu
tuhaf olay biraz zamanımı çaldı ama temel bir gerçeği de öğrenmemi sağladı.
Bu
andan itibaren, Max dendiği zaman bana seslenildiğini biliyordum zira bu
yenidünyamda adım buydu.
Araştırmama
geri döndüğümde, belli sınırlar içindeki alanı fanus gibi kaplayan dört renkli
oluşumu fark ettim. Sarı, yeşil, mavi ve kırmızı renklere sahip bu yapının
içindeydik hepimiz. Bir süre sonra tam merkezde yer alan küçük tek katlı evler
dikkatimi çekti, hızla onlara doğru koşmaya başladım.
Cehenneme
geldiğimi biliyorum ve küçüklüğümden beri öğretilenler sonsuz eziyet çekmeye
başladığımı söylüyor. Yani artık bir acelem olamazdı ama nedense içimden bir
his her saniyenin değerli olduğunu bağırıyor.
Durduğum
yerle binalar arasındaki mesafe fazla değil, normal şartlarda bir iki dakikada
varabilirdim ama aradaki yüzlerce insandan sıyrılmaya çalışmam çok vaktimi aldı.
İstediğim yere geldiğimde, bir cephelerinde tezgâhlar olan yuvarlak bir biçimde
sıralanmış küçük yapılar ve ortalarında üç tarafında yazılar olan bir taş yazıt
gördüm.
Şimdi işe
uyanıyorum; alanı çevreleyen kalkan, dükkân şeklindeki yapılar ve ortalarında
bir taş yazıt! Şüpheye yer yok burası MMORPG ‘lerdeki klasik başlangıç köyü.
Yazıtın üç
yüzü var ve yüksekliği, normal bir insanın uzunluğunun iki katına varıyor. Hiç
vakit kaybetmeden okumaya başlamam gerektiğini anlıyorum.
“Size sunulan fırsatın kıymetini
bilemediniz, şimdi Cehennem topraklarında cezanızı çekeceksiniz!”
Okumaya
başladığım tarafta sadece tek bir cümle yazılı. Açık ve net, günahkârlar olarak
ebedi yuvamıza kavuştuğumuzu söylüyor. Olduğum yere çivilendim, bütün
hareketlerimin sonuçlarını bir kez daha gördüğümü hatırlıyorum ama hiçbir şey
net değil. İçimden kötü biri değilim ben diye haykırmak geliyor.
‘Koyuverme kendini’ bu benim mottomdu. Ne olursa olsun
başa çıkmalı, yeni duruma alışarak varlığımı sürdürmeliydim. Kalan iki yönden,
bana göre sol tarafta olanına göz gezdirmek için küçük adımlarla ilerlemeye
başladım. On adımlık mesafeyi almam beş dakika kadar sürdü, ayağa kalkabilmiş
herkes burada olduğundan dolayı itiş kakış anca varabildim.
“Yaratıcı kullarını affeder ve iyilik
yapanları mutlaka mükâfatlandırır!”
Hayda! Yine
tek cümle yazılı olan bu cephe, içimde bir umut yeşermesini sağlayacak haberi
veriyor. Epey tesadüfi bir sıralama değil miydi bu? Şansımın yardımıyla mı
birbirini izleyen iki cepheyi seçmiştim acaba? Bunu öğrenmek çok basit, yanımda
duran iri yarı adamın omuzuna hafifçe dokunarak sormam yeterli.
“Pehlivan, ne yazıyor burada?”
Orta yaşlarını
geçmiş, bedenine oranla biraz ufak kafasının üstündeki saçları dökülmüş bu
kişinin başının üstünde Pehlivan yazıyor.
“Size sunulan fırsatın kıymetini
bilemediniz, şimdi Cehennem topraklarında cezanızı çekeceksiniz!”
Dudaklarından
fısıltı halinde çıkan sözcükleri havaya karışmadan zar zor yakalayabildim. Benim
ilk baktığım kısımda yazılanları söylüyor.
Bir kelime
daha etmedi bunun üzerine. Yüzünün aldığı renk ve hareketlerinin donuklaşmasına
bakarsak az önce benim yaşadığım şoku tecrübe ediyor. İşin ilginci, ben başka
bir yazı görürken o neden diğer tarafta olması gereken cümleyi okuyor?
Bunun tek
açıklaması olabilir; bu kitabeye nereden bakarsanız bakın önceden belirlenmiş
bir düzen içinde ilerlemek zorundasınız. Kaçınılmaz şekilde yapılmış düzeni bozmaya
hiç niyetim yok, sakin ve yavaş adımlarla sona kalan yere doğru yürüdüm.
Acele etmek
beyhude bir çaba, insanların arasından boş gözlerle etrafımı inceleyerek
ilerliyorum. Beni bekleyen sürprizden haberimin olmadığı o anlar belki de
burada geçireceğim zamanlarımın en tasasız anları olacak.
“Cehennemin Birinci Katı!”
Koca üç
kelime en üstte, parmak kalınlığındaki kırmızı harflerin yardımıyla gündüz
güneşinde dahi delicesine parlıyorlar. Bir an dalıp gitsem beni yutacaklarmış
gibi bir izlenim bıraktılar üzerimde. Gözlerimi biraz aşağı kaydırarak üzerimde
oluşan baskıdan kurtulduğumda, beni bir listenin beklediğini gördüm.
“Cehennemin Birinci Katı içerisinde
zaman kavramı, ölmüş olduğunuz dünya ile aynı olacaktır!”
“Koruma alanı içine adım attığınızdan
itibaren, her gün seviyeniz kadar düşmüş öldürmelisiniz!”
“Başarısızlık halinde sekiz saatlik
Cehennem Azabı cezasına mahkûm olacaksınız!”
“Tüm cevaplar koruma alanlarının
dışındaki düşmüşlerin içinde. Gidin ve hatalarınız ile yüzleşin!”
Neredeyse tam açıklanan nokta yok gibi,
bulunduğumuz alanın kanunları bunlar ve sadece ayak uydurmamamız halinde
başımıza neler geleceği gayet açık şekilde belirtiliyor. Benimle beraber aynı
şeyleri okuyanları değişen surat ifadelerinden anlayabiliyorum. Buraya ne zaman
geldiğimiz belli değil ve diğer bilgilere ilk mobu öldürünce erişebileceğiz.
Sıkı bir
MMORPG oyuncusu olmasam da temellere hâkimim. Burası başlangıç köyü ise
yakınlarda zayıf yaratıklardan bolca olması gerekiyor. Tek yapmam gereken alanı
çevreleyen kalkanın dışına çıkarak ilk gözüme kestirdiğime saldırmak ama bir
düşünce yolun yarısında kafama dank ettiği gibi bu fikri çöpe atıverdim.
Genelde ilk
köy, ne rakip oyuncuların ne de saldırgan yaratıkların olmadığı alanlarda inşa
edilmiş olurdu. Eğer durum böyle olsaydı bu kalkanın ne gereği vardı ki?
Üstüne
üstlük bulunduğumuz yer bir firmanın para kazanmak uğruna insanları
eğlendirmeye çalıştığı sanal bir platform değil, yediğimiz naneler için
cezalandırılmaya yollandığımız Cehennemim İlk Katı. Günlük ceza için kalan
süremi bilmesem de acele etmemem gerekli. Kısa bir süre olsa da durup ilk
denemeyi başkalarının yapmasına izin verebilirim.
Tekrar hızlanıp
kalkanın dibine kadar geldim ve sakince yere oturdum.
Niyetim henüz bedeninin
kontrolünü alamamış süsü vererek diğerlerinin hareketlerini izlemek. Bulunduğum
bölgeden dışarı çıkan kimse olmadı ve buz mavisi bariyerin dışında hiçbir
hareketlilik yok; nerede olduğumu bilmesem, bir kitap ve kahve alarak
sessizliğin tadını çıkarmak isteyebilirim.
Derken, tam
gaz gelen kalabalığın çıkardığı toz bulutunun Flamenko dansçısının eteklerini
anımsatan şekli, çok geçmeden buraların karışacağının haberini veriyor.
İnsanlar
durmadı, korku ve panik içerisinde kalkandan dışarı fırladılar. Gülsem mi ağlasam
mı bilemedim; çok değil daha bir gün önce sonsuz Cehennem tehdidi karşısında
sülalem rahat modunda takılan bu kişiler, şimdi günlük sekiz saat eziyeti
duydukları an bir bilinmeze doğru amok koşucusu gibi gidiyorlar.
Neredeyse
toplam sayılarının yarısı kadar insan dışarı çıktığında, daha önce ıssız bir
boşluk olan yerlerde bazı gölgeler belirmeye başladı.
Bir an sonra şekle
bürünen siluetler, kalkanın başladığı yerden itibaren tüm düzlükteydiler.
Birbirlerine
çok uzak olmayan mesafelerde ortaya çıktılar. Toplam sayıları an itibari ile
kalkanın dışında bulunan insanlardan birkaç kat fazlaydı. Beklememe gerek
kalmadı, yerimden fırladığım gibi ışık perdesinin dibine kadar giderek neler
olduğunu yakından incelemeye başladım.
İlk izlenimim,
beş duyu organımdan biri olan gözlerimden değil, aksine çok iyi koku almayan
burnumdan referans alıyor. Kesif bir alkol kokusu anason bahçelerinin bağrından
kopup geliyordu sanki.
Ilık esinti, küçük bir hata yapınca öğretmenimin yavaşça
yanağıma inen tokadı misali yüzümü yalayıp geçiyor.
Söyle bir
kafamı salladıktan sonra ancak kendime gelebildim. Ne olursa olsun gözlerimi
dikip izlemem gerekiyor, işin ucunda sekiz saatlik Cehennem İşkencesi var.
Dikkatle
aramıza son katılan değişken olan bu yaratıklara yönelttim bakışlarımı.
Beklentim,
boynuzlu, kuyruklu, ellerinde kanlı silahlar olan ecüş bücüş varlıkları
görmekti. Burası Cehennemin İlk Katı olarak geçiyordu kitabede, bunu okuduktan
sonra daha azını beklemek büyük iyimserlik olmaz mıydı?
Düşüncelerim
az sonra göreceğim mobların olası şekillerini beynimde çizmişken, olabilecek en
tuhaf ve trajikomik şey oldu. Bunu uzun uzadıya anlatmama gerek yok, size
sadece yaratıkların üstünde yazan isimleri söylesem yeterli gelecektir.
“Çakırkeyif lvl 1”
“Sarhoş lvl 1”
“Ayyaş lvl 1”
İlk önce,
burnuma gelen alkol kokusunu son işlediğim ve buraya düşmemi sağlayan günahın
bana hatırlatılması olarak yorumladım ama işin aslı apaçık şekilde gözümün
önünde duruyor.
Kırmızı
burunlu, üstü başı dağılmış, sağa sola yalpalayarak yürümeye çalışan bir grup
insan, ellerinde çeşit çeşit içki ile tüm alanı dolduruyorlar. Kalkanın
dışında, kadın erkek fark etmeksizin bir sürü model var. Kafalarının üstünde yazan
unvanlara yakışır bir biçimde arzı endam ediyorlar.
“Genç dostum, bize katılmak istemez
misin? Bir parça ekmeğimiz ve herkesle paylaşmaktan zevk duyacağımız bir şişe
şarabımız var!”
Gözlemlerime
devam ederken sağ tarafımdan, çok uzak olmayan bir yerden gelen sesle irkildim.
Üç kişi yere oturmuş, az önce kalkanın dışına koşan gruptan birine
sesleniyorlar. Şaşkın bakışlarla sesin geldiği yöne doğru kafasını çeviren bu
insan gerçekten epey toy görünüyor. Belli ki ölmeden önce ancak on beş, on altı
yaşlarındaydı.
Sözlerim
küçümseme gibi görünse de asıl endişem yerde oturan kirli sakalları epeyce
uzamış moblar için.
Bu yeni nesil veledin çevrimiçi oyun tecrübesi olması
yüksek ihtimal.
Çok geçmeden
bu düşüncemin ne kadar doğru olduğunu anladım. Ergen irisi kafasının
üstünde Çakırkeyif lvl 1 yazan moblara doğru bağırarak saldırıya
geçti. Çocukla aynı fikirleri paylaşıyoruz; burası ilk köy ve etrafındaki
yaratıkların amacı bizim güçlenmemiz için kurban görevi görmek olabilir.
Bu anlarda
Çakırkeyif moblar da panik belirtisi yok. Seviyeleri düşük olsa bile üstlerine
doğru koşan insana hafif kapanmış gözkapaklarının arasından sakince bakıyorlar.
Hızını almış
genç irisi çıplak ellerini yumruk yaptı. Ona seslenen yaşlı ve berduş görünümlü
adamın kafasına indirmek istiyor.
Onu gören birkaç kişi de hemen peşine
takıldılar. Bir arada duran üç ihtiyarın albenisi yüksek, bir vurumluk canları
olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok.
Kitabede adı
geçen Düşmüşler muhakkak bunlar olmalıydılar. Son on adım kala heyecanım tavan
yaptı, iki grubun çarpışmasını izlemek için gözlerimi dört açtım. Gözüme daha
önce suskun kalmış olan birisinin kafasını kaldırdığı takıldığında, saldırgan
grubu son beş adımın içindeydi.
“Siz, bana yanlış yaptınız!”
Kısacık bir
cümle çıktı ağzından. Bu klasikleşmiş söylemi her meyhanede veya bir köşede
içkilerini yudumlayan grubun yanından geçerken duyabilirdiniz. Aynı anda genç irisi
bir adım daha atamadan durdu. İleriye gitmek istiyor ama bunu başaramıyor gibi
görünüyordu.
“Siz, bana yanlış yaptınız!”
“Siz, bana yanlış yaptınız!”
“Siz, bana yanlış yaptınız!”
Üç ihtiyar
yavaşça ayağa kalkarak taş kesilmiş insanlara doğru yürürken, ağızlarında hep
aynı sözler vardı. Son anda geriye doğru kaçmak için hamle yapmaya çalışan
kişiler de bu nedenle yakayı kurtaramadılar.
Pür dikkat
olanları izliyorum; hırsla, acımasızlıkla, kurtuluşlarının tek çaresi olarak
gördükleri üç ihtiyara hayâsızca akın edenler, bir çeşit tuzağa yakalandılar.
Başlarının üstünde köpek öldüren marka bir şarap şişesinin görüntüsünü hayal
meyal seçebiliyorum. Bu sırada üçlü hiç durmadan aynı sözleri tekrarlayarak
aralarında dolaşıyorlar.
Yaklaşık
yarım saat geçti. Bir etkinin altında hareket kabiliyetlerinin kısıtlandığına
emin olduğum gruptakilerin yüzleri kızardı, başlarından aşağıya doğru soğuk ter
ırmakları akıyordu. Tam bir saat sonra dananın kuyruğu koptu, işkenceye
dayanamayan biri boş çuval gibi yere düşerek ufak bir toz bulutunun
yükselmesini sağladı.
Bu, sağanak
yağmurun yere düşen ilk damlası oldu. Hemen akabinde saldırgan topluluğun diğer
üyeleri de kendilerini olgunlaşmış malta eriği gibi dallarından aşağı
bıraktılar.
Kalabalık
grubun içindeki bir kişi hariç herkes yerdeydi. Sadece bu kadarla kalmadı
olanlar, aralarından bazıları sanki hiç yokmuşlarcasına kaybolup gittiler.
İstemeden de olsa arkasındakilerin lideri konumuna düşen genç irisi kesik kesik
nefes almasına rağmen, Çakırkeyif isimli moblara karşı direniyordu.
"Siz bana yanlış yaptınız!”
“Siz bana yanlış yaptınız!”
“Siz bana yanlış yaptınız!”
Üç moruk bir
araya toplandılar. Zangır zangır titreyen çocuğun başında tam anlamıyla sarhoş
muhabbeti ile eziyet şöleni çektiriyorlardı. Çok dayanamadı zavallı, arkasından
koşturanlarla aynı sonu paylaşmak üzere ağzının üstünde yere çakıldı.
“Genç dostum, bize katılmak istemez
misin? Bir parça ekmeğimiz ve herkesle paylaşmaktan zevk duyacağımız bir şişe de
şarabımız var!”
Her şeyin
sona ermesinin üstünden on saniye geçmemişti ki ihtiyarlardan birinin bana dönerek
seslenmesine şahit oldum. O an korkudan bağırsaklarımın birbirine dolandığını
hissettim. Hemen etrafıma baktım, hedeflerindeki kişinin ben olduğuna inanmak
istemiyorum çünkü hala koruyucu kalkanın içindeydim.
“Lan! Lan! Lan! Lan!”
Ne zaman
çıkmıştım buz mavisi örtünün içinden? Hızla arkamı döndüğümde çoktan üç adım
kadar koruma bölgesinin dışında olduğumu gördüm. İzlediğim olaylara nasıl
kaptırdıysam kendimi, farkında dahi değilken ölümcül bir hata yapmıştım.
“Sen, bana yanlış yaptın!”
“Sen, bana yanlış yaptın!”
“Sen, bana yanlış yaptın!”
Bu olamaz,
henüz ilk adımımı atmışken teklifleri reddedilen üçlü saldırılarının ikinci
kısmına geçtiler. Kafamda deli sorularla beraber ikinci adımımı atmak için
ayağımı kaldırmaya çalıştım; kaçmalıyım, yoksa sonum az önce ruh bunaltıcı bir
işkence sonucu yok olan onlarca insan gibi olacak.
Gözlerimi
kapatıp, tüm gücümü ayaklarıma odaklayarak koşmaya çalıştım. Henüz yeteri kadar
inceleme yapamadan sekiz saatlik işkenceyi tecrübe etmek istemiyorum.
Koşmalıyım, beynimin bedenime yolladığı tek emir buydu. Ölümüne değil yaşamak
için yapmalıyım bunu.
“Yavaş be arkadaş!”
“Acelen ne senin?”
“Önüne baksana ulan ayı!”
Korkunun
pençelerine düşerek bilincimi kaybettikten sonra sert bir nesneye çarparak
durdum. Bunun sonucu olarak yere düştüğümde, bir cesaret tekrar gözlerimi
açarak neler olduğuna bakabildim. Etrafım insanlarla çevrili ve istisnasız
hepsi bana ağızlarına geleni saydırıyorlar. İşin tuhafı, onların çoğu da benim
gibi yere düşmüşler.
Panikle ayağa
fırladım ve nerede olduğumu anlamak için delibaş gibi etrafımda tam bir tur
dündüm. Son gördüğüm şey ile beraber sırtımdan bir kamyon yük boşalmış gibi
hissettim.
Artık nasıl
bir göt korkusu içine düştüysem, o hızla kitabelerin olduğu alanın en dışında
duran ve içerilere ilerlemek için sıra bekleyen insanlara çarpmışım.
“Özür dilerim!”
“Hepinizden çok özür dilerim!”
Hemen zarar
verdiğim insanlardan beni affetmelerini isteyerek ortamdan sıvışıverdim. Paçayı
kurtarmıştım, nasıl olur da böyle ufacık bir kazayı önemseyebilirdim. Arkamdan
yükselen homurtulara aldırmadan rotamı ilk uyandığım yere doğru kırdım.
Koruma alanı,
dört renge sahip bir kalkanla dışarıdakilerden ayrılıyor. Bu da demek oluyor ki
farklı renkteki alanlarda bambaşka moblar olabilir.
Amacım doğrultusunda
döndüğüm ilk varış noktamda, beni sarı bir tül gibi yerden yükselerek tavanda
diğer renkle birleşen kalkan karşıladı.
Burası alkol
temelli Düşmüşler’ in bulunduğu alanın hemen yanında yer alıyor. Tam
birbirlerine temas ettikleri yerde durursam iki tarafı rahatça izleyebilirim. Hayretler
içinde kalacağım manzaraya tam da bahsettiğim yerde rastladım. İki alanın
sınırında moblar neredeyse bir karış mesafeye kadar yaklaşıyorlar ama
kesinlikle birbirlerinin alanına geçmiyorlar.
Yazılı
olmayan bir kuralı öğrendim. Düşmüşler’ in kendilerine ait toprakları var ve
kesinlikle bir diğerinin alanına müdahalede bulunmuyorlar. Aksi takdirde şu an
çarşı pazar karışmış olurdu zira sarı renkteki bölgedeki Düşmüşler sadece
burada değil, Dünya’da da herkesin başına bela olması olası tiplerdi.
“Balici lvl 1!”
“Tinerci lvl 1!”
“Çakmak Gazcı lvl 1!
Neden bu
tabiri kullandığımı anlamışsınızdır. Alkolün hüküm sürdüğü toprakların yanında,
sentetik maddelerin esareti altına aldığı moblar yaşamaktaydı. Kalkanın
arkasından bile insanın tüylerini diken diken eden auraları var. Etraflarında
çığlık çığlığa koşturan insanların da tabloya katılmasıyla beraber, çılgınlığın
korku ile harmanlanmasının resmi gibiler.
Bu bölgede
karmaşanın nasıl başladığına şahit olamadım ama karşımdaki manzaraya bakarak
söyleyebilirim ki tuzaklarına düşürdükleri insanlar kemiklerine kadar işlemiş
bir korku içindeler.
Kafalarının
üstünde siyah bir sima var ve çığlık atmak istercesine açılmış ağzı, hatları
belirsiz yüzün en belirgin özelliği. Buradakiler de buz mavisi bölgedeki
insanlar gibi bir çeşit etkinin altında kalmışlar ve bedenlerinin kontrolünü
kaybetmişler.
Bir saat
geçmedi ama daha önce şahit olduğum olayları tekrardan yaşamaya başladım. İpi
kesilmiş kukla gibi yere düşen insanlar, kısa süre sonra yok oluyorlar.
Bu kez çok
temkinliyim, kendimi kalkanın içinde tutmayı başarmak için her otuz saniyede
bir etrafıma bakmayı ihmal etmiyorum. Çekirge bir kere sıçradı, atasözüne göre
bir hakkım daha olsa da bunu hemen kullanmak gibi bir düşüncem yok.
Moralim bozuk
şekilde arkamı döndüm. Kitabenin oradaki dükkânlara mı baksam, yoksa kalan iki
alana mı göz gezdirsem bilemiyorum. Henüz iki saat geçti ama gözlerim beni
yanıltmıyorsa kalkanın içindeki kalabalık baştakinin ancak yarısı kadar kaldı.
İki bölgede
şahit olduğum durumlardan sonra bir ipucu yakalamak için biraz tenhalaşmış
merkez bölgeye doğru yürüdüm. Kitabenin etrafında kümelenmiş insanlar olsa da
birçoğu hızla kalkanın dışına doğru hareketleniyorlar.
Benim hedefim
burası değil, gözümü önlerinde satış tezgâhı açılmış yapılara diktim. Yazlık
şehirlerde sahil kenarına kurulmuş küçük stantlar gibiydiler. Üç tarafları
tahtadan duvarlar ile çevriliyken, bir tarafları yarıya kadar kapatılmış,
cephenin üst kısmı satış amacıyla açık bırakılmıştı.
İçlerine
girmek mümkün değildi. Rastgele seçtiğim bir tanesinin önüne vardığımda aynı
benim gibi bir insanın karşılaması ile şaşırdım.
“Silah Dükkânına hoş geldin günahkâr!”
Olan biten
yetmezmiş gibi şimdi bu satıcı, hitabı ile Cehenneme düştüğümü bir kez daha yüzüme
vuruyor. ‘Ulan bir kadehcik rakı be, koskoca hayatım boyunca tamamen
içebildiğim tek alkol buydu be…’
Sinirim
zıpladıktan sonra birkaç hayıflanma sözü savurmam gerek. Tabii ki sekiz saatlik
azabın korkusu sayesinde çok şımarıklık yapma şansım da yok.
“Düşmüş öldürmek için silah almak
istiyorum. Katalog gibi bir şey var mı?”
Sözlerimi bitirmemle
beraber havada üç silah belirdi. Sopa, yay ve üzerinde soluk mavi taş bulunan
bir kısa asa. Albenisi olmayan, neredeyse ham ağaçtan oluşan bu ilkel aletler
yapılarının aksine parlak ışıklar eşliğinde süzülüyorlar.
“Her biri 100 altın! Yeteneğine uygun
olanı seçmeni tavsiye ederim günahkâr!”
“Yüz altın mı? Odun bunlar, odun! Ayrıca
bu para birimleri de ne oluyor?”
Sözler
ağzımdan istem dışı çıktılar. Şaşkınlığım nedeniyle soğukkanlılığımı kaybederek
tezgâhın ardındaki insana doğru bağırdım.
“Kes sesini günahkâr, dükkân bir hafta
boyunca sana yasaklanmıştır!”
Görevli,
delici bakışları eşliğinde dişlerini sıkarak tek bir cümle kurduktan sonra az
önce yerinde duran satış standı bir anda yok oldu. Yaptığım gider sanıyorum
onun hoşuna gitmedi. Etrafta duran kalabalığa bakınca yerinde durduğunu
anladığım dükkânı bana yasaklayarak intikam alıyor.
Heves kırmaya
lüzum yok, şansımı diğerlerinde denemeliyim. Kalan dört dükkâna giderken bu
olayı kulağıma küpe yapıyorum. Avm gezmiyorum, karşımdaki de mağaza çalışanı
değil. Hal ve hareketlerime dikkat etmezsem belki başıma daha kötü şeyler
gelebilir.
“Market, size hoş geldiniz diyor bay
günahkâr!”
Karşımda bu
kez başka bir insan var ama bu görevlinin sesi ve kelimeleri daha yumuşak çıkıyor.
“Merhabalar efendim, dükkânın içeriği
ile alakalı bilgi alabilir miyim?”
“Tabii ki!”
Tebessüm
ederek cevap verdi ve elini havaya doğru sallayarak birçok şişenin uçuşmaya başlaması
sağladı. Bir önceki yerin aksine buradaki ürün çeşitliliği daha fazlaydı.
“Günahkâr, içinde kırmızı sıvı olan
şişeler hayat gücünü yenilemek içindir, mavi sıvı olanlar büyü gücünü geri
kazandırır!”
Hemen sözü
geçen tüplere bakışlarımı odakladım. İki boyu olan bu iksirler gayet net olarak
anladığım üzere oyunlardaki potların buradaki versiyonlarıydılar.
“Küçük olanlar 20 altın, büyük olanlar
ise 35 altındır!”
Fiyat yine
kazık ama bu sefer ağzımı açmadan önce iki kere düşünmek zorundaydım. Suratıma içten
bir gülümseme kondurup konuşmaya başladım
“Efendim, etkileri hakkında bilgi
almam mümkün müdür?”
“Tabii ki!”
Sanırım soru
cümlelerine olumlu yanıt verecekleri zaman bu kalıbı kullanıyor görevliler. Varsın
olsun ben cevabı alayım da gerisi çok önemli değil.
“Küçükler toplam istatistiğin yüzde 10
u, büyükler ise yüzde 20 si kadar bir yenilenme sağlıyor!”
Birimler,
terimler, hep anlayabileceğim şekilde belirlenmiş. Bu konu baştan beri ilgimi
çekse de iki dükkân gezdikten sonra tamamen emin oldum; sanırım Cehennemin
Birinci katında olmamızdan dolayı yaratıcı bize merhametli davranmaktaydı.
“Bunun yanında, dükkânımızda küçük ve
büyük olmak üzere iki çeşitte çanta bulunmaktadır. Cepleriniz malzemelerinizi
taşıyamayacak hale geldiği zaman kullanmanız gerekecektir!”
Acele ile
oradan oraya koştururken en önemli konuyu atladım, benim üstümde ne vardı şu
anda? Ellerimle başladığım sağımı solumu yoklamaya gözlerimle eşlik ettim on
saniye boyunca. Derince oh çekmemle iki parçadan oluşan bir kıyafetin bedenimi
örttüğünü anlamış oldum.
Bol ve kısa
paçalı çuhadan yapılmış bir pantolonunun üstünde, uzun kollu yakasız bir üst
var. İkisi de sadece örtünme amaçlı olduklarını belli edercesine gösterişsiz ve
basitler.
Pantolonun
sağ ve solunda iki cebi bulunuyor. Bunun dışında kıyafetlerin üzerinde hiçbir
detay yok. Kendimle işim bitince diğer insanlara da bakma gereksinimi duydum;
daha önce farkına varmasam da, cinsiyet ayırmaksızın herkesin kıyafetinin aynı
olduğunu gördüm.
“Bu kadar altından bahsetmişken,
paralarını rahat taşınması için bütünlemek istersen yine benim yanıma gelmen
yeterlidir!”
Tuhaf
hareketlerim ve komik halime aldırmayan görevli dükkânın son özelliğini de bana
aktardı. Aklıma düşen soruyu bu sefer beklemeden sordum.
“Efendim, altından başka para
birimleri de mi var? Zahmet olmazsa sıraları ile beraber bana söyler misiniz?“
"Tabii ki! En ufak para birimi bakırdır. 100
bakır 1 gümüş eder, 100 gümüş 1 altın eder, 100 altın 1 inci eder. Dükkânımızın
para çevirme sınırı burada bittiği için daha fazla bilgi veremeyeceğim sana
günahkâr!”
Her günahkâr
dendiğinde sinirim tepeme çıkıyor. Tamam, anladık, yaptık bir hata düştük
Cehenneme ama yetmiyormuş gibi görevli kişilerin aralıklarla o sözü kullanması
iyice sıkmaya başladı.
Öfkemi
yutarak ayrılmak dışında seçeneğim yok, hızlıca kalan üç dükkânı dolaşma işini
bitirmek istiyorum. Her yerde böyle vakit harcarsam ne zaman geleceği
bilinmeyen sekiz saatlik azabın kurbanı olabilirim.
Tam olarak
bilemiyorum, iki saat kadar da bu iş işin harcamış gibiydim.
Kalabalığın yarısı
telef olduğundan, bunu gören benim gibi insanların hemen hemen hepsi, şu anda
kitabe ve çevresindeki dükkânların önünde bekliyorlar.
Küçük binalar
arasında zorla ilerleyebildim. Sonunda hepsine uğradığımda kendimi sakin bir
yere atıverdim. Öğrendiklerimi sindirmek ve anlamak zorundayım.
Toplamda beş
dükkân var ve bunların ikisi Market olarak isimlendirilmişler. Buralardan pot
ve malzemelerim için çanta tedarik edebilirim. Üç çeşit silahın olduğu bir yer
ve aynı şekilde üç çeşit zırhın olduğu başka bir dükkân da var.
Kumaş, deri
ve metal olarak ayrılmış zırhların fiyatı karşısında patlamadıysam, sadece bir
hafta orayı kullanamamaktan korktuğum içindir.
Alt tarafı üstümdekilerden biraz
daha düzgün bir kumaş entari, 150 altın fiyatındaydı.
Bunu
duyduktan sonra deri ve metal olanı sormadım. Kendimi biliyordum, iki kelam
daha etsem ortalık karışırdı. En son uğradığım tezgâh Yetenek Evi adındaydı. Biz
günahkârların Düşmüşleri yok etmek için kullanacağımız teknikleri satıyordu.
Tahmin
edeceğiniz gibi görevlinin dükkân tanımıydı söylediklerim ve sahip oldukları üç
yetenek kitabının tekinin fiyatı 500 altındı.
Okçuluk, silahşörlük, büyücülük
için olduğunu söylediği kitapların yüzüne bile bakmadan şu an oturduğum yere
kadar kaçtım.
Nasıl bir
kumpasa düştüğümü düşündükçe çözüyorum. Bu halimle satıcıların ürünlerimi almam
mümkün değil; tek seçeneğim işkenceye uğrayıp yok olduklarına şahit olduğum
insanlar gibi çıplak elle hücum etmek.
Madem iş başa
düştü, gidip diğer iki bölgeye de bakmam gerekiyor; belki daha zayıf moblara
rastlarsam, küçük bir fırsat yakalama şansım olur düşüncesiyle ayağa kalktım.
Nerede
olduğumu unutarak nasıl da iyimser tahminlerde bulunuyorum. Yeşil bir perdeyle
izole edilmiş yere gidince içimdeki bir avuç umutta boynunu büküp solup gitti. Sosyal
medya yaratıklarının yaşadığı yerdi burası. Sürüsüne bereket çeşit çeşit mahlûk
var.
Youtuber lvl 1
İnstagrammer lvl 1
Vblogger lvl1
Gözüme çapan
birkaç Düşmüşün unvanları bunlar. Başka bir özellikleriyse, tümü pasif
moblar. İnsanları yaptıkları abuk sabuk hareketlerle kendilerini izlemeye
mahkûm edip hayat enerjilerini bitene kadar tüketiyorlardı.
Ağızları bir
karış açık Düşmüşleri izleyen birçok kişi vardı. Anladım ki bize ekmek çıkması
zordu buradan. Vakit kaybetmeden son alana yöneldim. Yönelmez olaydım
dedirtmeden önce, beni kırmızı bir kalkan ile karşıladı bu topraklar. Hemen bir
adım sonrasında ise çılgınlar gibi dans eden tipler gözüme çarptı.
Tırrek lvl 1
Zalım lvl 1
Apaçi lvl 1
Hızla
yaklaştığım bariyerin dibinden aynı hızla geri zıpladım. Manzara felaket ötesi!
Düşmüşler ve insanlar karışmış, sanki Cehennem de ki son günleriymişçesine dans
ediyorlar. Tam bir akıl tutulması yaşanıyor. Figürler birbirine giriyor,
kırılmayan gerdan, atılmayan göbek kalmıyordu.
Son umudum da
suyu düştü. Bu iki bölgeye ilk girenlerin dışında adım atacak babayiğit
tanımıyorum.
Usulca ayaklarım beni merkezdeki dükkânlara doğru sürüklerken, bir
anda önümde insanlar belirmeye başladılar.
Neler
olduğunu ilk anda çözemedim, acaba bu kişiler cezalarını çekmeye gelen başka günahkârlar
mı diye bakmak için yanaştım yanlarına. Düşüncelerimin yanlış olduğunu zamanla
anladım, bu insanların durumları hiç de benim ilk hallerim gibi değil.
Davranış
biçimleri ikiye ayrılıyor; kimisi hıçkırıkla ağlıyor, başka bir grup ise
oldukları yerde tüneyerek bekliyorlar.
Aklıma bir fikir geldi ama bunu
doğrulamak için kalan iki grubu da incelemem lazım; neyse ki bu sefer doğru
tahminde bulunduğumu çabucak anlayabiliyorum.
Oldukları
yerde boş gözlerle bir noktaya odaklanmış yüzlerce insana, başka bir köşede
deli gibi sakız çiğneyerek eşlik edenlerin görüntüsü her şeyi açıklığa
kavuşturuyor.
İlk dalgada kalkandan dışarı çıkıp Düşenlerin elinde yok olanlar,
sekiz saatlik azaplarını tamamlayıp geri gelmişler.
Söylenen şey,
her öldüğünüzde veya bir gün süresince kendi leveliniz kadar mob öldürmeyince,
sekiz saat azap çekeceğinizdi ama gözlerimin önündeki bu insanların üstünde bir
de etki kalmıştı.
Öldürüldükleri bölgenin Düşmüşlerine ait davranış biçimlerini
zoraki olarak üstlenmiş gibiler. Yarım saat boyunca izlememe rağmen bu durumdan
kurtulacak gibi durmuyorlar.
Kitabede yer
alan açıklamaların yüzeyselliği kesinleşirken, içimdeki artan korkunun emarelerini
bedenimde hisseder oldum. Elim titriyor, omuriliğimden aşağı soğuk terler
dökülürken, sağ gözümün ufaktan seğirdiğini anlayabiliyorum.
Etki
altındaki insanların kendilerine gelmelerini bekledim, önümde vermem gereken
önemli bir karar var; ya kalkanın içinde bekleyerek sekiz saatlik azaba razı
olacak ya da dışarı çıkıp Düşmüş öldürmeyi denerken ölüp bir de etki alacaktım.
Tam tamına
dört saat sonra ilk turda ölenlerden bazılarının bilinci yerine geldi. Oturduğum
yerden fırlayarak en yakındakinin yakasına yapıştım.
“Arkadaşım, azap nasıl? Dayanılacak
gibi mi?”
Kabul
ediyorum biraz aptalca bir soru oldu ama direkt niyetimi belli etmem çok
önemliydi. Suratıma ölü balık gibi bakan adam da sanırım bunu beklemiyordu.
“Kardeş, ne yaparsan yap bir Düşmüş
öldürmeye çalış. Sana ne kadar anlatsam da yaşamadan bu ıstırabı tahmin
edemezsin!”
Çektikleri
azabın üstünden dört saat geçmişti ama donuk hareketleri ve titreyen sesine
baktığımda etkilerinin devam ettiği açıktı. Benim gibi birçok kişi vardı
cezadan dönenlere yapışan. Bir örnek giyinmiş çocuklar gibiydik, hepimizin
damağında çaresizliğin o acımtırak lezzeti vardı.
“Olan oldu zaten! Madem kaçış yok
kaderden, o zaman çalalım aynı telden!”
Alkol kokan
bölgeye doğru giderken dilimden birkaç kafiyeli söz döküldü. Buraya rakı
yüzünden düştüm, gerisi de onun familyasından gelse daha şairane olurdu. Tamam,
gözü kararttım ama etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmiyorum. Gruplar halinde
dolanan Düşmüşlerin hareketleri izlemeye başladım.
“Çakırkeyif lvl 1”
Önce bu tipleri
gözleyerek işe koyuldum. Gözüm üç kişilik bir ekip halinde oturan mobların
üstünde. Bu moblar hareketsizler, belli bir mesafe içine giren insanları
yanlarına çağırıyor, aksi bir harekette hızla ayağa kalkıp üstlerine
yürüyorlar. Tabii ki daha önce şahit olduğum şekilde onlara saldıranlar da
oluyor ama ne yaparlarsa yapsınlar sonları esir edilerek tükenmekten öteye
geçemiyor.
“Olsun be, hayallerimizi satmadık ya!”
Çakırkeyif Düşmüşler
bir kişiyi yakaladılar. Üçlünün en derbeder olanı hemen konuşmaya başlarken,
Duygusala Bağlama adını verdiğim saldırısını yapıyor.
“Ne yaparsın be çocuk? İşte, büyük
adam olamadık biz!”
Hemen diğer
yanındaki mob söze girdi. Bunları dinlemek zorunda olan kişinin alnındaki
damarlar yavaş yavaş görünür hale geliyorlar.
“Sen de bizim gibi, hayatın sillesini
yemiş bir derbeder misin güzel insan!
Bu son darbe
oldu. Üç aşamalı Duygusala Bağlama saldırısı sonucu kurban yavaşça yere
düşüyor. Birkaç saniye sonra hiçliğe karışırken, Düşmüşler ellerindeki şarap
şişesinden birer yudum daha alarak oturuyorlar. 'Bunlar çok tehlikeli! Sürekli kıç
kıçalar ve saldırı hızları epey yüksek!’
İçimden geçirdiğim
sözler beynimdeki düşüncelerin yansımasıydı. Bu adamlar tehlikeliydiler ve benim
riske edecek bir şansım maalesef yok. “Ayyaş lvl 1” Sıradaki
hedefime bu mobları aldım. Nedeniyse toplu halde dolaşsalar da aralarında bir
senkronizasyon görememiş olmam. Büyük bir küme olarak geniş alana yayılmış,
üstleri başları dağılmış, neredeyse yere düşecekmiş gibi adımlar atarak
savruluyorlar.
Sağ olsunlar,
sabırsız arkadaşlar sayesinde onları saldırı yaparken görmem çok uzun sürmedi.
Arkadaşlar diyorum çünkü dört kişilik bir grup karar birliğine varmışçasına,
kalabalıktan biraz ayrılmış olan Ayyaş’a doğru koşuyorlar.
Nefesimi
tutarak neler olacağını beklemeye koyuldum. Ekip hedeflerine hızla yaklaşıyor,
on adım, beş adım, iki adım derken bir anda müthiş bir olay oldu. Kafasını dik
tutmaktan aciz mob, kumandayla yönetiliyormuş gibi aniden onlara dönerek kokusu
kalkanın içindeki beni bile sersemletecek bir höhleme gerçekleştirdi.
Evet, ne
kadar düşünsem de buna başka isim buladım. Ağzını açarak büyük bir nefes
kütlesini saldıran insanlara doğru yolladı. Ne feci oldu yok olmaları! Belli ki
mobun yaptığı bir alan saldırısıydı ve tek atışta dört kişinin aynı anda
bayılmasını sağlıyordu. Bir hedefin daha üstünü çizdirdi bana Ayyaş isimli
Düşmüş. Dört kişinin baş edemediği moba karşı ben tek başıma ne yapabilirim ki?
“Sarhoş lvl 1” T
Tek şansım
kaldı. Birbirlerinin omuzlarına ellerini atan veya belinden kavrayarak dolaşan
adamların peşindeyim. Bekledim ta ki ikili mobtan biri onlara doğru gelen
insana saldırmak için eşini bırakana kadar.
Fırsat bu
fırsat, tüm cesaretimi toplayarak kalkanın dışına doğru ilk adımımı attım. Gerisi
çorap söküğü gibi geldi, tek kalmış Düşmüşe hızla yaklaşıyordum ki onun da beni
görmesi ile sürpriz saldırım suya düştü.
“Öpücem, gel buraya öpücem!”
Hemen hemen
aynı anda, az önce başka bir insana doğru yönelmiş olan Sarhoş ağzını yayarak
konuşmaya başladı. Diğer arkadaşıyla birbirimize doğru yaklaşırken en son
görmek istediğim sahne ile karşı karşıyayım. Mob kurbanını kilitledi ve yanaklarından
salyalı salyalı öpüyor.
“Az sonra başıma bu mu gelecek? Hayır,
böyle olamaz, ikinci defa alkol yüzünden hayatım kaymayacak!”
Büyük
buluşmaya üç adım kala içimden bağırarak tekrarladığım cümle buydu. Nasıl
etkisinde kaldıysam, Sarhoşun yüzü de bu sıralar aynı Muharrem Abi gibi
görünüyor.
“Öpücem, gel buraya öpücem!”
“Ulan senin ecdadını!”
Bugüne kadar
hayatımda sadece bir kere yumruk attım ve burada olmamı sağlayan olayların
zincirini başlatan eylemim buydu; sanırım şu an da moba tokat atıyor olmamı da
yine aynı olaya borçluyum. Gözümü kapatıp, yaradana sığınıp bastım silleyi.
İçimde pek umut yok, belki kitlenmeden önce biraz hasar verebilirim diye
düşünüyorum.
“Pat!”
Kulaklarımda
bir çınlama sesi yankılandı, bir de hafiften acı var bedenimde; normal bir
zaman olsa canımın yanmasına üzülürdüm ama sızı elimden geldiği için sadece
hayretler içindeyim.
Gözümü
açtığımda Sarhoş isimli Düşmüş yere serilmiş, yuvalarının içinde misket gibi
yuvarlanan gözleriyle bana bakıyordu. Bir nefes sonra yavaşça silinip yok oldu.
Öldürdüm,
kendi başıma bir tane Düşmüş’ ün üstesinden gelerek sekiz saatlik azaptan
kurtuldum.
Delicesine bağırmak, çılgınlar gibi dans etmek istiyorum, ağzının
ortasına şaplağı çaktığım gibi aldım aklını fukaranın.
Sevinmenin ne
yeri ne de zamanı! Az önce şamarladığım mobun eşi, öpücük yağmuruna tuttuğu
insanın işini bitirerek kafasını bana doğru çevirdi bile.
“Öpücem, gel buraya öpücem!”
Hemen
kaçmalıyım, arkamı dönmek üzereyken son anda gözüme çarpan şeyler olmasa ben de
tam bunu yapıyordum. Yerde birkaç bakır sikke ve el kadar bir kitap var; ilk
avımın ganimeti belli ki gördüklerim, korkumu yenerek tek hamlede onları da
kaptığım gibi kalkana doğru tüm gücümle kaçmaya başladım.
Arkamda
Sarhoş, önde ben koşuyoruz. Namussuz mob, kendi alanında dolaşırken görenlere
ha düştü ha düşecek izlenimi verirken, agresifleştiği zaman tazı gibi koşuyor.
Ne var ki
korku adamı Usain Bolt’a çeviriyor, yüzümde kocaman bir gülücükle kalkandan
içeri girdiğimde gururluyum. Bir Düşmüş öldürerek kitap almayı başardım ve bu
nesne, Yetenek Kitabı dükkânın da gördüklerime çok benziyor.
Daha ne
olabilir ki, hemen bu nesneyi incelemek için kapağını açmak istedim ama sonra
tuhaf bir his içimi kapladı.
Tüm dünya dönüyor, ne olduğunu anlamadan bayıldım.
Cehennemin
Birinci katına gelmeden önceki düşme hissini yeniden yaşıyorum. Sevinçle açan
çiçeklerim soldu, karnımda uçuşan kelebekler başka bir baharda görüşmek üzere
elveda dediler.
“Günahkâr, uyan!”
Parlak bir
ışık gözkapaklarımı hiçe sayarak adeta direkt beynime giriyor, çağrısına kulak
vermemek mümkün değil.
“Bir Düşmüş cezalandırdın. Yeteneklerine
ve değerlerine ulaşabileceksin!”
“Geri dön ve savaşmaya devam et! İyilik
yap ve kurtuluş gününe ulaş!”
Biçimsiz ışık
nefeslenmeden konuştu. Cevap vermedim, zaten istesem de konuşamıyorum. Günahkâr
olarak her istediğimi yapabileceğim konumda değilim.
Tekrardan
içim çekiliyor, ilk iki sefer çok korksam da artık alışkanlık haline
geldiğinden üçüncüsünde kendimi sırt üstü denizde uzanıyormuşçasına rahat
bırakıyorum. Beynimin içine bilgi akışı başladığında böyle bir haldeyim. Seviyemi
ve bilgilerimi öğrenmeye başlıyorum.
İsim: Max
Unvanı: Günahkâr
Seviye: 1
Hayat Puanı: 10
Büyü Puanı: 10
Enerji:10
Atak: 10
Savunma: 10
Güç:1
Dayanıklılık: 1
Çeviklik: 1
Bilgelik: 1
Yetenek: Yok
Meslek: Yok
Kısa sürede
gözümün önüne bir tablo geldi. Evet, şu an gözlerim kapalı fakat çok net şekilde
yazılanları görebiliyorum sanki hepsi beynimin içindeler.
Statlarım
açıklandığında çok mutlu oldum. İlk avımdan sonra bazı bilgilere erişimim
açıldı ve durmadan düşerken Meslek bölümünün altında yavaşça bir yazı daha
belirmeye başladı.
"Alkol Direnci: Özel Bağışıklık – Aynı
seviye ve altındaki Alkol temelli Düşmüşlerin etkilerine karşı direnç!"
Düşüp
bayılabilirim diyeceğim ama zaten baygın haldeyim. Anlayın artık öyle bir
sevinç dalgası kapladı içimi. Bu ne demekti? Alkolik mobların olduğu bölgede
rahatça avlanabilirim. Bana vurmalarını engellediğim sürece sekiz saatlik azap
için korkmama gerek kalmıyor.
Şu an
düşündüğüm iki şey var. Bu özel etkiyi nasıl kazandım ve ilk avımdan elde ettiğim
nesneler hala benimle mi? Sanırım
sorularımın cevaplarını yakında alacağım çünkü yaşadığım düşme hissi neredeyse sona
eriyor.
Çok geçmedi,
üç beş saniye sonra sırtımda toprağın dokunuşunu hissettim. Yavaşça doğrulurken
panikle elimi sıktım ve ardından derin bir oh çektim.
Ganimetlerim hala
bendeler. Artık aklımda tek bir soru var, nasıl oldu da alkol saldırılarına
karşı bağışıklık elde etmeyi başardım?
Artık vaktim
bol! Sakin kafayla olanları gözden geçirerek bir cevap bulabilirim ama önce
kazandığım el boyutundaki kitabı incelemek istiyorum. Kabı toz toprak olan
kitabın cildini nazik hareketlerle temizledim.
Parlaklığını kaybetmeye yüz
tutmuş altın varaklı harfler karşıladı beni. Fiziksel Yetenek- Durdurulamayan
Yumruk Elimde duran şey
bir yetenek kitabıydı, bir süre iki satır yazı olan kapağına sakince baktım. Buranın
espri anlayışı gerçekten çok keskin!
Okuldan atılmamı sağlayan olayın baş
aktörü olan sağ yumruğum için bir yetenek kitabı var elimde ve son gece, belki
de son saat içtiğim rakı yüzünden Cehenneme düşmeme rağmen alkole karşı dirence
sahibim.
Kafamdan
geçen düşünceler nihayete erdiği gibi tüm tüylerim diken diken oldu. Kendi
kendime hayıflanırken kafamdaki sorunun cevabını buluverdim.
Aslında günah ve
sevaplarım eşitti benim ta ki son saat içinde içtiğim bir kadeh rakıya dek;
evet, bu olmalıydı, sadece bir tek günahla buraya düştüğüm için yaratıcının
bana merhametiydi bu bağışıklık.
Peki, yumruğa
ne demeli? Yine Cehenneme kadar uzanan yolun başlangıcı oydu. O zaman gücümü
kötüye kullandım ve şimdi bana aynı güçle kendimi kurtarma şansı veriliyor.
Düşmeden önce
biçimsiz ışığın söylediklerini unutmadım.
“Geri dön ve savaşmaya devam et! İyilik
yap ve kurtuluş gününe ulaş!”
Savaşacağım
ve iyilik yapacağım. Bana sonunda kurtuluşa ulaşacağım günün geleceği müjdelendi.
Bir an bile beklemeden kitabın kapağını açtım ve içinden taşan ışıkların
beynime dolmasına izin verdim.
Durdurulamayan Yumruk
– Düzey 1
– Eşit veya daha düşük seviyedeki
düşmanın defansını yok sayan bir yumruk.
– Düzey iki gereksinimi
– Teknikle
10.000 Düşmüş öldürmek.
Kitabın
içindeki yetenek kafamın içine çivilendi. İnce bir sızıdan sonra doğduğumdan
beri onu kullanmayı biliyormuş gibi hissediyorum. Sağ elime baktığımda, elimin
istem dışı yumruk olduğunu gördüm. Dikkatli incelendiğimde yüzeyinde hafif bir
ışıltı göze çarpıyor.
Yavaşça elimi
açtım ve iki bakır parayı cebime attım. Aynı anda kulaklarımda bir ses
yankılandı.
“İki bakır sikke kazandınız!”
Gözümün
önünde bir kez daha bir tablo belirdi. İçinde on tane boşluk olan bu tablonun
en altında iki bakır sikkenin yazılı olduğu yer vardı.
“Tamamdır, envanter açıldı. Görünen o
ki ceplerin limiti on nesne ile sınırlı!”
Giydiğim
pantolon zırh görevi görmüyor belki ama bana on eşya depolama slotu açıyor. İlerledikçe
bunun yetmeyeceğini bilsem de şimdilik hiç yoktan iyidir değil mi?
Alkoliklerin
olduğu bölge benim ilerleme noktam olacak. Bu nedenle aynı bağışıklığa sahip
başkası var mı diye bir süre daha burayı gözlemledim. Zaman problemini çözdüğüm
için nasıl rahatım.
On saat oldu ama ne karnım acıktı ne de susadım; anladım ki
böyle dünyevi ihtiyaçların bir anlamı yok artık.
Belki bir
kişi daha çıkar ve onunla takım kurarım umuduyla kısa sayılamayacak bir süre
gözlerimi mobların arasında işkence çeken insanlardan almadım ama ne çare? İstisnasız
hepsi çeşitli etkilerin altında yok olup gidiyorlar.
“Yetenek tamam, bilgilerime
erişebiliyorum. O zaman gidip diğer bölgelere bir göz atabilirim!”
Sanki bir
saat önce deli gibi koşturan ben değilmişim gibi gevşek adımlarla yürüyorum. Azap
korkusu da neymiş? İstediğim zaman gidip bir tane Düşmüş öldürebilirim. Komşu
bölgeye yanaşmak gibi bir niyetim yok. Deli gibi dans edenleri izlemek
istemiyorum. En iyisi şu Sosyal Medya moblarının olduğu yere gideyim
“Arkadaşlar merhaba, kanalıma hoş
geldiniz!”
“Şimdi sizin için kıçımda torpil
patlatacağım!”
“Annunakiler, bilinmez medeniyetlerin
mimarları olan ölümsüz ırk!”
Burası
şiddetten uzak bir yer. Moblarının saldırıları şaklabanlık tabanlı ama bir süre
sonra insanı kötü darlıyorlar. Kalkanın dışındaki insanları ucube şovlarına
esir etmişler. Bilincini kaybetmiş bu kişiler ara sıra onlara tezahürat dahi yapıyorlar.
“Ben seni çok seviyorum Torkun abi!”
“Kardeşim, on numarasın!”
Etrafta kulak
tıkacı görevi görecek bir şeyler aramaya başladım. Görüntü belki kurtarıyor ama
kurdukları tuhaf cümleleri dinlersem gerçekten ölürüm. “Bugün, sevgilimle markete gidiyoruz!”
“Değil mi sevgilim?”
Aramalarım
boşa çıktı, kalkanın içindeyken kilitleme etkisi almasam da dayanacak gücümün
kalmadığı hissediyorum.
“Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz!”
Özlü sözümü
de söyleyip son bir bakış attım Sosyal Medya Bölgesi’ne. Amacım hemen
uzaklaşmaktı ama son anda kalabalıkların içinde panikle koşan birini fark
ettim. İlk önce yanlış mı görüyorum diye tereddüt ettim ama tüm dikkatimi
verince, gerçekten de bir insanın şuursuzca koşuşturduğunu gördüm.
Uzun saçları neredeyse
beline kadar uzanmış, tam emin olamasam da sanırım kemik çerçeveli gözlükleri
de var. Eşsiz koşu stiline bakılırsa banko kız. Kollarını dirsekten dışa doğru
kırmış, vücuduyla ahenksiz bir biçimde sallıyor.
“Buraya gel, kalkanın içine doğru
koş!”
Kontrolünü
kaybetmiş. Dışarıdan birinin onun aklına başına getirmesi gerekiyor, yoksa
korkarım güçsüz düşüp bayılana kadar koşmaya devam edecek. Sesimi duyunca bir
an kendine gelir gibi oldu. Başını bana doğru çevirince, iki elimle de gel
işareti yaparak onu kendime doğru yönlendirdim.
Zar zor içeri
atabildi kendisini, tahmin ettiğim gibi on beş on altı yaşlarında bir kız var
karşımda. İki pelik örülmüş saçları omuzlarından aşağı düşerken, nefes nefese soluklanıyor.
“Abicim, neden ortalık yerde
koşuşturuyorsun? Gelsene kalkanın içine!”
Biraz sert
biraz da nasihat verir bir ses tonuyla konuşmaya başladım ama kızın beni
dinlemeye hali yok. Yere düşerken bedenini kontrol edemediğinden, patates çuvalı
gibi tepe üstü önüme devrildi.
“Zavallı ne kadar zamandır bu halde
koşturuyor bilmiyorum. En iyisi kendine gelene kadar onu burada bırakıp diğer
bölgeye bir geziye çıkayım.”
Bağcılar
Bölgesi adını verdiğim yere geldiğimde değişen bir şey göremedim. Çal keke
çallar, patlamalık şarkılar eşliğinde gençlik kopuyor. Cehennemin Birinci
Katında sentetik temalı bir müzik festivali düzenlemiş ve tüm Günahkârlar hafta
sonu kamp dâhil bilet kazanmış gibi ortalık. Kısa süre izledim ama bu bile
yetti. Emindim ki dışarı çıksam beş dakika içinde pert olur, kendimi sekiz saatlik
azabın kollarında bulurum.
“En iyisi şu Nalburiye Bölgesine
bakmak. Kendim gibi birilerini bulamazsam yeteneğimi geliştirmeye başlarım ufak
ufak!”
Nalburiye
bölge adı, içindeki moblardan geliyor. Bali, tiner, çakmak gazı kullanan
Düşmüşlerin ana sponsoru mutlaka Nalburcular Odası olmalıydı.
“Kardeş, hoş geldin!”
“Toraman, hayırdır? Sen geldiğinden
beri aynı yerde mi oturuyorsun!”
Yol üstünde
eski bir tanıdığa rastladım. Buraya düştüğüm ilk saatlerde bana adını soran
çocuk karşılaştığımız yerde oturuyor.
“Etraf çok kalabalık, herkes bir yana
koşturuyor! Üşendim valla ben, çöktüm buraya!”
Bu ne
gamsızlıktır böyle? Adam ölmüş Cehenneme düşmüş hala keyfinin peşinde. Dayanamadım
ona bildiğim her şeyi anlattım.
“Vay babam, biz ne edeceğiz? Demek
böyle boş boş oturursam her gün sekiz saat azap var, benim canım tatlıdır
gelemem ben böyle sıkıntıya!”
‘Ulan müptezele bak..!”
Tam
çıkışacağım bir anda aklım başıma geldi. Ben Düşmüş kesmişim yeteneğimi almışım,
ister panik yapsın isterse camız gibi yayılsın bütün gün bana ne?
“Sen bilirsin Müdür! Ben şu yakındaki
bölgeye bakacağım. Canın isterse gelirsin benimle!”
Onun da canı
sıkıldı herhalde olduğu yerde durmaktan, ağır çekim modunda adımlarını atarak
peşime takıldı. Neyse ki mesafe yakın, yoksa sırtıma alıp taşıyacağım hımbılı.
“Toraman, bak burası öldürmemiz
gereken Düşmüşlerin olduğu bir bölge. İyi bak, ileride çokça kapışacağız
bunlarla!”
Arkamdan
gelen çocuğa döndüğümde yüzü buz kesmiş halde buldum onu. Dişleri birbirine
vuruyor, elleri ufaktan titriyordu.
Afallayıp
kaldım, belli ki bir şeye çok sinirlendi. Görüntüsüne ters düşen bu halini
merak ettim. Hımbıl çocuk ancak yirmi yaşında gösteren, orta boylu, kalın
ensesinin üstünde özenilmeden yapılmış bir büst gibi duran kafasıyla köy
ağasının boş gezen oğluna benziyordu.
“Toraman ne oldu?”
“Abi bunlar, beni bunlar yaktı! Aha şu
elinde poşet olan tipin aynısıydı dövdüğüm çocuk!”
Konuşurken
sesi titriyor Toraman’ın, malak yalamış gibi yana taradığı saçlarının uçları
bile diken diken oldular. Sanki o anları yeniden yaşıyor garip.
“Dur, dur sakin ol, anlat bana her
şeyi sen bir baştan!”
Yanına yanaşıp
usulca yere oturttum. Bu kadar yoğun tepki verdiğini göre anlatacak çok şeyi
olmalı.
“Ben seni gökte ararken yerde buldum.
Demek bu yolda beraber yürümek kaderimizde var!”
Tombul Toraman’ın
anlattıklarından sonra kendimi tutamadım, sırtına elimle vururken sevinçle konuştum.
“Kardeş, ben sana kıyamet gecesi
parkta beni tinerci balici sıkıştırdı, birini dövdüm diye buradayım diyorum,
sen bana ne anlatıyorsun?”
Evet,
hikâyesi tam olarak bu! Hatırladığı kadarıyla, misafirliğe geldiği İstanbul’da
eve dönerken önünü madde bağımlıları çevirmiş. Cüzdanı ver, telefonu ver derken
bir ara denk getirip yumruğu bastığı gibi kaçmış aralarından.
Artık nasıl
vurduysa köy tosunu diğer eleman sizlere ömür olunca, hayatı yatarak geçen
bizim Toraman da Cehennemin İlk Katına tek gidiş bilet kazanmış.
“Bak şimdi, sen son günahın yüzünden
buraya düştün ya, bu tiplerin senin üstünde etki bırakma şansları yok. O yüzden
gel aralarından birini seçelim, öldür hemen azaptan kurtul!”
İrice çocuk
tek kaşını kaldırmış bana dik dik bakıyor, anladığım kadarıyla söylediklerim
aklına hiç yatmadı.
“Yok ya, enayi miyim
ben?”
Eh olacağı
bu, adamın karakterine dikkat etmeden apar topar saldırırsam geri tepmesi gayet
doğal. Cehenneme düşmesine rağmen tembellik eden birine, çık kalkanın dışına
bir tane Düşmüş öldür denir mi?
“Tamam, paşam, sen kafana göre takıl!”
Şöyle bir yan
gözle Toraman’ı süzdükten sonra onu Nalburiye Bölgede bırakarak daha önce
rastladığım kızın yanına gitmeye karar verdim. Sosyal Medya Bölgesi içinde
koşturabildiğine göre onun da bir türe karşı bağışıklığı olmalı. Tembel bir
domuzla uğraşacağıma, belki onu Düşmüş kesmeye razı edebilirim.
Biçimsiz ışık
ne demişti;
“Geri dön ve savaşmaya devam et,
iyilik yap ve kurtuluş gününe ulaş!”
Demek ki bu
mobları kesmemiz ve durmadan ilerlememiz lazım. Koskoca Cehennemin Birinci katı
bu el içi kadar köyle sınır kalamaz değil mi? Döndüğümde genç kız yerdeydi ama
gözlerini açmış kalkanın dışında olanları izliyordu. Usulca yanına yanaşıp
oturdum.
“Merhaba, korkun geçti mi?”
Ses yok. “Şimdi daha iyisin değil mi?" Yine ses yok,
tam bir soru daha soracaktım ki uzun saçları yüzünü kapatan kız mırıldanarak
konuştu.
“Korkuyorum, çok korkuyorum!”
Hemen
dibimdeydi zavallıcık, sözleri biter bitmez gözlerinden damla yaşlar akarken
omuzumda ağlamaya başladı. Duygusal değilimdir ve böyle durumlarda ne
yapılacağını hiç bilmem. Bu nedenle sessizce ağlamasının bitmesini bekledim.
Herhalde bir
on dakika hıçkırıklarla gözyaşı döktü kızcağız, yavaştan toparlanmaya
başladığını gördüğümde artık birkaç kelam etmem gerektiğini biliyordum.
“Sana korkma
diyemem, ben de çok korkuyorum ama sadece bil ki böyle hissetmen çok normal.”
Kızarmış
gözlerini kemik çerçeveli gözlüğünü çıkararak işaret parmaklarının kenarlarıyla
sildi ve ağlaması sona erdi. Yaşadığı duygusal hezeyandan sonra yüzü gözü şiş
bir halde. Buna rağmen gerçekten güzel bir siması var, gözlük ona biraz
Kitapkurdu havası katsa da bu bile yaradılışındaki özeni gölgelemekten aciz
kalıyor.
“Biraz daha iyiysen, bana son gece
neler yaşadın anlatabilir misin?”
Kızın
hikâyesi önemli. Sosyal Medya moblarına karşı bağışıklık kazandığı kesin ama
nasıl olduğunu bilmem gerekiyor.
“Her zamanki gibi üniversiteye giriş
sınavları için test çözüyordum, geç saate kadar kalmıştım o gece. Son birkaç
soru daha derken neredeyse sabah olacaktı, o anda içimden bir ses okulda
arkadaşlarımın hep bahsettiği youtube videosuna baksana dedi.
Tüm gün çalıştım, yatmadan önce birkaç
dakikadan bir şey olmaz diyerek, Balo Makyajı nasıl yapılır adlı videoyu
izledim. Kalkıp yatağıma geçmek istedim ama daha adımımı atmadan bir anda
bayılmışım, sonra bana dediler ki onu izlemeseymişim Cennete gidiyormuşum
yaaaaa!”
Dindi
sandığım sağanak gözyaşı yağmuru geri geldi hem de bu sefer yer yer gök
gürültüsünü anımsatan iç çekmeleriyle beraber. Bir on dakika daha omuzum yastık
görevi görürken, aklımda deli sorular var.
Ben Alkol
Bölgesinin dokunulmazıyım. Anlaşılıyor ki bu kız Sosyal Medya, hımbıl Toraman’da
Nalburiye’ nin seçilmişleri. İlerlemem lazım, diyelim tek başıma bana ait
bölgeyi temizledim ya sonra? Sonsuza kadar burada azap çekmemek için mob mu
keseceğim? Olmaz, benim ne yapıp edip bunları adam etmem lazım. Önce şu kıza
bir Düşmüş kestireyim yoksa bu sekiz saat azaba yakalanırsa iflah olmaz bir
daha.
“Abicim bak sana ne anlatacağım, ben de
senin gibiyim son gece içtiğim bir bardak içki yüzünden buraya düştüm. Eğer
beni dinlersen buradan kurtulma şansımız var. Farkındaysan buradaki tiplerin
saldırıları seni etkilemiyor, bir an önce bir tanesini yok etmen lazım!”
Yok etmen
lazım dediğimde kızın gözleri yuvalarından çıkacak gibi oldu, aynı anda
yanımdan bir metre kadar uzaklaştı.
“Bak sonra uyarmadı deme! Eğer içlerinden
birini öldürmezsen sekiz saat Cehennem Azabı çekeceksin, yazık olur sana!”
Korkusunu
yenmesi gerekiyor ama bunu umut veya cesaret vererek yapamayacağım açık şu anki
hislerini ancak daha güçlü bir korku bastırabilir.
“İnanmıyorum sana, yalan söylüyorsun!”
“İster inan, ister inanma! Şuradaki
büyük taşı görüyor musun? Git bir bak bakalım neler yazıyor üstünde!”
Sinirlenmiş
rolü keserek fırladım yerimden, bana inanmayan ikilinin belki de bir kez azabı
tecrübe etmeleri lazım. Köyde bir kişi daha olması gerekiyor, Bağcılar
bölgesinin seçilmişi belki bana inanabilir.
Bölgeye
geldiğimde kalabalık grup patlamaya devam ediyordu. Nasıl eğleniyor Düşmüşler?
Hızlarına ayak uyduramayan insanları adeta kıyma makinasının dişlileri gibi
öğütürken, bambaşka bir kafa yaşadıkları her hallerinden belli oluyor.
Başlangıç
köyünün hemen dışında olduklarından, biraz fazla yer kaplasalar da bir bakışta
hepsi görülebiliyorum. Orada, onu buldum. Bunca kargaşanın içinde tek başına hareketsiz
kaskatı duruyor. Mutlaka o olmalı, tüm insanların deliye döndüğü ortamda
kendine mukayyet olmuş kişiye doğru bağırdım.
“Heyyy, hey sen! Gel buraya çabuk!”
İlk denememde
başarılı olamadım. Yüksek sesli bir müzik yayını olmasa da birkaç mob beatbox
yaparak bu açığı kapıyorlar.
“Duymamazlıktan gelme, sana
sesleniyorum. Buraya gel!”
Arkadaş,
bunların içinde bir normal olan ben miyim? Bu tipinde bazı sıkıntıları olduğu
kesin. En az on kere bağırmamdan sonra hazret lütuf edip dönüp bakabildi. Bir
on kez daha beni uğraştırdıktan sonra da yanıma geme şerefini lütfetti.
“Ne var, ne istiyorsun benden?”
Vay babam,
bir de artist çıktı. Kaşlarını kaldırmış hesap sorar gibi bakıyor.
“Çok güzel dikiliyorsun. Nasıl
başarabildin bu zor hareketi onu öğrenecektim!”
Yeter ulan,
işimiz düştü diye itin köpeğin tafrasını çekemem; ben ki başlangıç köyünde mob
öldüren tek kişiyim, adam olup tavsiye isteyeceklerine kalkmış hesap soruyorlar.
“Dalgamı geçiyorsun sen benle?”
Karşımda,
otuzlu yaşların sonunda olduğu kısa kesilmiş saçlarının yan tarafında artık
saklanamayacak bir hale gelmiş beyazları tarafından tasdiklenen, hafif göbeği
olsa da atletik bir fiziğe sahip orta boylu adam var.
“Birader, bir saattir sana
bağırıyorum. Neden bir dönüp bakmıyorsun?”
“Bakarım bakmam, benim bileceğim konu.
Ne işin var senin benimle ayrıca!”
Herif
konuştukça agresifleşiyor, muhabbetin sonu hayra çıkmayacak belli ki. Bu
nedenle kısa kesip asıl konuya girdim.
“Son gece ne yaptın da buraya düştün?”
“Sen nereden biliyorsun bunu?”
Ek yerini
buldum, sesi dramatik bir biçimde yumuşarken ikinci sorum geldi.
“O günahın yüzünden buradasın değil
mi?
Daha önce
sadece tahmin yürüttüğümü düşünen adamın kızgın surat ifadesinin yerini,
kocaman bir şaşkınlık emojisi aldı.
“Biraz gerginsin anlayabiliyorum ama
sözümü kesmeden beni bir dinle, tüm cevapları alacaksın!”
Son gecemden
başlayarak bu ana kadar ne olduysa anlattım. İlk temasımız kıvılcımlı olsa da
nihayetinde bir yetişkin var karşımda, mutlaka sakinleşerek dediklerimi
anlayacak.
“Vay, demek böyle! Sen şimdi gücünü ve
özelliklerini biliyorsun, üstüne yetenek aldın birde!”
Doğru
düşündüm, gözüyle kafamın üstündeki yazıya bakan adam beni ve söylediklerimi
ciddiye alıyor.
“Max, senin adın bu mu? Aynısından
beni başımın üstünde de var sanırım, ne yazıyor?”
Bilmediğini
tahmin ettiğim için ona yeni adıyla hiç hitap etmedim ama şimdi ilk defa
duyacağında ne tepki verecek merak ediyorum.
“Şükrücük yazıyor abi kafanın
üstünde!”
Bir taraftan
konuşuyor, diğer taraftan gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Ulan koca adama
takılacak isim miydi bu?
“Ah hep o ibne kılıklı kayınçom
yüzünden! O kadar dedim ben oynamaktan anlamam diye!”
Dertlendi
adamcağız, ben de nabzına göre şerbeti vererek son gecesini öğrenmeye
çalışıyorum.
“Şu son geceyi anlatsana bana, sen
neden Cehenneme düştün?”
“Sorma arkadaş! Bizim hanımlar üç kardeşler,
iki kız bir erkek. Ortanca olan baldızın düğünü vardı o gece, el mahkûm kalktık
gittik neredeyse düğün sahibi sayılırız. En küçükleri kayınço, tam bir
hayırsız, nursuz, uğursuz herif! Damat tarafı köçek getirmiş, tutturdu illa
oynayalım, karşılıklı göbek atalım!”
Mevzu
anlattıkça civcivleniyor, düğünün başlangıcını geçip sonuna doğru geldik mi
esas bomba patlayacak.
“Hafiften içki de aldık biz, hadi madi
derken bir baktım sahnedeyim. Köçekle oynuyoruz. Bizim akrabadan biri geldi
alnıma para yapıştırdı. Lan daha on saniye geçmeden, sen etekli ibiş parayı
kapacağım diye elini salla, parmağı gözüme gir! Bir acı, sanki beynim delindi; ‘abi özür
dilerim’ demesine kalmadı yapıştırdım kafayı ben buna. Karı bir taraftan
bağırır, bu puşt yerde kıvranırken anırır, çarşı pazar karıştı anlayacağın! En son karakoldaydık, tam Allah’ım al canımı
kurtulayım diyordum gözlerim karardı. Sonra bir açtım hesap kitap, o son
kafayla buraya düştük anlayacağın!”
“Senin isim belli oldu o zaman abi.
Kayseri taraflarında köçeğe Şükrücük de derler. Ceza olsun diye bunu vermişler
sana!”
İlk başta
yadırgasam da şu an Max ismi için şükrediyorum. Şu koca adama takılan sıfatın
yanında benimki sahne adı gibi kalıyor.
“Ne yapacağız şimdi? Diyorsun ki gidip
şunlardan birini öldürmem lazım öyle mi?”
“Aynen öyle, onca saat aralarında
dikildin sana bir şey yapabildiler mi? Yalnız sen saldıracağını belli etme yine
de şu kendi başına patlayan çılgını görüyor musun?"
Elimle
kalabalıktan hafifçe ayrılmış bir Düşmüş’ü işaret ettim.
“Evet, gördüm!”
“Bekleyeceğiz, sürüden iyice
ayrıldıktan sonra sakince yanına gidip kafayı çakacaksın alnının ortasına! Şanslıysak,
sana da bir yetenek kitabı atabilir bu mob!”
Son
kelimemden sonra orta yaşlı adam, kaşlarını birbirine iyice yanaştırıp alt
dudağını bükerek bana anlamadığını belli eder bir şekilde baktı.
“Abi, burası çevrimiçi oyun gibi
hazırlanmış. Orada yaratıklara kısaca mob deniyor, ağız alışkanlığı işte!”
Açıklama
yapmaya razıyım, içimden bir ses bu sefer olacak diyor; şans da yanımızda, tek
kalan mobun ayrıldığı kalabalık ritmik grup dansına geçince ortamdan tamamen
izole oldu.
“Ben gidiyorum, şunun canını alıp
geliyorum!”
Şükrücük
kalkanın dışına çıkarken son vuruşu yapmadan duramadım.
“Abi, kayınçoya vuruyormuşsun gibi
düşün. Düşmüş’ ün yüzünde onu gör!”
Adam zaten
dertli, benim söylediklerimden sonra iyice çileden çıktı. Sakin ama uzun
adımlarla yavaşça Tırrek lvl 1 isimli mobun saldırı alanına girdi. Lvl 1 olan
bu yaratığın, Şükrücük’ ün tabiri caizse efsunlu olduğunu bilme şansı yok. Hemen
ona dönerek ellerini ve kollarını iç içe geçirdiği bir dans figürü sergilemeye
başladı.
Adım adım
yaklaştılar birbirlerine, artık bir metre mesafe kalmadı ki bizim adam
yakasından tuttuğu gibi sağlam bir küfürle beraber oturttu kafayı.
“Piçe bak! Yılan gibi kıvranıyor
karşımda. Ah ulan kayınço seni bir elime geçirsem, kafanı koparacağım ah!”
Oldu, düşmüş
yavaş yavaş hiçliğe karışırken yerde birkaç madeni sikke ve el büyüklüğünde bir
kitap var.
“Yetişin lovv!”
Tırrek lvl 1
son zerresi de kaybolurken beklenmedik bir şey yaptı. Giderayak bir yardım
çığlığı atarak arkadaşlarını onu öldüren orta yaşlı adama çekmek istedi.
“Abi, çabuk kitabı al kalkanın içine
koş. Hepsi geliyor üzerine!”
Şükrücük
zafer sarhoşluğu ile küfürler savurmaya devam ediyor ama biran önce kendine gelmezse
her şeye baştan başlamamız gerekecek.
“Abiiiiiiii, kitabı al kaç
geliyorrrlaaaarrr!”
Tüm gücümle
haykırıyorum. Böyle bile anca sesimi duyurabildim bizim hırçın delikanlıya,
adam kafayı atınca zevkten dört köşe oldu.
“Bu ne kadar mop ulan!”
Yerdekileri
kapan Şükrücük ayakları kıçına vurarak kaçarken, bende karışık duygular
içindeyim. Adamın Düşmüşlere mop demesine mi güleyim, yoksa bu kadar çabuk
adapte olmaya çalışmasına mı sevineyim bilemiyorum. Ben düşünürken abi yanıma
kadar geldi, peşindeki Düşmüşler kalkanın dışından bize nefretle bağırıyorlar.
“Siz buraya geleceksiniz olummm!”
“Biz adamı madam yaparız, madam!”
“ Siz bizi böyle gördünüz Karamürsel
sepetimi sandınız ulan? Bizim bi bu kadar da yerin altında var oğlummmmmm!”
Sinirle
bağırıyor, türlü türlü el kol hareketi yapıyorlar. Şükrücük hala nefes nefese.
Dizlerinin titremesine dayanamayıp yere çöktüğünde, yeterli oksijen alamadığı
için yüzünün rengi hafiften mora çalıyor.
“Geçmiş olsun abi, biraz soluklan
kendine gelince kitaptaki yeteneği öğrenirsin!”
Pençe gibi
yaptığı eliyle sıkıca kavradığı kitabın üstündeydi gözleri. Sanırım çekeceği
azaptan kurtulma düşüncesinden ziyade, buradan kurtulma ve kazanacağı yetenek
daha çok ilgisini çekiyor.
Lakin bir
şeyi unutuyorum. İlk Düşmüş öldürmesinden sonra adamın gitmesi gereken bir yer
var. Daha bana cevap vermeye bile fırsat bulamadan bir anda yok oldu.
Kitabın
ismini ve yeteneğin özelliklerini merak ediyorum. Bari şu tiplerle eğleneyim
dedim ama Şükrücük yok olduktan sonra kalkanın önünde toplaşan Bağcılar Bölgesi
mobları da dağılmaya başladılar.
Bir saat
boyunca sırt üstü yatarak üzerimizdeki gökyüzünü seyre daldım. İçimde ufaktan
da olsa bir huzur var.
Orta yaşlı adamla en azından Başlangıç Köyü’nden
ayrılana kadar kader birliği yapacağız. Yalnız olmadığımı bilmek iyi geldi.
Uykum yok,
sanki daha önce hiç uyumamış gibi hissediyorum. Burada temel ihtiyaçlarla
alakalı bir sıkıntı yok sadece bir amaç uğruna mücadele vermem gerekiyor.
“İyilik puanı alındı +5!”
“İlk yol gösterme bonusu +5!”
Sakin bir
öğleden sonrası keyifle düşündüğüm anlarda iki uyarı zihnimde yankılandı. Takip
eden süreçte gözümün önünde başka bir tablo beliriyor.
Ortasından
açılmış kocaman bir kitap var karşımda. Bir tarafında İYİLİK yazıyor ve sayfa
rengi toz mavi. Diğer tarafta ise KÖTÜLÜK yazıyor ve sayfanın rengi koyu
kırmızı.
İyilik yazan
kısma az önce kafamda çınlayan seslerin aynısının yavaşça yazıldığı gördüm.
Siyah
harfler kâğıdın içinden çıkarken iki cümlede kısa sürede tamamlandı. Yeni bir
şey daha keşfettim. Davranışlarım nedeniyle toplayabileceğim iki çeşit puan
var; İyilik ve kötülük puanları, acaba işin sonunda nasıl etkileri olacak
bunların?
“Arkadaşım, nasıl yaptınız bunu?”
Kafamda deli
sorular dolanırken yanımdan gelen bir sesle irkildim. İlk defa gördüğüm biri az
önce olanlar nedeniyle bana yanaşıyor.
“Neyi nasıl yaptık?”
Safa yatarak
cevap verdim, ağzındaki baklayı çıkarmasını istiyorum.
“Adama bir şeyler söyledin, sonra o da
gitti Düşmüş’ü rahatça öldürdü. Nasıl yaptın bunu?”
Boşuna
dememişler Şeyh uçmaz mürit uçurur diye, olan bitenden bir haber bu kişi Şükrücük’
ün özelliğini benim kerametim sanıyor.
“Bende özel yetenek var! Bir okuyup
üflüyorum yaratıkların saldırısından etkilenmiyorsun!”
Neden böyle
bir şey söyledim hiç bilmiyorum ama düşününce davranış puanlarının mantığını
kavramak için yaptığımı anladım.
“Hocam, sekiz saat azap çekmek
istemiyorum beni de bir okuyup üfleseniz!”
Çaresizlik ve
bilgisizlik ne kötü! Görüntüsünden orta yaşlarda olduğunu anladığım bu kişi
sadece bir sözümle kendi kaderini ellerime rahatça bırakıyor.
“Geç karşıma, kapa gözlerini. Sana bir
üfleyeceğim, kasırgaya döneceksin!”
Kendimi oyuna
iyice kaptırdım. Bir besmele çekip hafifçe mırıldandıktan sonra içime çektiğim
derin nefesi adamın suratına üfledim.
“Hadi aslanım, şu kenardakini parçala
bakalım!”
Zavallı adamı
gruptan ayrılmış bir Düşmüş’ ün üstüne sürerken gözlerim ışıl ışıl parlıyor.
Neredeyse bir gündür buradayım ama içimin yaşama sevinciyle dolduğu, adeta
eğlencenin doruklarına çıktığım an bu an.
“Bittiniz ulan!”
Adam da gaza
gelmeye ne müsaitmiş? Apaçi lvl 1 adlı Düşmüş’ ün yanına geldiğinde
hunharca bağırıyor. Onun da benim gibi keyfi yerinde ama pis pis sırıtan ve
ayakları kalkanın içinde olan bana karşın, o maalesef mobun atak menzilinde
duruyor.
“Çatla patla, Çatla Patla!”
“Çatla Patla, olmadı bi daha!”
Üstüne doğru
koşan insanı gören Düşmüş, kafasını ileri geri sallayarak oynamaya başladı. Bir
saniye geçmeden elleriyle mutfak mikseri gibi çırpma hareketleri yaparken,
kurbanının etrafında fır dönüyordu.
“Yalancı, şerefsiz, onun bunun
çocuğu!”
Deli gibi
küfür etmeye başladı orta yaşlı adam. Bir yandan da ritme uymak için o da
çılgınca dönüyor. Çok sürmedi bu iş, bir dakika geçmeden yere yığılan kader
kurbanı yok olup gidiyordu.
“Vay enayiye bak! Her salatalığım var
diyene tuzla koşulur mu lan ibiş!”
Ben ise
hunharca kahkaha atıyorum. Yirmi küsur senelik ömrümde böyle mutlu olduğum bir
an hatırlamıyorum
“Kötülük puanı alındı +5!”
“İlk tuzağa düşürme bonusu +5!”
Kafamda
çınlayan ses geri geldi, ardından büyük defterin açıldığı gördüm. Kan kırmızısı
sayfanın üstünde hareketlilik var, beyaz harfler sesin söylediklerini
yazıyorlar.
Sanki enseme
buzlu sular dökülmüş gibi oldum, ne yapıyordum ben? Hangi akla hizmet adamı
mobların içine yolladım, durdurulamayan bir tutkunun esiri olmuş gibiydim.
Kafamı
toplayarak bu konu hakkında düşünmeliyim. Yaptığım hareketlerin nedenini
bulamazsam ileride aynı hatayı tekrarlamam sürpriz olmayacak. Yarım saatten
fazla bir süre geçmiş olmalıydı tek başıma otururken, birçok düşünce aklımdan
geçerken mantık eleğinden onları sakince süzüyorum.
“Buradan dolayı olmalı! Cehennem’ de
olduğum için kötülük yapmak bana tahmin edilmez bir haz veriyor olmalı!
Başka
açıklaması yok. Şükrücük’e yardım ederken ruh halimde hiçbir değişiklik olmadı
ama adamı ölüme yollarken çocuklar gibi şendim. Bu kadar kolay olamaz değil mi?
Belki sadece Cehennemin Birinci Katında cezalandırılıyoruz ama yine de adına
yaraşır zorlukları olmalı.
“Heyt be! Valla doğru söylüyormuşsun,
tam olarak senin dediklerini söyledi biçimsiz ışık!”
Bizim hırçın
delikanlı geri döndü. Bende yaşadığım olayı kulağıma küpe yapmaya karar verdim;
şu ufacık hareket bu kadar hislerimi uyardıysa, daha büyük kötülüklerde stajyer
zebani olarak iş başı yapacak hale gelebilirdim.
“Biz de yalan yok abi! Şimdi şu senin
yetenek kitabına bir bakalım istersen!”
Sözlerim
üzerine elinde tuttuğu kitabın yüzünü çevirdi Şükrücük. Soluk altın varaklı
harflerle iki kelime bizi karşıladı.
“Kırılamaz İrade”
Tecrübe
ettiklerinin yeni ortağımı çok heyecanlandırdığı her halinden belli oluyor. Fazla
beklemedi, hızlıca kapağını açarak kitabı okumaya başladı. On saniye boyunca
puta döndü Şükrücük, sıkıca kapattığı gözlerini açtığında etrafa saçılan
alevleri neredeyse ben de görebiliyorum.
“Önce isim, sonra bu yetenek, şaka mı
bu arkadaş? Yani bir insanın üstüne bu kadar mı gidilir!”
Neler
olduğunun farkındayım. Yeteneğimle ilk tanışmamda ben de aynı hisleri
yaşamıştım; neyse ki ironi olarak bana verilen yumruk atma o kadar da kötü
değildi.
“Abi sakin ol! İlk önce bana İsim diye
başlayan listeyi okusana, bakalım bir değişiklik var mı seninkin de.”
“Bir dakika, dur şimdi, nasıldı? Heh
buldum, iyi dinle söylüyorum!”
İsim: Şükrücük
Unvanı: Günahkâr
Seviye: 1
Hayat Puanı: 10
Büyü Puanı: 10
Enerji:10
Atak: 10
Savunma: 10
Güç:1
Dayanıklılık: 1
Çeviklik: 1
Bilgelik: 1
Yetenek: Kırılamaz İrade
Meslek: Yok
Şükrücük tüm
bunları bir nefeste söylerken ben de kendi istatistiklerimle karşılaştırdım. Sonuç
olarak yeteneklerimizin farklı olması dışında her şey aynı görünüyor.
“Abi yetenekler dışında tüm değerler eşit,
bir de yeteneğin açıklamasını söylesene bana!”
“Ya onu hiç sorma, baktıkça deliye
dönüyorum!”
Adam renkten
renge girdi isteğim karşısında, belli ki yine keskin bir mizah vardı ortada.
“Olan oldu, hadi de bakalım neymiş
senin kerametin!”
Onun konuşma
stiline yakın bir şekilde konuşarak ikna etmeye çalıştım Şükrücük’ü. Neyse ki
çok direnmeden döküldü yeteneğinin özelliklerini
Kırılamaz İrade
– Düzey 1
-Alınan hasarın %10 u hayat puanını
geri doldurmakta kullanılır, birden fazla düşmandan alınan darbeler kişi başına
%2 artarak katlanır.
- Gelen darbelere karşılık verilmesi
durumunda, bir saniyelik donma etkisi alınır.
– Düzey iki gereksinimi – Teknik
aktifken 10.000 darbe almak.
Yetenek
özelliklerini tamamen duyduğum zaman yere yatıp secde edesim geldi. Bu nasıl
bir sınav böyle? Bu kitap adamı resmen şamar oğlanına çeviriyor.
“Kardeş anladın mı şimdi sıkıntımı? Bunlar
hep bana vuracak, ben karşılık verdim mi bir saniye boyunca hareketsiz kalmak
zorunda kalacağım. Bu nasıl yetenek, benim ellerim armut mu topluyor? Gelen
geçen dövecek mi beni şimdi?”
Şükrücük
isyan ediyor ve sonuna kadar da haklı kendince. Acilen onu sakinleştirecek bir
şey söylemem gerekiyor.
“Abi dur panik yapma, sakin ol!”
“Ya bırak nasıl sakin olacağım? Yeşilçam
figüranı gibi mi dolanacağım ortada!”
“Bak ben anlatacağım şimdi sana olayı.
Sen hele bir gel otur iki dakika nefeslen, her şey çok güzel olacak, korkma!”
Son
söylediklerimden sonra biraz harareti düşen Şükrücük, zor da olsa sakinleşmeye
uğraşıyor.
“Abi, bu işler tek başına olmaz zaten.
Bak yanında ben varım, benim yeteneğim Durdurulamayan Yumruk!”
Yeteneğimi
söyleyerek yanlış yaptığımı, adamın renginin tekrardan kırmızıya dönmesinden
anlamamla kıvırmam bir oldu.
“Ben birini yumrukladım, ondan sonraki
olaylar nedeniyle buraya düştüm. Takdiri ilahi böyle uygun görmüş, isyan etmek
olmaz!”
Sadece bir
günah nedeniyle bu hale geldiği için Şükrücük inançlı biri olmalı diye
düşündüm. Başına gelenleri mukadderata bağlayarak gazını almaya çalışıyorum.
“Haklısın, çokta zorlamamak lazım bazı
şeyleri. Bundan sonra ne yapacağız, onu de bakalım!”
Kıvama
geliyor ortağım, ona bilmediği çevrimiçi oyun mekaniklerini yavaştan aşılayabilirim.
“Abi bak ne diyor yetenekte, aktif
haldeyken diyor. Yani bunu istediğin zaman kullanacaksın, istemediğin zaman
vuracaksın ağzının ortasına düşmanın.”
“Her zaman böyle olmayacağım demek mi
bu?”
“Aynen abi, parti kurunca tank
olacaksın sen, zırh kalkan falan alınacak sana. O zaman bu yetenekle çok iş
yaparsın!”
“Parti kurulacak, ben de tank
olacağım!”
Ses tonundan
ve cümlenin sonundaki baskın ünlemesinden, Şükrücük’ ün dediklerimden bir şey
anlamadığı belli oluyor.
“Ne kadar anlatsam göstermek kadar
etkili olmaz. İkimiz beraber öldüreceğiz bu tipleri ama önce bize katılmak
isteyebilecek bazı arkadaşları görmeye gidelim derim.”
Peşime
taktığım Şükrücük ve ben sözlerime inanmayanlardan birinin yanına gidiyoruz. Tahminimce
şu vakte kadar akıllandığından, hevesli bir şekilde beni bekliyor halde bulacağım
onu.
“Max abi, nihayet döndün!”
Tam da beklediğim
gibiydi küçük kızın durumu. Ufak konuşmamızdan sonra kitabeyi gidip okumuştu
besbelli.
“Hayrola, sadece geçiyorduk yoksa sen
beni mi bekliyordun burada?”
Öyle yağma
yok. İlk şansını kullandı ve üstüne üstlük bana yalan söylüyorsun deme
küstahlığını gösterdi. Hemen yelkenleri suya indirirsem ilerde işin önünü alamam.
“Daha önceki olanlar yüzünden
yapıyorsun değil mi? Çok özür dilerim, bir daha sözünden çıkmayacağım!”
Yüzünün
küçüklüğüne tezat bir biçimde iki koca bademi andıran gözleri sulanmaya
başlarken, yer yer kekeleyerek konuştu. Şükrücük ile Düşmüş öldürdüğümüz
sırada, bol bol düşünmeye vakti olmuş belli ki.
“Bunu sana bir kere söyleyeceğim. Şu
andan sonra herhangi bir nedenle dediğimi yapmazsan, bırakır giderim seni!”
Kıyamadım
ufaklığa. Sert bir ses tonuyla konuşsam da bu affedişin nedeninin yufka yüreğim
olduğunun farkındayım.
“Rimel kızım, bu arkadaş iyi biri. Bana
da ne yapacağımı hep o anlattı!”
Abi dur
diyemeden, bizim kafacı kıza pat diye sistemin ona verdiği ismi söyleyiverdi. Arkasında
yatan hikâyeyi bilmediğimden sonuçları da kestirmem mümkün değil.
“Rimel kim? Yoksa benim adım mı?”
Demesi yeni
bitmişti ki kızcağız yine koyuverdi gözyaşını. Yemin ediyorum Çin novellerin de
her dakika bir ağız dolusu kan kusan ana karakterden fazla gözyaşı döktü bugün.
Zaman ilerliyor, eğer bir an önce Düşmüş kesemezse ancak sekiz saat sonra bir
daha onunla görüşebileceğiz.
“Kes ağlamayı! Hemen kendine gel ve
çık bir canavar öldür!”
Bu iş canımı
sıkmaya başladı. Gözlerimi üstüne diktikten sonra biraz kızgınlık biraz da
tehdit içeren ses tonumla Rimel’e çıkıştım. Kız bir anda sustu, beklemediğim
biçimde az önce verdiği söze sadık kalıyor. Minik adımlarla kalkanın dışına
doğru yürürken, yardım ister gözlerle bana bakması da cabası.
“Sakin ol, sadece sana gösterdiğim
Düşmüş’e saldıracaksın!”
Konuşurken,
bir yandan da en müsait mobu arıyorum. Çok şükür kısa sürede elinde bir akışkan
rujla dolanan küçük kızı gördüm.
“Şimdi hemen fırla, şu elinde rujla
dolanan ufaklığa bir iki tane vur!”
Komut çok
basit, gidip kızın kafasına iki şaplak atıp öldürecek ama az sonra şahit
olacaklarımdan sonra, geleceğe dair ümitlerim kırılma emareleri göstermeye
başlıyorlar.
Rimel
kalkandan çıktıktan sonra beklediğimden daha hızlı şekilde avına yaklaştı, bu
durum bende bir heyecan yaratmadı değil. Kolayca halledip gelecek galiba
derken, bizim kızın adeta ufak çocuğun saçlarını okşar gibi vuruşunu görmek
zorunda kaldım.
“Kızım, vursana şuna bir tane!”
Dayanamayıp
bağırdım, bunun ters tepeceğini nereden bilebilirdim. Rimel iyice heyecan yaptı
mı? Üstüne kız da bacak kadar boyuna bakmadan karşılık vermesin mi?
“Vur şuna bir tane! Yoksa seni bir
daha gördüğüm yerde yolumu değiştiririm!”
İyice ufak
çocuğunu tehditle terbiye eden sorumsuz ebeveyne döndüm Rimel yüzünden. Böyle
giderse partiler arası altın günü yapmaya adım adım ilerleyebiliriz.
“Üzgünüm canım!”
“Çatttt!”
Zor da olsa
elindeki ruju koklayarak dolaşan ufaklığı tokatladı. Zavallım, video çekeceğim
diye müptezele dönmüştü zaten.
“Yerdekileri al, koşarak buraya gel!”
Boş boş
baktığını gördüğüm Rimel Hanım kızımıza sıradaki komutu vermek için bağırdım.
Bu sefer de
bir kitapla beraber birkaç bakır para düştü ama yanlarında soluk gümüşi
parıltıyla ışıldayan başka bir nesne daha var.
“Max abi başardım. Bak, her dediğini
yapıyorum artık!”
Kalkanın
içine girdikten sonra hız kesmeden bana doğru koşan kız, istatistiklerinin
açılması için yok olmadan önce sevinçle konuşuyordu. Anlaşılan başıma büyük iş
aldım. Esas marifet, yapman gerekenleri benim söylememe gerek kalmadan yapman
demek istiyorum ama yine de Şükrücük’e göre epey kolay oldu ilk öldürmesini
yapması. Üstelik hem kitap, hem de ikimizde de olmayan bir nesne daha var elinde.
Şükrücük’ te
olan olayları tekrar yaşıyor gibiyim derken, beklediğim ses zihnimde
yankılandı.
“İyilik puanı alındı +5!”
Büyük defter
yine açıldı, toz mavisi bölüme siyah harflerle başarım yazıldı. Koluma yapışan
orta yaşlı ortağım nedeniyle irkilmeden önce bunun keyfini çıkarıyordum.
“Max, bir şeyler oluyor! Koca bir
defter çıktı aniden ortaya!”
Korku içinde
devam edecekti ki Şükrücük ama beni çekiştirdiği elini yakalayarak hızla lafa
girdim.
“Abi sakin ol, açıklayacağım olanı
biteni. Bir yarım saat bekleyeceğiz burada, genel olarak çevrimiçi oyunların
mantığını da anlatayım iyisi mi sana ben!
Niyetim Rimel’i
beklerken iki işi birden aradan çıkarmak. Tane tane, çocuğa anlatır gibi
açıkladım temel kuralları Şükrücük’e. Bu sefer sanki daha uzun sürdü. Bir
aksilik olmasından şüphelenmeye başlamıştım ki hanım kızımız kaybolduğu yerde
ortaya çıktı.
“Uzun sürdü geri dönmen, başına bir
şey gelmedi değil mi?”
Kızın saf ve
içten gülümsemesine bakarken, yalandan da olsa ilgiliymiş gibi yapayım dedim.
“Yok Max abi, biçimsiz ışığı görünce
korkudan ağlamaya başladım. Şükür susana kadar beklediler beni. Geç kaldıysam
çok özür dilerim!”
Gel de buna
kız şimdi? Çok üstelemedim fakat merak ettiğim şey olan kişisel bilgilerini
söylemesini istedim.
İsim: Rimel
Unvanı: Günahkâr
Seviye: 1
Hayat Puanı: 10
Büyü Puanı: 10
Enerji:10
Atak: 10
Savunma: 10
Güç:1
Dayanıklılık: 1
Çeviklik: 1
Bilgelik: 1
Yetenek: Yok
Meslek: Yok
“Güzel, ilk öldürmesini yapan herkesin
eşit şartlarda başladığını anlamış olduk bu sayede.”
Ben, Şükrücük
ve Rimel aynı değerlere sahibiz. Daha başka kanıta gerek olmadan temel
istatistiklerin bunlar olduğunu söyleyebilirim.
“Çok bekleme elindeki kitabı aç. Senin
gibi bir inek öğrenci için zor olmasa gerek!”
Sözlerime
cevap gelmedi ama aşağı sarkan alt dudağından, kızın bu lakaptan hiç
hoşlanmadığı belli oluyor. Yetenek kitabının ismine bakmadım, ne de olsa ilginç
bir şey çıkacağını adım gibi biliyorum.
Rimel’ in kitabın
kapağını açmasının üstünden on saniye geçti ve kendine geldiğinde kesik kesik
nefes alıyordu.
“Söyle bakalım ufaklık senin yeteneğin
ne? Bana gördüğün her şeyi anlat!”
“Tamam Max abi, söylüyorum!”
Arındırma
– Düzey 1
– Düşmüşlerin etkisi altındaki günahkârlardan
bir kötü etkiyi siler. Hedef sonraki on saniye boyunca tüm kontrol etkilerine
karşı bağışıklık kazanır.
– Kullanıcıdan daha yüksek seviyedeki
Düşmüşler karşısında, her seviyede başarı şansı %10 düşer.
– Düzey iki gereksinimi –10.000
başarılı arındırma yapmak.
Heyecandan al
al olmuş yanakları büyük gülümsemesi nedeniyle birbirinden uzaklaşırken, genç
kız yeni yeteneğinin özelliklerini tek tek anlattı. Bu işe sevinen bir tek o
değil, duyduklarımdan sonra kendimi Bağcılar bölgesine atıp çılgınlar gibi
oynamamak için zor tutuyorum.
“Bu gerçekten çok yararlı bir yetenek!
Bölgeye bağışıklığı olan kişinin dışında birimizin daha saldırı yapabilmesini
sağlayacak!”
Şükrücük
neler döndüğünü anlamasa da benim sözlerimden sonra işlerini iyi gittiğini
çözebildi. Dört bölge vardı bulunduğumuz köyde ve biz üçüne bağışıklığı bulunan
kişiler olarak bir aradaydık.
“Şimdi, Şükrücük sana parti daveti
yolluyorum, kabul ediyor musun?
Bunu uzun
zamandır düşünüyorum. Henüz parti menüsü çıkmadı, bu nedenle nasıl olacağını
bilmesem de bu şekilde denemeye karar verdim.
“Max kardeş, önümde bir yazı ve iki
seçenek çıktı. Ne yapacağım şimdi ben?”
“Sakin abi, oku bana yazanları!”
Tecrübelerime
dayanarak yaptığım çıkarım doğruydu. Sanırım bizim hırçın kafacının önünde
belirenler parti davetiydi
“Max adlı günahkâr sizi partiye
katılmaya davet etti!”
“Evet / Hayır”
“Evet de abi !”
İstek
Şükrücük’e ulaştı, sadece kabul etmesi gerekiyor. “Evet!” Cevapla beraber
önüme yeni bir menü açıldı. Parti ayarlarını yapacağım yer burası. Seçeneklerin
Cehennem nedeniyle tamamen insanın içindeki şeytanı uyandırmasına dikkat
edilmiş sanki.
Ganimet Paylaşımı
Rastgele / Lider
Tecrübe Paylaşımı
Ortak / Zarar Orantılı
Günahkârı Partiden At
Partiyi Dağıt
Sade ama
liderin kafasını karıştırıcı bir menü! Neyse ki burada ben varım; ganimeti
lider, tecrübeyi ortak yaparak yola devam ediyorum.
“Haydi, bu köydeki son üyemizi almaya
gidelim!”
Hımbılın bizi
bıraktığım yerde beklediğine eminim ama ekip arkadaşlarım bu konuda
tereddütlüler.
“Kim bu arkadaş Max?”
“Bizim gibi biri. Onun da bir bölgeye
karşı bağışıklığı var!”
Şükrücük
biraz temkinli bir tip sanırım; doğruya, bu yüzden ilk önce benimle bile gerilmedi
mi?
“Dört bölge bulunuyor etrafımızda ve
bizim gibi son günahıyla Cehennemin Birinci Katına düşen toplam dört kişi var.
Birlik olarak ilk önce etraftaki Düşmüşleri öldürmeliyiz, daha sonra buradan
başka yerleri keşfe çıkmamız gerekecek gibi!”
Düşüncelerim
bunlar; önce çekirdek ekibi oluşturup seviye kasacağız, daha sonra etraftaki
moblarla işimiz bitince yeni yerlere açılacağız ama unuttuğum bir şey var.
“Rimel, kitap ve para dışında bir şey
daha aldın sen yerden, nedir o?"
Doğru ya,
gitti geldi parti kurmaydı derken tamamen aklımdan çıkmış. Umarım işe yarar bir
şey düşmüştür.
“Bunu mu diyorsun abi, kullanılacak
bir şey mi ki bu?
Genç kız
cümlesi biter bitmez bir çığlık patlattı. Canım cicim ne oluyor demeye bile
kalmadan yine ağlarken buldum onu.
“Kızım yine ne oldu? Koyuverme kendini
sürekli!”
Şükrücük de
şaşkın, ikimiz beraber duygu selinin bitmesini bekledik.
“Max abi, bu sopanın adı Sihirli
Değnek imiş!”
Nihayet
kendine geldiğinde bize elindeki düz, biraz da biçimsiz tahta nesnenin adını
söyledi. Ağlak ve korkaktı bu kız ama görünen o ki şansı iyiydi.
“Abicim, bana elindekinin
özelliklerini söyler misin? Sonra da değerlerine baksana, değişen bir şey var
mı?”
Bildiğin
silah düşürdü ilk mobta. Tek isteğim bu balının tüm partiye sirayet etmesi.
Sihirli Değnek
Seviye- 0
Atak Gücü: +1
Büyü Puanı: +1
Başlangıç
köyünden düşen bir eşya olarak gayet iyi özellikleri var. Şu anki duruma
bakarsak, kızın en önemli değerlerinde yüzde onluk artış sağlıyor.
“Max
abi, Atak ve Büyü Puanı yazan yerler 11 olmuş. Kalan kısımlarda bir değişiklik
yok!”
Gözünün
önünde beliren ekrandan bilgileri inceleyen Rimel, bir yandan da soruma cevap
veriyor.
“Ayyyyy! Yetenek kısmında Arındırma
yazıyor. Çok mutlu oldum, çok!”
Genç kız bir
yandan garip el kol hareketleriyle dans etmeye çalışıyor, diğer yandan hafifçe
sulanan gözlerini siliyor. Alarm verildi, bir posta daha ağlama çekemem. Hemen
muhabbeti değiştirmem lazım.
“Haydi,
gidip diğer arkadaşımızı bulalım!”
Ortamın
havasını değiştirip Nalburiye bölgeye yürümemizi sağladım. Her şey huzurlu ve
kolay olacak derken, şom ağzımın kurbanı mı olacağım yine?
Aniden, sanki
ipleri kesilmiş kuklalar gibi yere düşmeye başladı etrafımızdaki insanlar. Birkaç
saniye sonra yok olmaya başladıklarında, neler döndüğünü anlıyorum.
Verilen
mühlet doluyor, bir günlük süreden sonra cezalarını çekmek için yola koyuluyorlar.
Olay sonrası adımlarım daha da hızlandı çünkü büyük ihtimalle bizim Toraman da
bu grubun içinde yer alıyor.
Onu bıraktığım
yere vardığımda kimseyi göremiyorum. Ne bir iz, ne de kokusunu bırakmış
ardında.
Bir an dizlerimden dermanın gittiğini hissettim, daha fazla bu kötü dünyaya
karşı ayakta duramazdım. Düştüm, evet düştüm.
Belki sadece
dizlerimin üstünde duruyor olsam da içeride, daha derin bir yerde hala
düşüyorum. Ardımda kalan birini kaybetmenin bana bu kadar acı vereceğini
bilseydim ona sarılırdım, bir adım dahi benden ayrılmasına izin vermezdim.
Tabii ki bu
kadar üzülmedim, yoksa siz az önce dalgasına düşündüklerimi gerçek mi sandınız?
Hımbıl teneke
sözümü dinleseydi şimdi yanımızda dolanıyor olurdu hatta beni biraz daha uğraştırsa
onun yerine acı çeken şu zavallı kızcağız olacaktı. Oh olsun, sekiz saatlik
yoğun bakım umarım onun aklını başına getirir. Yoksa başımızın çaresine bakmak
için başka yol aramamız gerekecek.
“Vay, kimler gelmiş! Benim can
kardeşim gelmiş!”
Kendimi
trollediğim sırada uzaktan gelen bir ses yankılandı. Toraman üzerime doğru koşuyor.
Paçayı kurtarmış ama nasıl? Deli dana koşu stiliyle yanımıza geldiği gibi, ilk
bu konuyu sordum.
“Valla sana inanmıyordum, ama içimden
de bir ses ‘ya doğru söylüyorsa’ deyip duruyordu. Bende ne olur ne
olmaz dedim ve kalkanın dibine kadar gidip oturdum. Gözüme bir tanesini
kestirdim ve beklemeye başladım!”
El ve kol
hareketlerini katarak olayları anlatırken, hımbıllar şahı adeta o anları
yeniden yaşıyor.
“Pat diye bir ses geldi ardımdan. Bir
döndüm insanlar kesilmiş ağaç gibi devriliyorlar. O an dedim ‘olum koş’.
Önceden bellediğim Tinerci’ ye bir kodum eleman mort. Bu yok olurken yerine
birkaç para ve bu kitap çıktı ortaya!”
Biraz geç mi
geldi Cehennem’e yoksa ucu ucuna mı vurdu moba çözemedim ama sonuç olarak günü
kurtarmış Toraman. Akabinde bayıldığını, biçimsiz ışığın sözlerini ve geri
gelişini anlattı bize.
“Şimdi, inanıyor musun bana?”
Soruyu
sorarken öyle bir tonladım ki, “ya ne oldu artist” der gibiyim.
“Nasıl inanmam abicim? Ne dediysen
aynen oldu. Şu saatten sonra beni senden ayırabilecek bir delikanlı
tanımıyorum!”
Toraman gaza
geldi. Benimse merak ettiğim şey, aldım dediği ama şu an ellerinde göremediğim
kitaptı.
“Toro, kitap aldım demiştin. Nerede,
bir göstersene?”
“Max abi, ben uyanır uyanmaz açtım
onu. İçinden bir yetenek çıktı.”
‘Hımbıla bak sen, şoklamayı yediği an
hemen hızlandırmış işleri. Tipinden de belli zaten tam şark kurnazı bu velet!’
İçimden
karakter analizini yaparken poker surat moduna geçtim. İfadesizce genç irisinin
yüzüne bakıyorum.
“O zaman söyle bakalım yeni yeteneğini!”
İsteğim onu
şaşırttı, nedendir bilinmez bir süre konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kalır
gibi oldu; bu sırada bakışlarımı değiştirdim, belki de bu ders yeterli
gelmemişti köy tavuğuna.
Sersemletme
– Düzey 1
– 1 saniye boyunca Düşmüşlerin hareketlerini
kısıtlamaya yarayan etki.
– Kullanıcıdan daha yüksek seviyedeki
Düşmüşler karşısında, her seviyede başarı şansı %30 düşer.
-Kullanıcıdan daha düşük seviyedeki
Düşmüşler karşısında, her seviyede etki süresi %50 artar
– Düzey iki gereksinimi –10.000
başarılı sersemletme yapmak.
Kontrol
yeteneği de geldiğine göre, gereken koşullar sağlanmış sayabilirim. Aynı
seviyede ki Düşmüşün defansını hiçe sayan saldırı yeteneğim, dünyadan bi haber
olsa da bir tankımız, şifacımız ve zor zamanlarda kaçmamızı sağlayacak
hımbılımız var.
“Çok güzel, planıma göre ilk önce
bağışıklığımız olan bölgelerde bireysel olarak bir seviye atlamaya çalışalım.
Rimel, sen sadece Arındırma yeteneğini kullansan yeter, saldırı gücün
olmadığından ölmeni istemeyiz.”
Rimel ile
konuştuktan sonra ona doğru döndüğümde, Şükrücük’ü boncuk boncuk terlerken
buldum. Olaya hâkim olamadığından, sürekli kazandığı yeteneğin kötü yanlarının
onu ölüme sürüklediği senaryoları düşünüyor.
“Abi gözünü seveyim sakin ol,
yeteneğini şimdilik kullanmaman en iyisi olur!”
Genç irisine
bir şey söylemeye gerek yok, ilk kanın tadını aldığı her halinden belli oluyor.
“Toro, sen işini bilirsin!”
Bir süre
köyün dört farklı ucunda olacağız. Yanlış düşünmediysem parti aracılığıyla
birbirimizle iletişim kurabiliyor olmalıyız.
“Rimel, parti daveti yolla!”
“Toraman, parti daveti yolla!”
İki kişi de
önlerinde beliren seçeneklerden ‘Evet’ şıkkını seçince, dört kişilik
ekibimiz resmen oluştu. Böyle birbirinden alakasız insanlardan kurulan partinin
neler yapabileceğini çok merak ediyorum doğrusu.
Yollarımızı
kısa süreli olarak ayırdıktan sonra bana ait olan Alkol Bölgesi’ne gelmemle
rengârenk bir kokteyl gibi her tarafta dolanan Düşmüşleri görmem bir oldu.
Etrafta pek insan yok, tek tük olanlarsa bir önceki turda ölüp sekiz saatlik
azabı çekenler ve moblara tırsmış bir halde kalkanın arkasından bakıyorlar.
“Hadi oğlum, bakanlar çekilsin.
Başbakan geldi!”
Bu espriyi
yapmasam olmaz. Benim yaş grubumda dahi Devekuşu Kabare’den haberi olmayan o
kadar çok kişi vardı ki? Eh işte, insan yaşarken neler kaçırdığının farkına
varamadığı için bu halde değil mi zaten?
Bilinçsizce
bir yerde toplanmış insanların arasından geçerek kalkanın diğer tarafına adım
attım. Bu hareketim sonrası mobların elinde can vermiş bazı günahkârlar alay
edercesine konuşmaya başladılar.
“Buna bir kere ölmek yetmemiş galiba!”
“Yürek yemiş gelmiş aslan parçası!”
Arkamı
döndüğümde, aşağılayıcı sözlerin sahiplerini katılarak gülerken buldum;
kızmadım, unutmamak üzere yüzlerini aklıma kazımakla meşgulüm.
“Sözümdür, ben burada olduğum müddetçe
bu kişilere bir bardak su verene yardım etmeyeceğim!”
“Kötülük puanı alındı +5!”
Yaptığım
gider sanırım sistemin sadece hoşuna gitmedi. Bir anda dayayıverdi bana kötülük
puanlarını.
“Yürü, taş arabası! Git bir daha öl de
Cehennemin İkinci Katına yollasınlar seni!”
Benimle kafa
kıranlar yaklaşık otuz kişilik bir grup. İçlerinden tek omuzu düşük, bitirim
takılan birinin sözleri kulaklarımda çınlıyordu şu an.
“Evladım, bakma bu itlere! Sana
söylemediler mi öldükten sonra?”
Saçları
ağırmış beli hafif bükük bir amca elimden tutup beni kalkanın içine çekerken,
kimse duymasın diye sesini kısarak konuştu.
“Ne dediler size Amca?”
Kafasının
üstünde Manşet yazan bu kişi, sorum sonrası tek kaşını kaldırıp biraz keyfi
kaçmış şekilde yüzüme bakakaldı.
“Numara yapma çocuğum! Aynı gün içinde
iki kere ölürsek, Cehennemin İkinci Katına gönderileceğimiz hepimize söylenmedi
mi?"
Bedava
bilgiyi alınca gözüm parladı. Kesinlikle hayır diyemeyeceğim bu ikram bünyeme
doping etkisi yapmakla kalmadı, enerjimi ikiye katladı.
“Arkadaş ekle, Manşet!”
Dayıya
arkadaşlık isteği yollamamla korkudan sıçraması bir oldu. Daha bilgilerine
erişmiş olmasa da benim davetim ona ulaşıyor belli ki.
“Evet, yazanı seç amca. Geçip bir
yerde soluklanabilirsin artık zira bundan sonra köyün civarındaki Düşmüşler
tarafından öldürülmeyeceksin!”
Nasıl bir
manyağa denk geldik bakışları ile beni tepeden tırnağa süzen adam, kalkanın
dışına çıkmama rağmen bıraktığım yerden beni izlemeye devam etti.
“Melek, ah Melek, yaktın beni! Sevdan
ile çöllere mi düşeyim zalimin kızı?”
Ayyaş lvl
1 etki alanına girdiğim için bana doğru yönelirken, yakaladığı zaman
canımı alana kadar esir edeceği muhabbetin temellerini atmaya başlıyor. Yeteneğimi
test etmenin tam sırası, arkamdan gelen bin bir çeşit söze aldırmadan
Durdurulamaz Yumruğu aktif ettim.
Yumruğumun
alev almışçasına bir ısı ile kavrulması sonrası belki de ilk defa büyük bir
gücü elimde tuttuğum hissine kapıldım.
Kolum bedenimin yanına çekildi, yumruk
haldeki elimin ayası yukarı bakıyor.
Bir yerden
çok tanıdık gelen bu duruşu ancak yumruğu atınca çözebildim. Ayyaş lvl
1 tam bana sarılmak üzereydi ki önde duran sol kolumu geri çekerek sağ
yumruğumu çenesine yerleştirdim.
Durdurulamayan Yumruk Başarılı Oldu
-Düzey 1 (1/10.000)
Hatırlatma Seçenekleri
Her başarılı vuruş / 100 ve
katları
Düşmüş
tarumar oldu, az daha yüklensem içinden geçecekmişim gibi bir his oluştu.
Bildirimde geldiğine göre, gerçekten bu yetenek artık benim diyebilirim. Tabii
ki 100 ve katlarını seçtim. Her yumruktan sonra bu iletiyi dinlemek isteyecek
kadar megaloman değilim henüz.
Yalnız,
yumruk gerçekten hakikatli çıktı. Yanılmıyorsam bu vuruşun temel bir karate yumruk
formu olması lazım. Uzun süre düşünecek vaktim olmayacak, ufaladığım Düşmüşün
eşi koşarak üstüme geliyor.
Bam!
Onu da tekledikten
sonra iki mobtan düşenleri toplamaya başladım.
İşte burası biraz hayal
kırıklığı yaşattı. Bu bölgedeki ilk avımdan sonra yetenek kitabı almıştım,
oysaki şimdi önümde duran birkaç bakır sikke hiç ilgimi çekmiyorlar.
Ben yine ne
olur ne olmaz diye alıp cebime attım tabii ki paraları. En nihayetinde israf
büyük bir günah değil miydi? Hızlıca kalkanın içine geri döndüm. Bir kenara
geçip otururken, az önce kıçını yırtan tiplerin korku içindeki bakışlarını
üzerimde hissedebiliyorum.
“Şu bilgilerimize bir bakalım!”
İsim: Max
Unvanı: Günahkâr
Seviye: 1
Hayat Puanı: 10
Büyü Puanı: 10
Enerji: 6
Atak: 10
Savunma: 10
Güç:1
Dayanıklılık: 1
Çeviklik: 1
Bilgelik: 1
Yetenek: Durdurulamayan Yumruk
Meslek: Yok
İyilik Puanı: 15
Kötülük Puanı: 15
İki yeni
başlık eklenmiş listeye ancak burada bir konu tuhafıma gitti. Arkadaş, dayıya
ileride yardım edeceğimi söylediğim zaman İyilik Puanı yazılmadı ama hırboları
tehdit edince hemen dayadı sistem Kötülük Puanlarını.
Enerjim de
azalmış bu arada. İki yumruk atınca 4 puan düştüğüne göre demek ki beş vuruş
yaptıktan sonra bir süre için dinlenmem gerekecek.
“Max yeğenim, sen neymişsin be! Nasıl
öldürebiliyorsun bunları, bana da anlatsana?”
Az önce beni
kenara çeken amca ceylan gibi sekerek yanıma geliyor. Diğerleri gibi o da iki Düşmüşü
indirmeme şahit olmuş belli ki.
“Bey amca sana söylemek isterdim ama
bilsen bile senin yapabileceğin bir şey değil. Sözüm olsun ekibimle buluşunca
sana bir Düşmüş kestireceğim.”
Adamın
kafasının üstünde kocaman Manşet yazıyor, hangi akla hizmet ona bölgeye
bağışıklığım olduğunu söyleyebilirim. Onunla ilgileniyorum ama aslında
enerjimin hangi hızla dolduğunu kontrol ediyorum; kısa sürede almak istediğim
sonucu aldım, her 10 saniyede 1 enerji dolumu yapabildiğimi keşfettim.
Az önce
ihtiyara, yeni başlayan günde ona bir Düşmüş kestireceğimin sözünü verdiğimde
kendimden çok emindim; yalan da sayılmazdı, dört kişi birleştiğimizde bunu
yapmak çok kolay olurdu. Buradaki tek sıkıntı bir günün geçip geçmediğini
kestirmek, tepemizdeki güneş yakıp kavurmasa da tüm gün boyunca ışıklarını hiç
geri çekmeden olduğu yerde duruyor.
Bir deneme
daha yapmanın tam sırasıdır,
“Sistem saati göster!”
İçimden bu
cümleyi geçirdiğimde gözümün önüne dijital formatta bir saat geldi. 00:15:48
olarak gördüğüm bu rakamlar artık yeni güne ne kadar kaldığını bana
söyleyecekti.
“Görüşümün sağ üstüne sabitle!”
Kabak gibi
önümde tutacak halim yok bunları, eski alışkanlığımdan dolayı ekranın sağ
üstüne aldım saati. Enerji kontrolü yapmam da kolaylaştı, beş vuruş yaptıktan
sonra yüz saniye dinlensem yeterli olacak.
Aklımdaki
sorular tek tek çözülüyor, yeni gelen sıkıntılara yer açılsın diye mi böyle yoksa
bir ilerleme kaydedebildim mi inanın pek umurumda değildi. Ben Cehenneme düşmüş
biriyim, bundan büyük dert olmayacağına göre kopup gelsin alayı üstüme şu
saatten sonra.
“Millet, ne âlemdesiniz?”
Yalnız
konuşma sistemi çok iyi düşünülmüş, kiminle konuşmak istiyorsak ses sadece o
kişilere gidiyor.
“Max abi, ben yeteneğimi kullandıktan
sonra bilgilerimde Enerji yazan kısım Büyüsel Enerji olarak değişti!”
Konuşan
Rimel, kullandığı yetenek büyü temelli olduğu için sanırım enerjisinin türü
başkalaşım yaşadı.
“Çok önemli değil o, her yetenekte kaç
puan düşüyor enerjin!”
“4”
Beklentim
seviye bir yeteneklerin hepsinin enerji sarfiyatının aynı olmasıydı ama daha
ilk adımda tökezleyip düştüm.
“Peki, geri kazanma hızı
ne kadar Rimel?”
“Her 20 saniyede 1
enerji!”
İki katı
harcama ve iki katı yavaşlıkta dolum hızı, ikimizin yetenekleri arasında büyük
bir özellik farkı olduğu açık.
“Max, ağa benimkiler de aynı Rimel’ in
yeteneğindeki gibi hatta Enerji yerine bende de Büyüsel Enerji yazıyor!”
Anlaşılan
büyüye karşı bir takıntı Cehennem’ de de devam ediyor, yeteneği büyü kökenli
olan kişilerin işi diğerlerine göre daha zor.
“Sizin yetenekleriniz yüzünden olmuş
olması lazım. Toraman kaç Düşmüş öldürdün!”
“Ağabey, bu yetenek çok enerji yiyor o
nedenle pek öldüremedim. İki yetenekten sonra ancak beş tane indirebildim. Bir
anda elim ayağım ağırlaştı, güçlükle hareket etmeye başlayınca kendimi kalkanın
içine zor attım!”
“Aman diyorum, enerjinizi sürekli
kontrol altında tutun! Yoksa bittiği an bağışıklığımız olsa bile harcarlar
bizi!”
Dediklerim
doğru, özel yeteneğimiz sadece etkilere karşı koruyor ancak alacağımız fiziksel
darbelere karşı herkes kadar savunmasızız.
“Arkadaşlar, sakın size vurmalarına
izin vermeyin!”
Soluk soluğa
konuşan biri sohbete katıldığında, hepimiz onun Şükrücük olduğunu anladık.
“Hayırdır abi, neler oluyor orada?”
Adamın ses
tonu hiç hoş değil. Başına işimizi bozacak kötü bir şeyin gelmiş olabileceğinden
dolayı ben de endişeleniyorum.
“Max, söylediklerin doğru. Bunları
öldürürken gaza gelip içlere doğru gitmişim bir de baktım üçü etrafımı sarmış.
Kafayı çakıp aralarından çıkana kadar hepsi bana birer kere vurdular, kalkanın
içine kaçarken gözümün önünde bir uyarı belirdi! Kalan Hayat Puanınız 1 e düştü diyordu valla.
Arkama dahi bakmadan geri kaçtım!”
Hırçın kafacı
eniştesini gördü sanırım yine mobların arasında; tank dediğin sakin olur,
durumu ölçer biçer ama bize düşene bakar mısınız?
“Şimdi herkes ilk plana sadık kalarak
ilerliyor. Acelemiz yok, yavaş ve tehlikesiz şekilde ilerliyoruz! Dediklerimi
tekrarlayın ‘Sistem, enerji barını sol üst köşeye yerleştir!”
Sağ üstteki
saatin tam karşısına tam dolu turuncu bir bar işareti geldi. Bu yönünü de sevdim
aslında sistemin, kendi ihtiyaçlarım için görüşümü özelleştirebiliyorum.
“Vay, enerjimi kontrol edebileceğim
bir gösterge çıktı!”
“Max kardeş, bunu can için de
yapabilir miyiz?”
Toraman bir
hayret ünlemi ile konuşurken, diğer taraftan Şükrücük başına gelenler sonrası
epey korkmuştu belli ki.
“Evet, abi aynı şekilde istersen
gelecektir; ben saati sağ üst köşeye aldım mesela!”
“Max abi bunu söylediğin iyi oldu! Ben
vakit bitmeden birini öldüremem diye çok korkuyorum.”
Rimel’e
sadece yeteneğini kullanmasını tembihlediğimden, kızın bu şekilde hissetmesi
gayet normal.
“O zaman şöyle yapalım; saat on ikiyi
gösterdiğinde buluşup durum değerlendirmesi yapıyoruz. Şu an hem savaşıp hem
konuşacak kadar iyi bilmiyoruz buraları.”
Grup
konuşması bitince hesap kitap vakti başladı. Basit bir matematikten sonra bir
seferde en çok sekiz Düşmüş öldürebileceğimi buldum. Tekrar dolum süresini de
işin içine katınca, mobları teklememe rağmen her tur yaklaşık iki dakika
sürecek.
Oynadığım tüm
MMORPG ler de ilk seviyeler bir iki öldürmeden sonra geçilirdi ancak Toraman en
az yedi tane Düşmüş öldürmesine rağmen henüz bir gelişme olmadı.
Sanırım
burasının Cehennem olduğunu unutuyorum bazen, ceza çekmeye gelmiş olan bizlere
bu kadara da kolaylık sağlanmaz değil mi?
Kafamdaki
düşünceleri bir kavanoza sıkıştırıp kapağını sıkıca kapattım. Tek yapmam
gereken kalkanın dışına çıkarak seviye alana kadar Düşmüş kesmek. Bir şeye
karar verdiğim zaman kolay kolay peşini bırakmam, Alkol Bölgesi sınırlarında
yumruk şov yaparak dolaşıyorum.
Atalarımızın
sözleri bize okulda öğretildiğinde, çocukluğun verdiği hınzırlıktan mı dersiniz
yoksa o an gerçekte karşılığını görememekten mi bilinmez ciddiye almayız ama
son üç saattir bir tanesinin ne kadar doğru olduğunu acı bir biçimde anlıyorum.
Evdeki hesap çarşıya
hiç uymadı. İki dakikada sekiz mob öldüreceğimi düşünürken koca üç saatte ancak
dört yüz elli tane indirebildim.
Evet, dört yüz elli, yanlış duymadınız, 1.
Seviyeden 2. Seviyeye geçmek için bu kadar mob kestim lakin henüz bir gelişme olmadı.
Ben sadece
enerjiyi hesap ederken, aldığım darbelerin düşürdüğü Hayat Puanı’ mı hiç
düşünmediğimi gördüm.
Düşmüşlerin etrafımı çevirmeye çalışmalarından kaçmam ve
grup halindeki mobları ayırmak için verdiğim çabalarda cabasıydı.
Partiyi
oluşturduğum zaman içime dolan sevinç ve azim, ağzındaki düğümü çözülen balonun
havasını boşaltması gibi hızla uzaklaşıyor. İçimden bir ses durmaksızın beni
taciz ediyor.
‘Dön geri yat
kalkanın içinde, ne zorun var her gün bir tane öldürürsün olur biter!”
Zor bir
uğraşın içinde çabalarken rahatlığın o cezbedici melodileri bedenimin içinde
tınlıyor, onlara kulak verirsem sonsuza kadar rahat bir şekilde burada dinlenebilirim.
Düz mantıkla
incelendiği zaman reddedilmeyecek bir teklif. Her gün acı çekmemek için direnen
insanların arasında, adeta dokunulmaz bir konumum olacak. Kalkanın içine geri
döndüğümde yaklaşık bir saati bu fikri düşünmekle geçirdim.
Sonunda bir karara
vardığımda birçok konuda aydınlanma yaşamıştım.
Yaratıcı ne
istiyordu? Bizi buraya göndermekteki amacı ne olabilirdi? Artık herkes gibi ben
de emindim ki bir dünya yaratıp yıkmak onun için iş değildi. Bizim gibi birkaç
milyar fani ile uğraşmasının ona bir kazanç getirmeyeceği açık iken, bu kadar
zahmetin sebebi neydi? Ne olursa olsun bize bir fırsat sunuldu. Düştüğümüz bu
durumdan kurtulmamız için açılan kapının önünde nasıl olur da
pinekleyebilirdim?
“Değil beş yüz mob beş yüz bin tane de
olsa, bu işi bitirene kadar kesmeye devam edeceğim!”
Azmimi en
yüksek seviyeye çektikten sonra hırsla daldım yine Düşmüşlerin arasına,
değerlerime dikkat ederek öldürme sayımı hızla arttırıyorum. Herhangi bir
aksilik halinde sekiz saatlik azap kollarını açmış beni bekliyor.
Avlanmaya
başladıktan sonra bir şeyin daha farkına varmamla bu cezanın asıl amacını da çözebildim.
Alt tarafı 1 seviye atlamak adına beş yüzden fazla Düşmüş indirdim ve bu dört
saatin üstünde bir vakit harcamama sebep oldu.
Şu an belki
dehşetini yaşamadığım için olsa gerek, azaptan çok kaybedeceğim sekiz saatin
korkusu daha fazla. Bu nedenle saat başı parti arkadaşlarımı kontrol etmeye
başladım. Yetenek geliştirme ve Düşmüş kesme hızlarını öğrenerek, ilerideki
planlarımız ile alakalı fikirler bulmaya çalışıyorum.
Birbirimizden
ayrı olarak avlanmaya başlamamızın üzerinden beş saat geçti. Sonuçlara
bakılınca işimin çok zor olacağını görüyorum.
Rimel, komutum üzerine sadece
yeteneğini kullanıyor. İki yüz otuz defa Arındırma yapmış geçen sürede ancak ne
yazık ki hiç Düşmüş öldürmesi yok. Ona yönelik aldığım en ilginç bilgi, İyilik
Puanlarının 100’e ulaştığını öğrenmem oluyor.
Baştan
düşünemesem de bulunduğu bölgedeki mobların birçoğu pasif ve yeteneğin etkisi
altında 10 saniye bağışıklığı olan kişilerden bazıları cesaret edip Düşmüş
öldürmeyi başarmış demek ki.
Hemen yetenek
kitabı düştü mü diye sordum? Son beş saat gösteriyordu ki bir yeteneğe sahip
olmak işleri epey kolaylaştırıyor. Ne yazık ki alacağım yanıt olumsuz oldu. İlk
öldürmede bir kitap sahibi olmak da bize tanınmış ayrıcalıklardan biri sanırım.
Toraman küçük
kıza göre biraz daha dengeli. İki yüz mob öldürüp iki yüz yirmi beş kere de
yetenek kullanmayı başarmış. Bana kalırsa bu sadece başlangıç için geçerli,
aynı bende olduğu gibi genç irisi de zaman geçtikçe skorlarını daha da yükseltmeyi
başaracak.
Toraman iyi
olsa da günün sürprizi beklenmeyen yerden gelip sağ kroşeyi çakıyor. Şükrücük
onu görmediğim anlarda terminatöre dönüşmüş. Yetenek kullanmadan sadece Düşmüş
öldürmeye odaklandığından dolayı, doku yüz mobun canına okuduğunun haberini
verdi bize.
Tamam, yedi
yüz seksen mob ve beş yüz kırk yetenek kullanımı ile verim açısından beni
geçebilen olmasa da adamın farm hızı bir tank için çok yüksek. İlk başta sevindirici
bir haber gibi görünüyor ama ilerisi için beni biraz tedirgin etmeye yetti.
Online oyunlarda
sınıfı tank olan ama partilerde yüksek hasar peşinde koşan birçok oyuncu vardı.
Asli işini aksatıp şov peşinde koşan bu tiplerle aram hiç iyi olmadı.
Seviye
atladığı an Şükrücük’ü Rimel’le takım yapmalı, kesim hızına aldanıp kafasında
başka fikirlerin oluşmasının önüne erkenden geçmeliyim. Planını yaptığım iş için
çok beklemem gerekmeyecek, yarım saat geçmedi ki kafalarımızın içinde bir ses
çınladı.
“Canlar, ben 2. Seviyeye yükseldim. Bininci
Düşmüşü kestiğim an metalik bir ses zihnimde duyuldu ve bana neler kazandığımı
söyledi!”
Şükrücük
hafiften heyecanlı bir ses tonuyla konuştuğunda ben dâhil hepimiz merak
içindeydik. Konuşmasını bölmemek için sustuk ama o da bizden bir hamle
beklercesine sessizliğe gömüldü.
“Abi anlat artık çatlatacaksın bizi! Neler
oldu söyle da!”
Toraman bu
gergin ortamda ilk öne çıkan kişi oldu. Bu anlar parti arkadaşlarımın davranış
biçimlerini öğrenmek için güzel bir fırsat oluyor.
“Değerlerimi arttırmak için kullanabileceğim
iki puan kazandım. Ayrıca Cehennemim Birinci Katında seviye atlamayı başaran
ilk on kişinin arasına girdiğim için bir zırh hediye edildi!”
Son
havadisleri duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Sistem seviye atlayan ilk on
kişiye ekipman yolluyordu.
“Abi zırhı aldın mı? Özellikleri
nasıl?”
Az önceye
kadar sakin duran ben, şimdi kıçımdan alev almışçasına acele ediyorum.
“Almadım Max kardeş, nereden alacağımı
bilemiyorum ki?”
Tahmin
etmeliydim bu durumu. İki seçenek var, ya posta ile gelecek nesne veyahut zırh
satan dükkândan teslim alınacak.
“Abi, ‘Posta Kutusunu
aç’ der misin?”
Şükrücük
bunları bilemediğinden ona bazı konularda yol göstermek zorundayım. Neyse ki
benim sözlerimi ikiletmeden dinlemeye başladı artık.
“Bir tablo geldi karşıma. En
üstünde ‘Tebrikler, hediyeniz mesajın içindedir’ yazıyor”
“Çok güzel, aç onu!”
Çabuk olmak
adına, kısa cümleler kurarak derdimi anlatmanın peşine düştüm.
“Açtım Max, mektup gibi bir sayfa
çıktı önüme. ‘Cehennemin Birinci Katında seviye atlamayı başaran sekizinci
günahkârsınız, Acıların Çocuğu zırhını hak ettiniz! Lan, Acıların Çocuğu ne lan?”
Şükrücük
verilen nesnenin ismini duyunca girdiği şoktan cinnet geçirerek çıkıyor. Onun
derdi Küçük Emrah’ı anımsatan bu isimken, ben ise ilk on içindeki sırasına takılıyorum.
“Ben Düşmüş kesmeye dönüyorum. Abi sen
zırhı al ve giy hemen!”
Kayınço
düşmanı sekizinci sıradaysa hala iki boşluk vardı hediye almak için, yetenek
kullanımını falan boş verip direkt kesmeye başladım alkolikleri. Ölme korkusu,
yerini etkinlikten faydalanma telaşına bıraktı. Enerjim bitince tam dolmasını
beklemeden ne kadar varsa o kadarıyla dalıyorum mobların içine.
Bin mobun
seviye atlamak için yeterli olduğunu öğrendiğimden beri beklentim yükseldi.
İki
yüz yirmi Düşmüş devirirsem ben de ilk ona girebilirim. Yetenek kullanımı için
gereken enerjiye ihtiyacım olmayınca, bir saat neredeyse dolmak üzereyken 2.
Seviyeye adımımı atıyordum.
“Tebrikler!”
Sistem mesajı
beynimde tınlarken heyecandan avuçlarımın içi terlemeye başladı. Yekten sadece
seviye yükseltmeye odaklanmadığımdan dolayı içten içe pişmanlık duysam da hala
bir umut güzel haberi bekliyorum.
“Değerlerinizi yükseltebileceğiniz 2
puan kazandınız!”
Duyduklarımdan
sonra nefes almadan bir on saniye bekledim, metalik sesin konuşmasına devam
etmesini umut ediyordum. Bir dakika geçtiğinde ise ümidimi kestim. Zihnimi
kemiren bir merakı tatmin etmek için ben konuştum bu sefer.
“Cehennemin Birinci Katı içerisinde,
ikinci seviyeye çıkanlar içindeki sıralamam kaç?”
Ödül kaçtı,
acı da olsa kabullenmek zorundayım; beni asıl rahatsız eden, ne kadar farkla
kaçırdığımı bilememek. Hesap sorar gibi sisteme çıkışıp olanları öğrenmek
istediğime bakmayın, içimden bir ses inşallah epey farkla kaçırmışımdır diyor.
Ne kadar ilginç
çalışıyor insan beyni? Daha on dakikaya kadar kendimi parçalıyordum ilk ona
girmek için ama kaybettiğimi öğrendiğim an başarının benden uzakta olmasını
dilemeye başladım.
“11!”
Düşünceler
içerisindeyken sıra numaram yavaşça gözümün önünde belirdi. İki yan yana durmuş
çizgi sayesinde hediyeyi kıl payı kaçırdığımı anlıyorum.
♫Kurşun
yedim eeeeyyyyyy, sol yanımdan, yaralandın mıııııı heyyyy cannnnn!♫
On bir ne
demek? Ödülü kıl payı ile kaçırıp en büyük kaybeden oluyorum. Şöyle sağlam bir
taş bulup kafamı vura vura hayat puanlarımı sıfırlamam işten bile değil.
Ah cehennem
ah, negatif duyguları ne kadar da yoğun yaşatıyorsun günahkârlara. Kafam bu
cümleyi kuracak kadar açılana kadar kendimi tokatladığımı saymazsak bu travmayı
fena atlatmadım.
Yaşananlara
iyi tarafından bakmak gerekirse, sadece ceza değil sistemin oyunculara çeşitli
hedeflerle mükâfat verdiğini öğrenmiş oldum. Kabul ediyorum, direkt Düşmüş
kesip ödül ekipmanı alamadığım için yüreğimde bir ince sızı var ama buna
takılıp yeni hedeflere koşmayı bırakamam.
“Şükrücük abi, zırhının özelliklerini
öğrendin mi? Bir de 2. Seviyeye ulaştım!”
İkinci
cümleyi söylerken dilim dönmemek için nasıl direndiyse, ne dediğimi ben bile
tam çıkaramadım. Sesimdeki hüznü anlamış olsalar gerek parti arkadaşlarım da
bunun üstüne bir soru sormadılar.
“Söyleyim Max, itiraf edeyim baştan
ismine kızdım ama giydikten sonra ölüm korkum kalmayınca epey sevdim bu zırhı”
Bu nasıl
keskin bir dönüştür ya rabbim? Şükrücük’ ün sözlerinden sonra ekipmana karşı
olan merakım iyice yükseldi.
“Dinliyoruz abi!”
Yalnız bu
adamın es vermeleri beni çileden çıkaracak bir gün, ne zaman bir şey anlatırken
dursa dürtüklemeden devam etmiyor.
Acıların Çocuğu Zırhı
Seviye – 0
Savunma Puanı: +5
Hayat Puanı: +5
Güç: +5
Dayanıklılık: +5
-Gelen Fiziksel Hasarın %20 si
Kullanıcının Hayat Puanına Eklenir.
-Kullanıcı, Parti İçindeki En Düşük
Hayat Puanına Sahip Günahkârın Aldığı Hasarın %50 sini Üstüne Alır.
Aman yetişin
komşular ben bayılıyorum; olsa olsa bir değeri aşırı yükselten bir şeydir diye
kendimi boşa avutmuşum. Zırha bakar mısınız Allah aşkına!
Gelip bana
sorsalar tank için düşük seviye bir zırh nasıl olmalı diye herhalde bundan
fazlası aklıma gelemezdi. Ne lazımsa ekipmanın içine boca etmişler sanki.
“Abi çok güzel olmuş bu hediye. Daha
sana top atsalar devrilmezsin uzun bir süre! Şimdi Rimel’ in yanına
gidebilirsin, beraber düşmüş keserseniz birlikte seviye atlayabilirsiniz!”
Sözlerim
bitince üç beş saniyelik bir sessizlik oldu. Sanırım yaptığım öneri birilerinin
hoşuna gitmedi.
“Max, önce burada bir seviye daha mı
atlasam!”
Şükrücük
dilinin altındakini çıkardığında korktuğum şeyin başıma geldiğini üzülerek de
olsa anladım. Ne olursa olsun geri adım atamazdım.
“Şükrücük abi, yaşın hepimizden büyük,
sen bizim abimiz sayılırsın, bazılarımızın babası yaşındasın!”
İlk aklıma
gelen düşünceleri sıraya dizerek girişi yaptım. Kazandığım bir iki saniye
içinde derin bir nefes çekerek, kendimi uzun bir bağlama seansı için hazır hale
getiriyorum.
“Biz ki kaderin sillesini yemiş biçare
günahkârlarız. Burada Cehennem’ in sürgün topraklarında, kum misali savrulmaya
mahkûm edilmişiz! Hasbelkader birbirimizi bulduk bu kahır günlerinde. Şimdi
sen, üç gence kol kanat germesi gereken kişi, sırtını bize mi dönüyorsun abi? Madem
böyle istedin, canın sağ olsun! Bir zamanlar bir abimiz vardı deriz, bu acıyı
da kalbimize gömeriz be!”
Konuşmamı “Da
da da damar Fm” diyerek bitirmemek için kendimi zor tuttum. Son kurşunumu
attığım anlarda kafamdan hınzırlık geçmesi ne kadar tuhaf. Neyse ki beklediğim
yanıt gecikmeden geldi. Hafiften bir burun çekme efektine titreyen seslerin
oluşturduğu kelimeler eşlik ediyor.
“Çok ayıp ettin Max! Siz abinizi böyle
mi tanıdınız?” ‘
Denek dozu
aldı doktor bey, operasyona başlayalım mı?’ Kafamda Şükrücük ameliyat
masasında yatarken, yanımdaki seksi hemşire bana bunları söylüyor. Ucuz bir
şarkının klip setine döndü beynim.
“Rimel kızım geliyorum yanına hemen!”
İşlem tamam!
Daha fazla arabeske bağlamadan ilişkileri normalleştirmeye başlayabilirim.
“Eyvallah abi, şimdi herkes benim
dediklerimi tekrarlasın! Tecrübe Puanı Barını görüşümün sağ üstüne sabitle!”
Benden sonra
hepsi bir ağızdan söylediler. Epey sevindirici bir haber benim için bu. Yaşanan
küçük olayın ardından söylediğimi yapmaları, partideki liderin ben olduğumun
kanıtladı. Aynı zamanda bir şeyi daha öğrendim.
“Max kardeş, herhangi bir değişiklik
olmadı!“
"Evet, Max abi benim de görüşüme gelen
bir çubuk yok!”
Konuşanlar
Rimel ve Toraman’dan başkası değil. Sağ üst köşeden bana göz kırpan Tecrübe
Barı’na bakarken, seviye atlamamış kişilere pek yüz vermiyor haspam diye
düşündüm.
“Sanırım seviyeniz yükselmediği için
siz de çıkmadı ama sorun değil, Rimel’ in yanına geçiyorum. Hızlıca herkesi
seviye 2 yapacağız.”
“Yaşasın!”
Rimel’ in
neşeli nidası parti sohbetinde çınladığında bu kararımdan ne kadar mutlu olduğu
ayan beyan ortaya çıktı. Ah zavallı küçük kız, bilmiyordu ki eğer o olmazsa
ileride biz hiçbir şey yapamaz hale geliriz.
“Toraman, yetenek kullanımını bırakıp
sadece Düşmüş öldürmeye başlayabilirsin!”
Tüm parti 2.
Seviyeye çıkmalıyız. Böylece beraber mob kesmeye çalışırken talihsiz bir
kazanın önüne geçme şansımız olabilir.
“Olamaz, böyle bir şey olamaz!”
Kafamda
birkaç düzine tilkikuyruklarını birbirlerine dolamadan koşuştururken, aşina
olduğum bir ses olduğum yerde zıplamamı sağladı. Üzerine titrediğim, partimizin
şifacısı olma kapasitesine sahip Rimel’di bağıran.
“Ne oldu? Sakın öldüm deme bana!”
Epey
panikledim. Bu sefer korkum zaman kaybı yaşamak değil, çekeceği azap sonucu
genç kızın psikolojisinin bozulmasından endişe ediyorum.
“Yok, ölmedim! Bir eşya daha düştü
galiba!”
“Ben de görüyorum, daha birkaç
tanesini öldürmüştüm ki parıl parıl bir şey belirdi!”
Saatlerdir
tek başımıza uğraşıyoruz ama ne beceri kitabı ne de eşya düşürebildik. Nasıl
olduysa, iki parti üyemiz yan yana geldikleri gibi hemen bir eşya kazandılar.
“Hemen alın biriniz, bakalım
partimizin ilk ganimeti neymiş?”
Aklıma parti ayarlarını
yaptığım zaman geldi. Eşya dağıtımını lider olarak seçtiğimi hatırlamamla derin
bir oh çekmem aynı an da oldu. Kendimi takdir ederken bir görüntü yavaşça gözümün
önünde belirmeye başladı. Önce bulanık olan eşyanın şekli an ve an daha da
netleşiyordu. Gri deriden yapılmış basit bir çarıktı bana bakan. Bu nedir
dememe kalmadı kafamın içinde sistemin anonsu çınladı.
Münzevi Çarığı
Seviye – 0
Hayat puanı: +1
Dayanıklılık: +1
-Kullanıcının Hızının %1 arttırır
Şükrücük ’ün
ödülü olan Acıların Çocuğu Zırhı sonrası yeni eşyanın özelliklerini görmek beni
hiç heyecanlandırmadı. İki ekipman arasında yerle ile gök kadar fark var.
“Bu ne ya? Düşe düşe bu dandik şey mi
düşmüş?”
Sanırım parti
içinde benimle aynı fikirde olan başkaları da bulunuyor. Düşen eşyanın sadece
lider değil herkesin incelemesine açıldığını da öğrenmiş oldum bu arada.
Toraman içinden
geçenleri aniden söyledi, bunun için kendisine ne kadar teşekkür etsem az.
“Bu eşya bana lazım değil. Şükrücük
‘ün zırhı var; aslında ikinizden birine vermeyi düşünüyordum ama sen
beğenmediğine göre bu çarıkları Rimel’e yolluyorum!”
Hız özelliği
nedeniyle destek karakterlerine verilmesi daha doğru olurdu düşen eşyanın. Partide
iki kişi vardı bu tanıma uyan Rimel ve Toraman. Daha ilk ganimette tartışma
çıkması çok sık rastlanan bir durum olduğu için hafiften gerildim ama sağ olsun
koca oğlan boşboğazlılığı ile işimi kolaylaştırdı.
Bu işi de
hallettiğime göre hızlıca iki parti arkadaşımın yanına geçmeliyim. Toro sadece
kesime odaklanınca epey hızlanacağından, biz Şükrücük’le bir olup narin
kızımızın seviyesini yükselteceğiz.
Sosyal Medya
bölgesine vardığımda, büyük bir kalabalığı kalkanın içinde birikmiş halde
buldum. Toplandıkları yerden, biçerdöver gibi Düşmüşlerin arasına dalan bir
kişiyi izliyorlardı. Sahne ışıklarının üstüne düştüğü kişi bizim Şükrücük’ den
başkası değildi. Arkasına aldığı Rimel ile beraber ne kadar mahlûkat varsa
indiriyorlardı.
“Heyt be, abilerin gülüne bak sen!”
İnsanların
şaşkın bakışları arasında onlara doğru ilerlediğimde bizimkiler geniş bir alanı
temizlemişlerdi. Yol üstünde mob olmadığı için kısa sürede yanlarına vardım.
“Abi zırhta şekilmiş hani, baksana
kabartma falan var üstünde!”
Bu sözlerim
orta yaşlı adamın yüzünün ekşimesine neden oldu. Ekipmanı detaylı inceleme
şansı yakaladığımda ben de yaptığım patavatsızlığı anladım. Bulunduğumuz köyü
saran kalkanın içi kara topraktan oluşan bir zemine sahip. Çıplak ayakla
basmamıza rağmen ne ayaklarımız yerden, ne yer ayaklarımızdan dolayı
kirlenmiyor.
Kalkanın dışıysa
apayrı bir konu! Sıcaktan çatlamış zemin damar damar olmuşken, en ufak rüzgârda
kalkan toz ve duman boğucu bir atmosfer oluşturuyor.
Buna rağmen Şükrücük’
ün üst gövdesini kaplayan metalik gri zırhı cayır cayır yanıyor.
Üstüne düşen
güneş ışıklarını etrafa yansıtırken, onu kudretli bir şövalye gibi gösteriyor.
Üzerinde daha
önceden gördüğüm gibi kabartmalar vardı ama şimdi iyice yakına gelince fark
ettim ki zırha işlenen figürler pek iç açıcı değiller. Göğüs kısmında, zırhın
ismini duyunca herkesin zihninde beliren karakterin bir siması göze çarpıyor. Öyle
böyle değil, bütün ön kısmını kaplıyordu ağlak suratının kabartması.
“Max, özellikleri çok güzel, valla
ismine takılmıyorum ama şu tip baksana! Yani ileride biri ‘Emrah
koş’ diye bir cümleye başlasa ben ne yapacağım!”
Adam haklıydı
yani, kim Türk Sinemasının en dramatize edilmiş karakterinin figürünü her daim
üstünde taşımak isterdi ki.
“Sen bunlara takılma abi, biz işimize
bakalım. Belli bir seviyeden sonra zırhı değiştireceksin zaten.”
İyice cambaza
döndüm. Herkesin nabzına göre şerbet vermekten inme inecek yakında üstüme. Bu
sorunu da çözdüm derken bambaşka bir vukuata başlayacağımı nereden bilebilirdim?
İki tane şekilsiz bizim Rimel’ in yanına yanaşmış bir şeyler geveliyorlar.
“Hop, hop, hayırdır?”
Şükrücük’ ün
açtığı boşluktan benim gibi ellerini kollarını sallayarak gelen tipler, seslenmem
sonrası kafalarını çevirerek bizi baştan aşağı süzdüler.
“Güzel dümen kurmuşsunuz! Kız bir
şeyler yapıyor siz donmadan öldürebiliyorsunuz bu tipleri!”
Kafasının üstünde Lüzumsuz yazan
bir tip konuştu. Nereden su bulup kafasına sürdüyse, saçları inek yalamış gibi
kafa derisine yapışmış oğlanın.
“Bundan sonra biz kullanacağız bunu! Haydi,
şimdi ikileyin bakayım!”
Enteresan
tiplinin sözü bitince, yarım adım arkasında duran çocuk devam etti. Koltuk
altında pişik çıkmış gibi kollarını dirsekten yukarı kırmış bu modelin de başının
üstünde Yancı yazıyordu.
‘İşte zamanı geldi! Online oyunların
vazgeçilmez elemanı olan it köpek tayfası da geldi sonunda!’ İçimden
söylenirken bir yandan nasıl yollayacağımı düşünüyorum bu tipleri. En güzel
çözüm Rimel’i yanımıza alarak biraz daha içlere doğru ilerlemek. Bir süre sonra
illa ki moblar yeniden doğacak ve bu olduğunda ise çapsız ikili kaçamadan
günlük azaplarına yollanacaklar.
“Ne diyorsunuz ulan siz? Kafanızı
gözünüzü kırmadan uzayın ulan!”
İşi
patırtısız gürültüsüz çözmenin peşinde olan ben, bazı konuları atladığımı
kulağımın dibinde çınlayan sesin hiddetini hissedince anladım.
“Kes lan Küçük Emrah, sen git ananın
peşine düş!”
Şükrücük
olaya müdahil olduğunda yalama saçlının yancısı gevşek gevşek konuştu. Sanırım
zurnanın son deliğine geldik, bundan gayri yüreğimin götürdüğü yere gitmeliyim. “Senin ecdadını….!” Beklediğim tepki
saniye gecikmeden geliyor. Hırçın delikanlı Şükrücük, yakasından kavradığı
yancıya kafayı gömüverdi.
Dönülmez
akşamın ufkundayız ve vakit çok geç. Sağ yumruğum bedenimin yanındaki
yerini aldı. Nefesimi vererek yayından fırlamış bir ok gibi savurdum vuruşumu.
Madem öyle işte böyle der gibi yeteneğimi kullandım.
Böylece
anladım ki aslında Düşmüşler epey dayanıklıydılar zira Lüzumsuz darbeyi
kafasına aldığında omuzlarının üstü boş kaldı.
Kafadan kopardım repliği can
bulup dile geliyordu. Yancının tüm yüzü içine girmişken abisinin kellesi çatlamış
toprakların üstünde lastik top gibi sekiyor.
Sanki bunu
bekliyormuş gibi bir esinti şiddetle bulunduğumuz yere vurunca, iki hayduttun
yok olmaya başlayan bedenlerinin külleri savrulup uçtular.
Kötülük Puanı Alındı: +5
İlk Günahkâr Öldürme Bonusu: +5
İyilik Puanı Alındı : +5
Parti Üyesini Koruma Bonusu : +5
Bildirimler
önümden hızla geçerken büyük bir iş yaptığımızı anladım. Bunları sadece ben
gördüm ama biraz sonra tüm köyün duyabileceği bir anons kulaklarda çınladı.
“Max ve Şükrücük adlı kişiler, diğer
günahkârları öldürerek Kaçak durumu kazandılar. Önümüzdeki 24 saat boyunca
Düşmüşler gibi avlanabilirler. Öldüren kişilerin azap sayacı sıfırlanacak ve
bir hafta azap cezası çekmeyeceklerdir!”
Duyduklarımız
sonrası partimizin tankı ile amaçsızca birbirimize bakıyoruz. Şükrücük yazısı
kırmızıya döndü eminim benim de ismim av olduğumu belirtir şekilde renk değiştiriyor.
“Abi burası çok tehlikeli! Gel
kalkanın içine girelim hemen!”
Etrafımız boş
ve bu şekilde bize saldırmak isteyen insanlara açık hedef oluyoruz. Tahminim
doğruysa kalkanın içindeki alanda bize saldırmazlar.
“Saldırın!”
“Bunlar bizi donduramaz! Hep beraber
öldürelim!”
“Ben bir daha o eziyeti çekmem, vurun
kahpelere!”
Halk anonstan
sonra galeyana geldi. Gözlerinde yarım ekmek tavuk döner gibiyiz, iki ısırıkta yiyiverecekler.
“Abi, hadi daha derinlere doğru
gidelim!”
“Rimel sana bir şey yapamazlar. Hemen
kalkanın içine koş!”
Kızı da peşimizden
sürüklemenin lüzumu yok, eğer öleceksek de kendi başımıza halletmeliyiz bu işi.
İnsanlar iyice yaklaştı ama Rimel hala olduğu yerde. Biz kaçmaya başlayınca
beklenmedik şekilde arkamızdan o da hızlandı.
“Kızım sen
içeri kaçsana, takip etme bizi!”
Şükrücük
babacan bir şekilde sesini yükseltince genç kızın gözleri bir anda doldu ve ağladı
ağlayacak şekilde konuşmaya başladı.
“Sizin bu
bölgeye bağışıklığınız yok! Ben olmazsam eninde sonunda ölürsünüz!”
Sözleri
bitince koyuverdi gözyaşlarını Rimel. Dediklerinde haklı, bunu biz de biliyoruz
ama Rimel’e bizimle gel demeye içimiz el vermediğinden söylemedik.
“Tamam, ağlama hemen! Hep beraber
gidiyoruz!”
Genç kızın
yüz ifadesi sağanak yağmurun ardından ortaya çıkan göz kamaştırıcı bir
gökkuşağı gibi oldu. Narin yüz hatları insanın içini ısıtırken, ışıl ışıl inci
gibi dişleri geceyi aydınlatan yıldızlar misali parlıyorlar.
“Yettim kardeşlerim! Açılın ulan
soysuzlar!”
Tam sırtımızı
döndük kaçıyorduk ki kalkanın dibinden bir haykırış ile olduğumuz yere
çivilendik. Bu çıkışın sahibini hepimiz çok iyi tanıyoruz, partimizin diğer
üyesi olan Toraman son sürat bize doğru yaklaşıyor.
“Çekilin lan önümden!”
Öyle böyle
gelmiyor genç irisi! Kürek gibi elini savura savura, etrafındaki insanları öldüre
öldüre geliyor.
“Toraman adlı
kişi diğer günahkârları öldürerek Kaçak durumu kazandı. Önümüzdeki 24 saat boyunca
Düşmüşler gibi avlanabilir. Öldüren kişilerin azap sayacı sıfırlanacak ve bir
hafta azap cezası çekmeyeceklerdir!”
İtiraf edeyim
bunu hiç beklemiyordum. Hımbılların şahı lakabını taktığım bu çocuk bize yardım
etmek için kendini yakıyordu. Aptala dönen günahkârlar ne olduğunu anlamak için
duraklamak zorunda kaldılar. Bu olduğunda koşmayı sürdüren Toraman yanımıza varmayı
başardı.
Nefes nefese
genç irisi belli ki anonsu duyduğu gibi fırlayıp buraya gelmiş. Bir iki
soluktan sonra kendini biraz toparlayınca, o dâhil diğer iki kişiyi
de ‘Şimdi ne yapacağız?’ der gibi yüzüme bakarken buldum.
“Olan oldu arkadaşlar, bugünü bizim
için bir dönüm noktası olarak görebiliriz. Herkes burada bir söz verecek; ne
olursa olsun, bu ekipten birinin başı derde girerse hepimiz onun yanında
savaşacağız!”
Toraman’ın
hiç beklemediğim hareketi sonrası biraz duygusallaştım. Şükrücük’ ün çıkışı,
Rimel’ in bizi bırakmaması ve en son genç irisinin yardıma koşması bana bu
kişileri hiç bırakmamam gerektiğini hissettiriyor.
“Bu saatten sonra alayına gider!”
Toraman fena
gazlanmış, hımbıl ve umursamaz tavırlarının altında bir canavarın yattığını
keşfetmek için uğraşmama gerek kalmadı.
“Ne olacaksa olsun, yansın ortalık!”
created with
WordPress Page Builder .