• Ana Sayfa
  • Altı Medeniyetin Dünyası
  • Cehennem Online
  • Mirasçı
  • Ana Sayfa
  • Altı Medeniyetin Dünyası
  • Cehennem Online
  • Mirasçı

 

Saat on sekiz. İstanbul’daki milyonlarca insan için en az bir saatlik ıstırabın başlama vakti. Nafız da adliyenin karşısında bulunan fotokopicide ki işinden, tam da bu kahır saatlerinde çıkıyordu. Koşarak metrobüs istasyonuna geldiğinde, saat çoktan on sekiz çeyrek olmuştu.
 
 Yaklaşık iki senedir bu hattı kullanan Nafız, Mecidiyeköy’den dolan metrobüslere Çağlayan’dan binmeyi, her gün gerçekleştirilmesi gereken zorlu bir görev olarak görmeye başlamıştı. Ön kapıda biriken kalabalığın arasına yıldırım gibi hızlandı. Kapının kapanmasından önce kendini içeri zar zor attığında, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. 

 Metrobüs duraktan ayrılırken, Nafız kulaklıklarını cebinden çıkarmak için çırpınıyordu. Sıkışık bir şekilde olsa da her zaman otobüsün önünde gitmekten zevk almıştı. Kocaman camdan yolu seyretmek, anlık sıkıntısını bir nebze olsun azaltıyordu. Halıcıoğlu’na doğru yokuş aşağı hareket ederken, şoför tarafında bir hareketlilik dikkatini çekti. Kulaklıklarını çıkarıp o yöne baktığında ilk duyduğu şey, orta yaşlarda iri kıyım bir erkek yolcunun soföre çıkışması oldu.   

”Hayvan mı taşıyorsun kardeşim? Şu frene adam gibi bas!’’  

 Göbeği direksiyona değdi değecek şekilde aracı kullanan şoför, sert bir tonda cevabını verdi. 

“Beğenmiyorsan taksiye bin hemşerim!’’ 

 Metrobüs şoförünün sözleri, tam bir klasikti. Nafız, iki sene boyunca buna benzer pek çok ağız dalaşı duymuştu. Olayın en fazla edilen birkaç küfürle kapanacağını zannederken, şoförün inlemesiyle işin rengi bir anda değişti. Yolcu, elindeki şemsiyeyle şoförün alnının çatına yapıştırınca, metrobüs darbeden çıkan sesle inledi. Kafasına şemsiyeyi yiyen şoförün gözü döndü. Fiziksel özelliklerini inkâr ederek, kabininden sıçrayıp yolcuya yumruk atmaya çalıştı. Normal zamanda hoş bir seyirlik olabilecek bu anlamsız olay, ertesi günün gazetelerine ”Köprü direğine çarpan metrobüste can pazarı” başlıklarıyla aktarıldı. 

 Şoförün yumruk sevdasına düşüp metrobüsü köprünün ayağına vurmasıyla Nafız, manzara seyretmekten keyif aldığı, dışarı bakarken çeşitli hayallere daldığı ön camdan uçarak çıktı. Yola düşmesinden önceki kısa zaman zarfında, ablasıyla beraber yetim ve öksüz kaldıklarını öğrendiği an, ablasının görücü usulü evlendirilmesi ve eşi olacak o hıyarın evinde yaşamak zorunda kaldığı yıllar, gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçti. 

 Çığlık çığlığa bağırmasına rağmen, asfaltı gördüğü son anda aklına şu soru düştü. ”Öldüğüm için üzülmeli miyim?” Gözlerini açtığında gri bir girdabın içinde, baş aşağı düşmekteydi. Kalbinin ağızından çıkmak üzere olduğu bu saniyede, kulağına metalik bir ses düştü.    

“Yeni simülasyon başlatılıyor, lütfen seçenekleri ayarlayınız!” “Bir dünya seçiniz!”    

Nereden geldiği belli olmayan yumuşak bir ses yanıt verdi;    

“Altı Medeniyetin Dünyası!”    

Cevaptan sonra metalik ses bir daha konuştu;   ‘

‘Medeniyet seçiniz!”    

Oldukça heyecanlı başka biri, ”Ben cevap vereceğim, buna ben cevap vereceğim” diye ortalığı velveleye verdi;    

“Ork olsun!”    

Metalik ses, sistematik olarak her cevaptan sonra bir soru yöneltmeye devam etti;    

“Cinsiyet belirleyiniz!”    

Tok erkek sesine sahip kişi cevap verdi;    

“Dişi!” 

“Fiziksel ve zihinsel kapasite seviyesi belirleyiniz!”    

Sesinde hınzırlık olduğu belli olan bir başkası, cevabı vermek için bekliyordu;    

“Bir önceki simülasyonun aynısı.”    

Yeni soru gelmeden önce, gülme sesleri girdabın içinde çınladı.    

“Hafıza silme işlemi gerçekleştirilsin mi?”    

”Hayır!”  

 Tek kelime, az önceki gülme seslerini bastıracak kadar yüksek sesli kahkahaların ortalığı inletmesini sağladı. Metalik ses ”Simülasyon başlıyor, son 5 saniye!’‘ dedikten sonra geri sayım başladı    

5!4!3!2!1!    

 Nafız, duyduğu bunca şeyin ardından gözlerini sıkı sıkıya kapatmış, korkudan titreyerek ağlıyordu. Geri sayımın bitimiyle beraber bir güç kafasından onu şiddetle çektiğindeyse, gözlerini açmak zorunda kalacaktı. İlk gördüğü şey, ağzının kenarlarından iki koca diş sarkmış, yeşil renkte bir yaratık oldu. Korkudan avaz avaz bağıran Nafız, su dolu bir varile baş aşağı sokulunca susmak zorunda kaldı. Varilin içine iki üç bat çıkar yapıldıktan sonra yerde yatan diğerlerinin yanına konuldu. 

 Bu kadar heyecana dayanamayıp bayılmak üzereydi, yanındaki bebeğe ancak gözünün ucuyla bakabildi ama bu bile ona yetti. Dehşete düşen Nafız’ın zihninden birkaç kelime hızlıca geçti ve yeniden bayıldı. “Bu nasıl bir çirkinlik böyle!” 

 Nafız gözlerini yavaş yavaş açarken, karşısında hep o çirkin suratı görüyordu. Bu döngü, yaklaşık beş gün boyunca devam etti, her seferinde ağzına bir kaç parça lapa sokulup tekrar uyutuluyordu. Altıncı günün sabahında, rüyalarına giren yüzün yerine kahverengi renkte deriden bir kubbe gördü. 

 Bu değişiklik onu şaşırtmıştı ama esas şoku yerinden doğrulduğunda yaşadı. Gözleriyle vücudunu kontrol ettiğinde, on yaşlarında bir çocuk kadar gelişmiş olduğunu keşfetti. Bakışlarını kubbeli yapının içinde gezdirirken, başka yeşil yaratıklar gördü. 

 Sakinleşip bir kenara çekildiğinde, çadırın deriden kapısı açıldı. Doğduğu gün gördüğü suratın sahibi, elinde bizon büyüklüğünde bir hayvanla beraber giriş yapıyordu. Bu kadının adını bir kez duyduğunu hatırladı. Asıksurat adlı kadının işi belli ki bu çadırdakilerle ilgilenmekti. İki metreye yakın boyu, vücut geliştiricileri kıskandıracak kadar iri kasları ile Asıksurat, elindeki hayvanı yere atıp söyle dedi.   

 ”Bu, kabilede yiyeceğiniz ilk ve tek bedava yemek olacak. Tadını çıkarın!” 

 Şoku atlatan çocuklar, yerde duran hayvanın üzerine adeta akın ettiler. Nafız, karnının guruldamaları artık kulağına kadar eriştiğinden dolayı, gördüğü sahne ne kadar iğrenç olsa da bir parça kapmak için ileri atıldı. Metrobüs tecrübelerimle bu iş benim için çocuk oyuncağı, aralara sızıp bir parça kaparım düşüncesi, karnına yediği tekmeyle beraber buhar olacaktı. 
 
 Karnı deli gibi acıyordu ve kalabalığa baktığında ilginç bir şey keşfetti. Kendisi hariç herkes, en az on yedi, on sekiz yaşlarında gösteriyordu. “Bir önceki simülasyonun aynısı’’  Bu cümle ve ardından gelen gülmeler zihninde yankılandı. Artık gülmelerin anlamını biliyordu, yavaş yavaş diğer şeyleri de hatırlamaya başladı. 

 Cinsiyet sorusu ve cevabı aklına düşünce, bir kez daha yıkıldı. Yeni hayatında dişi bir orktu, önceki yaşamının fiziksel özelliklerine sahip olacaktı ve en kötüsü de bilinci yerli yerinde duruyordu. Kalabalık hayvanı talan ederken, Nafız yerinden bir milim kıpırdamadan boş gözlerle deri tavana bakıyordu. Aç orklar hayvanı zombi sürüsü gibi kemirmiş, geriye sadece kemikler ve onların üzerinde bulunan ince et tabakası kalmıştı. 

 Nafız, yanında yatan başka bir orkun ayaklanmasıyla beraber daldığı hayal âleminden uyandı. Yerdeki kemiklere doğru yürüyen bu ork, çadırda bulunan her çocuktan en az bir kafa kadar daha uzun boya sahipti. Yerde kalan karkası kaldırıp Nafız’a doğru yürüdüğünde, Nafız’ın kalbi küt küt atmaya başladı. İki metreye yakın boyu, yetişkin bir erkeğin bilekleri kalınlığında dişleri, Asıksurat benzeri kaslarıyla bu ork insana korku salsa da, esas dehşet verici yanı bambaşka bir yeriydi. 

 Nafız, kendisine doğru yürüyen bu yaratığın ork standartlarına göre bile büyük olan kafa yapısını görünce, küçük dilini yutmamak için kendini zor tuttu. Kafasının büyüklüğü yüzünden yalpalayarak yürümek zorunda kalıyor, dengesini zar zor koruyabiliyordu. Yanına geldiğinde elinde bulunan kemikleri Nafız’ın önüne attı ve kalın sesiyle konuştu. 

 “Beraber yiyelim’’ 

 Bedeni yüzünden doğru düzgün yürüyemeyen bu kişinin hareketi sonrası Nafız’ın içinde bir sıcaklık oluştu. Kemiklerden birini eline alan Nafız, kalan etleri sıyırıp yalamaya başladı. Diğer orkların kalın dişleri ve koca çeneleri yüzünden sıyıramadığı bu etleri, Nafız haşlanmış mısır yer gibi temizliyordu. Et yağmasından istedikleri kadar alamayan bazı orklar, bu sahneyi kıskançlık içinde izlemekteydiler. 

 Dayanamayacak hale gelip Nafız’ın elinden yemeğini almak için ayağa kalkanlar olduysa da  geri oturmaları çok kısa bir süre sürdü. Asıksurat dâhil bütün çadır, gelişmemiş dişi orkun yanında ki koca kafalıyı izliyordu. Bu ork, eline aldığı kemikleri çubuk kraker yer gibi katır kutur mideye indirmekle meşguldü. 

 Ağzına kemik attığı her seferinde çıkan sesler çadırın içinde bulunanların sinirini zıplatsa da kimse korkudan sesini çıkaramıyordu. Yemek işi bitince Asıksurat çadırdan çıkıp, elindeki çaput benzeri deri parçalarla geri döndü.  

 ”Hepiniz bunları giyin. İsim töreni için şefin çadırına gideceksiniz!”   

 Deri parçalarını alan erkek orklar bunları bellerine sararken, dişiler göğüslerini de kapatma ihtiyacı duyduklarından, iki parça alıyorlardı. Giyinme işi bittiğinde, çadırın içinde bulunan orklar Asıksurat önderliğinde dışarı çıktılar. İlk bakışta, birbirinin benzeri birçok çadırın etrafta bulunduğunu keşfetti Nafız. 

 Toprak zeminli, ortadan bir direkle desteklenmiş bu yapılar, dışarıdan yarım daire şeklinde görünüyordu. Her biri alaca bulaca renklerde olan çadırların, çeşitli hayvan derilerinin birbirine eklenerek yapıldığını belliydi. Civarlarında çok sayıda ork dolaşıyordu. Sayıları o kadar fazlaydı ki, sayma gibi bir girişimde bulunamadı Nafız. 

 Yenidünyasını gördüğü bu ilk seferi, hayli ilginç geçmekteydi. Nafız’ın aklına çadırda yaşayan göçebe kabileler geldi, önceki hayatında bu konuda birkaç belgesel izlemişti. Şu anki durumun, izledikleriyle hiçbir alâkası olmaması onu çok şaşırttı. 

 Belgesellerde bu tip gruplar düzlük alanları seçip çadırlarını kurarken, ork köyü bir dağ yamacında bulunuyordu. Eğim çok dik olmasa da yukarı doğru tırmandığını hissedebiliyordu insan. Şefin çadırına doğru yürürken çiftleşen, dövüşen, kemikleri parçalayarak yiyen, birbirlerinin kafasına odunlarla vurup şakalaşan birçok ork gördü Nafız. Gözlemlerine dayanarak, ork ırkının cinsiyet ayrımı olmaksınız iki metreye yakın boya, çok kaslı bir vücut yapısına sahip olduğunu anladı. 

 Dişileri erkeklerden ayıran en önemli özellik koca memeleri ve nispeten biraz daha ince iki ön dişleriydi. Kendi içinde bulunduğu grup ortalama olarak yüz yetmiş santim boya sahip, fizik olarak biraz daha zayıf görünümlü orklardan oluşuyordu. 

 Nafız etrafta dolaşan orklara bakarak, yeni doğan grubunun bu büyüme hızlarıyla en fazla beş gün içinde tam yetişkin olacağını kestirdi. Bütün gördüklerinden yola çıkarak yaptığı tahminler, iki numune dışında tam isabetti. 

 İlk tuhaflık kendisiydi, doğmadan önce yapılan seçimler sonucu hilkat garibesi olmuştu. Önceki hayatında yüz seksen santim boylarında, iriye yakın fiziğe sahip bir erkekti. Bu hayatında ise ulaşacağı ölçüler, onu zor günlerin beklediğinin haberciydi. Surat ve ağız yapısı da normal bir orkun görünüşünden epey uzaktı. İnsanımsı surata ve kendi küçük parmağı kalınlığında iki ön dişe sahipti. 

 İkinci anormallik, yanında yürüyen ayaklı tokmaktı. Henüz tam yetişkinliğe ulaşmadan iki metre boyu, yetişkin bir erkek kadar kaslı vücudu, insanı dehşete düşüren ön dişleri ve nerede olursa olsun görülen kafasıyla, yeni doğanların en dikkat çekici üyesiydi. İki değişiğin yan yana yürümesi nedeniyle grup, geçtikleri yerlerde bulunan orkların ilgi odağı oluyordu. Yol boyu herkes birbirine onları gösteriyordu. 

 Neyse ki yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra yamacın zirvesine ulaştılar. Etrafa yayılmış çadırların on katı büyüklüğündeki tek renkten oluşan bir yapı, tüm heybetiyle önlerinde duruyordu. Çadırın girişinde toplanan kalabalık kendi aralarında konuşurken, Asıksurat sesini iyice sertleştirerek kalabalığa seslendi.  

 ”Birazdan şefin çadırına gireceksiniz. Çadırdan dışarı canlı çıkmak istiyorsanız, ne olursa olsun sesinizi çıkartmayacaksınız. Herhangi bir emir verilirse, sorgusuz sualsiz uyacaksınız” 

 Konuşmanın bitimiyle beraber, deri zırh kuşanmış kızgın bakışlı muhafız ork içeriden çıktı. Çadırın önünde birikmiş kalabalığa bakarken, gözlerini aşağılar bir tavırla devirerek seslendi.  

 ”Teker teker geçerek içeri girin!” 

 Asıksurat’ın ciddi uyarısı, çadırdan çıkan savaşçının tavırları ve kapının her iki yanında duran yetişkin orkların bakışları nedeniyle, yeni doğan orklar korku içinde çadıra girmeye başladılar. Nafız grubun ortalarında bulunuyordu. Sıra kendisine gelip içeri girdiği zaman, ondan öncekilerin diz çökmüş bir halde beklediğini gördü. Boş boş bakınırken, kolundan tutan bir nöbetçi onu da ortadaki grubun içine fırlattı. 

 Orklar düşük zekâya sahip varlıklar olsalar da çadırın içindeki atmosfer nedeniyle aynı yerde diz çökerek beklemeleri gerektiğini anlamışlardı. Dışarıda ki yeni doğanların içeri gelmesini beklerken, Nafız çadırı inceleme fırsatı buldu. Kırmızı renkteki bu devasa çadırın, diğerlerinin aksine tek renkten oluşması otorite göstergesi olmalıydı Ortada yükselen bir dayanakla kurulan diğer çadırlardan farklıydı. Kenarlardaki çok sayıda direğin kirişlerle birbirine tutturulduğu daha karışık dizaynı olan bu yapı, şefin gurur kaynağı görevini görüyordu.  

 ”Başla” 

 İhtiyar orkun konuşmasıyla beraber, korumalar gruptan ellerine gelen ilk  yeni doğanı alıp ileri götürdü. Sesin kaynağına doğru bakışlarını çeviren Nafız, önce ortada duran yaşlı orku, daha sonra sağında ve solunda duran daha genç görünümlü iki erkek ork gördü. Çadırın ucunda oturan bu erkekler yeni doğan grubuna sert gözlerle bakarken, bir yandan da önlerinde bulunan av etlerini yemekle meşguldüler. 

 Bu üç orkun dikkat çekici bir özelliği vardı; üstlerindeki kürkler. Yaşlı olan orkun üzerinde, çenesinin alt yarısı bulunmayan bir beyaz ayı postu, sağ yanında bulunan orkun kaplan postu bulunmaktaydı. Soldaki, diğer ikisine göre genç olan orkun postu bir boz kurttu.  

 ”Kabile şefimizin torunu gücünüzü test edecek, şefimizin oğlu görevinizi belirleyecek ve şefimiz ölene kadar taşıyacağınız isminizi bahşedecek.” 

 Savaşçı duyurusunu yaptıktan sonra yeni doğanlar neden burada olduklarını anladılar. Çoğunluğun simasını bir heyecan kaplarken, Nafız’ın içine sıkıntı düştü. Önceki hayatında nüfus müdürlüğü çalışanı mağduru olan Nafız, isim konusunda büyük bir fobiye sahipti. Ebeveynleri, delip geçen, sözü geçen anlamında ki Nafiz ismini ilk erkek çocuklarına koymak isterken, memur Nafız yazıp geçmişti. 

 Eski travmaları Nafız’ı rahatsız ederken, bir tokat sesi çadırın içinde eko yaparak gezindi. Kurt postuna sahip orkun ayaktaki yeni doğana attığı tokat, Nafız’ın aklındaki tüm düşünceleri silip attı. Yetişkin bir orktan yediği tokatla yere yıkılan yeni doğan korkudan titriyorken, kurt postlu ork keyifle gülüyordu. 
 
“Kalındiş seni piç!”

“Sadece kendi keyfini düşünüyor!” 

Çadırın içinde nöbet bekleyen orkların mırıldanmalarına bakılırsa, bu gösteriyi izlemekten bıkmış durumdaydılar. Yeni doğanların isim şöleni, şefin torunu Kalındiş’ in arzularını tatmin törenine dönüşüyordu. Her ne kadar sadakatle hizmet etmek zorunda olsalar da bu olanlar bazılarını gerçekten sinirlendiriyordu.  

”Levazım, ormancı” 
Kaplan postlu ork, yerdeki yeni doğana bakarak görevini söylemişti.  

‘‘Emredersiniz Kaplanyürek’’  

 Kenarda bağdaş kuran üç ork daha vardı, bunların içinden biri cevap verdi. Konuşan kişi Domuzkuyruk adı verilen ve levazım işlerinden sorumlu orktu. Domuz derisinden bir zırh giyiyordu. Yanında ki başka bir orku, yerde yatan yeni doğanı almaya yolladı. Kalındiş’ in yere düşen orku daha fazla yaralamasından korkarak astını yollaması, yanında bulunan iki orkun gülüşmesine sebep oldu. 

 ”Keskingöz, Delibalta, ekiplerinizin arkasını toplayacak biri kalmayınca bu şekilde gülebilecek misiniz?” 

 Domuzkuyruk’ un çıkışı iki orku susturdu. Savaşçıların başı Delibalta ve avcıların başı Keskingöz için Domuzkuyruk her an ezebilecekleri bir karınca olsa da biraz yüz vermekten rahatsız olmadılar. Ekiplerinin bütün pis işleri ve ihtiyaçları levazım tarafından karşılanırken, en azından bunu yapabileceklerini düşündüler. Levazımının personel eksiliği direkt olarak onları etkilemeseydi durumun kesinlikle böyle olmayacağını bilen Domuzkuyruk da olayı uzatmadı. 

 Levazım astının yardımıyla ayağa kalkan yeni doğan, ismini almak için şefe döndü. Oturduğu yerden ilgisiz bir şekilde yeni doğana bakan şef, sanki dünyanın en zor işini yapacakmış gibi sıkılarak konuştu. 

“Düşenyaprak!” 

 Düşenyaprak korku içinde Levazım Bölümü Lideri’nin arkasına geçerken, Nafız onu bekleyen senaryoyu düşünmeye başladı. Bir tokat sesi, ardından bir yumruk sesi ve yere düşen başka bir yeni doğan. Kaplanyürek bir kez daha konuştu;  

”Avcı” 

 Keskingöz memnun bir tavırla yerde yatan yeni doğana bakıyordu. Tokatla yıkılanlar levazım, yumrukla yıkılanlar avcı, tekmeyle yıkılanlar asker olarak görevlendiriliyordu. Birkaç turdan sonra, bu sistemin hiç şaşmadığı görüldü. Bilinen sınıflandırma şekline rağmen, Kaplanyürek ‘in görevleri söylemesi Nafız’ın tuhafına gidecekti. Sadece levazım bölümüne gidenlerin işlerini belirtmesi, özellikle dikkatini çekti. 

 Sanki bölümü aşağılamak için çaba sarf ediyordu. Sıra Nafız’a geldiğinde, grubun yarısından fazlasının yapacakları işler belli olmuştu. Kalındiş, av etinin tadına bakmak için bir süre dinlenirken, Nafız’ın şefin önüne yürüyüşü tamamlandı. Başını yemekten kaldıran Kalındiş Nafız’ı görünce, içinden gelen gülme isteğini bastıramayıp kahkaha atmaya başladı. Uzun süre güldükten sonra kendine gelen bu ork, ortalama bir yeni doğanın çok gerisinde fiziksel özellikleri olan Nafız’a bakarak konuştu 

 ”Bu zavallı varlığı buraya getirme cüretini nasıl gösterirsiniz? Önce bunu bir tokatla öldüreceğim, daha sonra bu kabahat kiminse onunla ilgileneceğim." 

 Gözlerindeki öldürme niyetiyle Kalındiş ona doğru yürürken, Nafız korkudan titriyordu. Önceki hayatında ölüm ani bir şekilde gelmişti, şu an yaşamakta olduğu korkuyu ilk defa tecrübe ediyordu. Hayatı, bu vahşi yaratığın bir vuruşuyla alınacaktı ve yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gözlerini kapatıp ölümü beklediği sırada, bölüm yöneticilerinin olduğu yerden bir ses geldi.  

 ”Şef Ayıboğan! Levazım bölümünde ork eksiğimiz var, lütfen kaynağımızı boşa harcamayalım.” 

 Domuzkuyruk bu sözleri sarf ettiğinde, Kalındiş tokadı vurmak üzereydi. Yerinden sinirle fırlayan Kaplanyürek Levazım Bölümü Şefine bağırdı.  

 ”Sen kim olduğunu sanıyorsun! Kutsal töreni bölenler ceza..’’ 

 Kaplanyürek sözlerini bitirmeden, sol tarafından boğuk bir ses duyuldu  

 ”Görevini ver” 

 Ses belki yeteri kadar yüksek değildi ama içerdiği kudret çadırda bulunan herkesin ürpermesine yetti. Konuşan kişinin üzerinde beyaz bir ayı postu vardı. Örgülü sakalları çenesinin altından uzanıyor, fizikken zayıflamış olduğu göze çarpsa da yaydığı aurayla etrafındakileri istemsiz şekilde korkutuyordu. Ayıboğan ismiyle bilinen bu ork, yüz senedir kabilenin şefi olarak hüküm sürüyordu. 

 Ağzından çıkan kelimelerin ağırlığını test edebilecek bir kişi, kabilenin içinde bulunamazdı. Buna kendi oğlu da dâhildi. Kalındiş şaşkın gözlerle babasına bakarken, Kaplanyürek konuştu  

 ”Levazım, bokçu” 

 Kaplanyürek yerine oturdu fakat bakışları Domuzkuyruk’ un üzerindeydi. Eğer gözleriyle öldürme kabiliyetine sahip olsaydı, şu anda çadırın içinde bir katliam yaşanıyordu. Domuzkuyruk, şefe minnettar bir şekilde selam verip başını eğdi. Ayıboğan, ayakta titreyen Nafız’a bakmaya tenezzül bile etmedi. Ağzından çıkan kelimeler karşısındaki zavallı için bir lütufmuşçasına mırıldandı.   

 ”Titrek” 

 Levazım Bölümü tarafından bir ork kendisini almaya geldiğinde, Nafız hareket edemeyecek haldeydi. Yaşadığı ölüm korkusu ne izlediği filmlere ne de okuduğu romanlara benziyordu. Kanının akmadığını hissetti, uzuvları felç geçirmiş, beyni düşünmeyi bırakmıştı. Kuru bir ağaç dalı misali, yardımcı orkun kollarında levazım bölümüne geldi. 

 Bu tuhaf olayın ardından tören devam etti ama Kalındiş yaşadığı aşağılanmanın acısını çıkarmadan rahatlamayacak gibiydi. Sıradaki yeni doğanı bekliyor, ilk tokatta öldürmek için sabırsızlanıyordu. Yeni doğanların sırasından, bütün çadırı hayretler içinde bırakan bir ork ilerlemeye başladı. Yalpalayarak Kalındiş’ in önüne gelen bu kişi, öncekilere pek benzemiyordu. 

 Yetişkin bir ork kadar gelişmiş olan yeni doğana bakarken, Kalındiş bir aşağılamayla daha karşılaştığını hissetti. İsmini aldığı ve en büyük özelliği olarak övündüğü dişleri, yeni doğan bu orkun dişlerine nazaran biraz daha inceydi. Ancak çok dikkatli bir şekilde bakınca anlaşılan bu fark, diğer kişinin yeni doğan olması nedeniyle Kalındiş’i stres altına soktu.  

 ”Kurtulmalıyım, ne olursa olsun bu orktan kurtulmalıyım” 

 Aklından geçen düşüncelerin verdiği hırsla, yumruğunu önündeki büyük başlı orkun suratına indirdi. Kemik kırılma sesi kulakları yırtarken, yumruğu yiyen ork bir kaç adım geri savrularak yere düştü. Çıkan sesin şiddeti olağanüstüydü, herkes yerdeki orkun haline görmek için bakışlarını o yöne çevirdi ama bazı istisnalar da yok değildi. Bölüm başkanları, şefin oğlu ve şef, herkesin aksine dikkatlerini Kalındiş’e yönelttiler. 

 Bu tecrübeli orklar her şeyi görmüşlerdi ama gözlerine inanmamak konusunda ısrar ediyorlardı. Şefin torunu ritüelin kurallarına uymayıp, tokat yerine direkt yumruk atmış, yeni doğanın kafatasını kırıp onu yere yığmıştı. Olması gereken bu sahnenin gerçekleşmediğini gören Kaplanyürek, durumu kurtarmak için öne fırladı.  

”Kalındiş, oğlum! Sanırım yeni doğanlar senin kudretini kaldıramıyorlar. Merhamet göstererek işini senden daha zayıf bir savaşçıya bırakamaz mısın?” 

 Kalındiş, yüzünde tatsız bir ifadeyle cevap verdi.  

”Siz bu şekilde istedikten sonra, emirlerinize uymak benim görevimdir’’ 

 Sözlerini bitirdikten sonra şefe selam vererek hızlı adımlarla çadırdan dışarı yürüyen Kalındiş, büyük deri kapıdan çıkana kadar kafasını yerden kaldırmadı. Olayların üstüne çadırdaki orkların çoğu Kaplanyürek ‘in merhametini takdir ederken, şef ve bölüm başkanları öz önce yaşanan tuhaf olayı düşünüyorlardı. 

 Şefin torunu ünvanlı, en iyi bakımı gören yetişkin ork, yeni doğanın suratını tüm öfkesiyle yumruklamıştı. Bunun sonucu olarak yeni doğan kafasının büyüklüğü yüzünden dengesini bulamayıp düşerken, yumruğu atan Kalındiş’ in eli kırıldı. Tabii ki Kaplanyürek bu olayı ilk anlayan kişilerdendi. Oğlunun çıkışının ardından, yerde yatmakta olan orka görevini verdi  

 ”Levazım, bokçu”

 Domuzkuyruk’ un iki yardımcısı, levazım sözcüğü Kaplanyürek’ in ağzından çıkar çıkmaz yıldırım gibi yerde yatan orkun yanında göründüler. Sessizce yeni doğanın kulağına eğilip ”Sakın kıpırdama, gözlerini kapat” diyen bu iki ork, isim verilmesi için herkes gibi şefe döndüler. Şefin suratına ritüel başından beri yerleşmiş olan bıkkınlık, şu sıralar yerini şaşkın ve kızgın bir ifadeye bırakıyordu. 

”Sallabaş” 

 Şef, yerde yatan orka ismini verince, levazım bölüğünden iki yardımcı Sallabaş’ı karga tulumba taşıyarak Domuzkuyruk’ un arkasındaki kalabalığa karıştılar. Delibalta, bu sahneyi izlerken içten içe üzüldü. Böyle bir vücut, savaşçı saflarında bulunması gereken bir materyaldi ve şimdi sadece bok toplama işiyle ilgilenmek zorunda kalacaktı. 

 Tören rutin şekilde ilerleyerek, yaklaşık bir saat daha sürdü. Yeni doğanlara isim verilme işinin bitmesinin ardından, bölüm başkanları topluluklarını alarak çadırı terk ettiler. Şef Ayıboğan gün boyunca oturduğu yerden kalktı, uyuşan vücudunu gerdikten sonra kapıya bakarak konuştu 

 “Daha ne kadar orada duracaksın?” 

 Bu sözlerin ardından, çadırın kapısından bir gölge içeri girdi. Şef, kapıdan giren figüre bakarak ”Elin nasıl’’ dedi. Siyah gölge cevap vermeden önce bir süre sessizce bekledi. Yüzünü göstermemek için yere bakıyordu.  

 ”Dedenin sorusuna cevap ver !” 

Babasından gelen bu fırçayla irkilen ork, kafasını kaldırarak cevap verdi.  

”Dört veya beş gün doğumu içerisinde eski haline gelecekmiş.” 

 Ritüelin yarısında çadırdan çıkan Kalındiş, hızla kabilenin şifacısının yanına koşmuştu. Kabilede bulunan ork şifacıları, adlarındaki illüzyonun aksine sadece bazı basit uygulamaları gerçekleştiren kişilerdi. Çıkan uzuvları yerleştirme, yaraları dağlama, iyileşemeyecek uzuvların kesilmesi, kırıkların basitçe sabitlenmesi yapabildikleri en büyük tedavi yöntemleriydi. 

 Bu ayrıcalık sayılan hizmetlerden, şefin soyu ve savaşçılar dışında kimse yararlanamıyordu. Sadece bir haftalık sürede yetişkinliğe erişebilen bir ırkın, kendini iyileştirme hızı ve popülasyonunu rahatlıkla arttırma potansiyeli bulunduğundan dolayı daha fazlasını istemenin pek gereği yoktu. 

 Haberi alan Ayıboğan, sakallarını okşamaya başladı. Babasının önemli konuları düşünürken bu hareketi yaptığına sayısız kez şahit olan Kaplanyürek, yalaka bir tonla seslendi.  

”Şefim, yüceliğinizle bizi aydınlatın lütfen’’ 

 Ayıboğan, torununa dönerek konuşmaya başlamadan önce bir süre daha düşündü. Gerginliğin zirve yaptığı bu anlarda, Kalındiş nihayet başını çevirip dedesine bakmaya başlıyordu.  

 ”Bize yaşattığın utancın farkında mısın?” 

 ”Affet beni büyükbaba” 

Sözleri ağzından zorla dökülürken, Kalındiş kafasını tekrar yere eğdi.  

”Kes!” 

 Ayıboğan önünde korku içinde duran torununa bakarak kükredi.  

 ”Üç bölüm şefinin önünde soyumu zayıf duruma düşürdün! Orkların arasındaki, en güçlü olan yönetir kanununu şakamı sanırsın!” 

 Konuştukça Ayıboğan’ın yüzünün kenarlarındaki damarlar belirginleşti. Babasının kontrolden çıkmaya başladığını anlayan Kaplanyürek, araya girerek bir öneride bulundu. 

 ”İyileşir iyileşmez, bir av ekibi oluşturup Yüce Dağ’a gidiyorsun. Yanına bir kişisel muhafız al sadece. Kalanlar, normal av grubunun üyeleri olmalı. Levazım bölümüne giden ikiliyi öldürmek için tek bir şans vereceğim sana.” 

 Oğlunun olayı ele alış şekliyle rahatlayan Ayıboğan, memnun bir ses tonuyla konuştu.   

 ”Onları Kara Mağara’ya götüreceksin. Orada kendilerini öldürtecekler” 

 Ayıboğan her ne kadar orkları demir yumrukla yönetiyor olsa da dürüst görünmek zorundaydı. Yaşanan olayların üstüne ani bir infaz gerçekleştirirse, kimse açıktan suçlama yöneltecek cesareti bulamayacaktı ama içten içe kin tutabilirlerdi. Bu yöntemle dürüstlük alt çizgisini geçmeyecek ama soyuna karşı yapılan en küçük yanlışı da affetmeyeceğinin mesajını verebilecekti. 

 Çadırın içinde fırtınalar koparken, kabile rutin yaşamına devam etmekteydi. Ork kabilesi üç sosyal sınıftan oluşuyordu, savaşçılar, avcılar ve levazım bölümü. Savaşçıların görevi, kabileyi vahşi hayvan ve diğer ırkların saldırılarına karşı savunmaktı. Kabilenin yer aldığı yamacın üst kısmına yerleşmişlerdi ve şefin ailesinden sonra en rahat yaşamı sürüyorlardı. Çoğu savaşçının kendi çadırı olurdu. Eş olanlar haricinde aynı çadırı iki savaşçının paylaşması çok nadir görülürdü. Şefin çadırının etrafında konuşlanan savaşçıların durumuna bakan bir kişinin, asıl görevlerinin şefi ve ailesini korumak olduğunu anlamaması mümkün değildi. Sonsuz sadakat içinde hizmet eden savaşçılar, bu rahat hayatı onlara sağlayan şef için gözlerini kırpmadan her denileni yapmak zorundaydılar. 

 Nafız’ın en çok ilgisini çeken kişiler avcılardı. Yamacın orta bölümünde ikamet eden grubun, et ihtiyacını karşılamaları dışında avcı sıfatını hak edecekleri hiçbir özellikleri bulunmamaktaydı. Ağaç gövdelerinden yapılma mızraklar ve ilkel yay benzeri nesnelerle vahşi hayvanlara saldırıp, incelikten yoksun bir şekilde sayısal üstünlüklerine güvenerek avlanıyorlardı. Av takımı döndüğünde, üyelerinin en az yarısının eksilmesi gayet doğal kabul edilmekteydi. Elverişli silahlar savaşçıların yanında boş boş duruyordu. Avcılarsa kabileye fayda sağladıkları düşüncesiyle, yetersiz ekipmanlarla avlanırken ölmeyi şeref olarak sayıyorlardı. 

 Levazım bölümü yamacın eteklerindeydi, şu anda yeni gelen orklara görevleri anlatılıyor, kendi ekiplerinin çadırlarına sevkleri yapılıyordu. Tahmin edilebilecek şekilde Levazım Bölümü, önem piramidinin tabanını oluşturmaktaydı. Av yardımcıları, ormancılar, yemekçiler ve bokçular olarak dört ekipten oluşan levazım bölümünde, sadece dört orta boy çadır vardı. Ekipler çadırlarda beraber uyuyor, sığmayan üyeler dışarıda yatmak zorunda kalıyordu. Bölüm başkanı kendisine ait olan çadırına geçerken, yardımcısına bugünkü törende bulunan zayıf dişi orkla, iri erkek orkun getirilmesini emretti. 

”Bugün, şefi ve soyunu rahatsız ettiniz” 

 Domuzkuyruk, karşında duran ikiliye bakarak konuşurken, çadırında bağdaş kurmuş haldeydi. 

”Biz bir şey yapmadık. Yemin ederim bizim suçumuz yok!” 

Yaşadığı korkuyu üzerinden atamayan Nafız, bölüm şefine yalvaran gözlerle bakarak konuştu.  

 ”Şu andan itibaren size verilen işi harfiyen yapacaksınız. Kafanız önünüzde, sorun çıkarmadan yaşamaya devam edin” 

 Sesi babacan bir hal almışken, Domuzkuyruk iki orku bir daha inceledi. Dişi orkun yaşanan olaylara verdiği tepki anlaşılır olsa da heybetli erkek orkun dünya umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Bu durum Domuzkuyruk’ un canını sıktı, sesinin tonunu sertleştirerek 

”Sallabaş, sen ne diyeceksin bu duruma?’’
 

 Orklar zekâ konusunda üstün varlıklar olmasa da yaşanan bunca şeyden sonra konuşacak bir sözü olması gerekiyordu iri orkun. 

”Karnım acıktı” 

 Boş bakışlar eşliğinde aldığı bu cevap, Domuzkuyruk cephesinde soğuk rüzgârlar estirdi. Gün boyu yaşadığı stresi bastırarak içine atan Bölüm Şefi, hiddetle yerinden fırlayarak Sallabaş’ın boğazına yöneldi. 

”Efendim durun, bilerek yapmıyor!” 

 Olayın gidişatını kestiren Nafız, ileri atılarak bölüm şefinin bacaklarına kapandı. Nafız’ın tepkisiyle afallayan bölüm şefi, Sallabaş’a bir daha baktığında önce şaşırdı, sonra gülmeye başladı. Kendisine şiddetle uzanan iki el olmasına rağmen, Sallabaş boş boş yüzüne bakıyordu. 

”Sanırım fiziksel özelliklerinin tersine, zekâsı pek gelişmemiş ha!” 

 Kahkahası sürerken, eliyle çıkın işareti yaptı bölüm şefi. Nafız, Sallabaşı kolundan tutarak geceyi geçirecekleri çadıra doğru yürüdü. Deri kapıyı açıp içeri girmek istedi ancak karnına yediği tekmeyle kapının dışına beşlik simit gibi seriliverdi. 

”Acemiler dışarıda yatacak!” 

 Sesin sahibi, az önce karnına tekme atan kişiydi. 

”Sanırım, şu her yere önce girmeye çalışmaya huyumu bırakmalıyım” 

 Aynı gün içinde yediği ikinci tekmeyle, Nafız’ın zihni daha hızlı çalışmaya başladı. Fiziksel olarak bir hiçti, sadece zekâsı ve bir önceki hayatından bu dünyaya taşıdığı tecrübeleri vardı. 

”Hâlâ karnın aç mı?” 

Sallabaş’a dönerek soruyu sorduğunda, zaten cevabı biliyordu. 

‘‘Evet, çok açım” 

Beklediği cevap geldiğinde, Nafız planına başladı. 

”Sana yemek bulacağım ama bir isteğimi yerine getireceksin.”


”Tamam!” 

 İstediğini alan Nafız, yemekçilerin bulunduğu yöne doğru hareket etti. Yemekçiler, bütün kabilenin beslenme ihtiyacını karşılayan birime verilen isimdi. Şifacılardaki yanılsama, bu bölümde de kendini gösteriyordu. Görevleri, av hayvanlarının en lezzetli ve besleyici kısımlarını şefin soyuna ayırmak, kalan kısımları orkların değer piramidindeki yerleriyle doğru orantılı olarak dağıtmaktı. 

 Şef, levazımda bulunan bu bölüme büyük önem veriyordu. Av hayvanlarından et ve materyal çalınmasının cezası ölümdü. Etler tek besin kaynağıyken, pençe, boynuz, diş ve postlar ticaret için gerekli şeylerdi. Savaşçılarının kullandığı az miktarda silahı, bu nesnelerin ticareti yoluyla edinmişti Ayıboğan. 

 Havanın kararıp herkesin çadırlarına çekildiği anlarda, iki ork yemek bölümünün önünde duruyordu. Nafız’ın bugün şahit olduğu olay üzerine yaptığı çıkarım, orkların av hayvanlarının kemiklerini yiyemediği olmuştu. Eğer bugün parçalanan hayvanların kalıntılarına ulaşabilirse, kemiklerin üzerinde kalan az miktarda eti kendisi, kemikleri de Sallabaş yiyebilecekti. Kısa bir araştırmanın ardından kemikten oluşan ufak bir tepe önlerinde göründü. Sallabaş heyecandan titriyordu.  

 ”Bundan sonra sen ne dersen yapacağım. Benim karnımı doyurdukça, sözünden çıkmayacağım!” 

Sevinçle Nafız’ı havaya kaldırıp sallamaya başladı. Sallabaş, bebeğiyle evcilik oynayan küçük bir çocuk gibi görünüyordu. Nafız, iç organlarının yerlerine dönmesi beklerken, tepenin yarısı Sallabaş tarafından imha edilmişti. Biraz daha durması halinde aç kalacağına kanaat getiren Nafız, elini en yakın kemiğe uzatıp kemirmeye başladı. ‘Levazım bölümünde benim kadar et yeme şansı olan var mıdır?’ diye düşünürken, zayıflığını şansa çevirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Yemek faslı bitince, tekrardan bokçu çadırının önüne geldiler. 

”Çadırın girişinde yatan orku dışarı at!” 

 Etrafı acemi orklar tarafından çevrilmiş çadıra bakarken, Nafız emir tonunda seslendi. Sallabaş çadırın girişine yeltendiğinde, bir tekme eşliğinde ”acemiler dışarıda yatacak!” dedi girişte yatan ork. Bir kayaya tekme attığını hissetmesinden kısa bir süre sonra, zavallı ork kendini havada taklalar atarken bulacaktı. Sallabaş tekmenin sahibini ayak bileğinden yakalayıp dışarıya savurduğunda, çadırın içindekiler gözlerine inanamadı. 

”Sen kimsin? Nasıl cesaret edersin?” 

 İçerideki orkların arasından bir figür, kapıya doğru büyük adımlarla yürüdü. Yatan orkların üstüne basmaktan çekinmeyerek, Sallabaş’ın önünde belirdi. 

”Ben Kürekkemik, bokçuların lideri! Çadırımda sorun çıkarmaya cüret eden sen, kimsin!” 

Sallabaş önündeki orka bir süre boş boş baktıktan sonra, arkasından gelen Nafız’a dönerek sordu 

”Ne yapayım bunu?” 

 Bir çadır orkun önünde aşağılanan Kürekkemik, savaş çığlığı atarak saldırıya geçti. Levazım bölümünde hiçbir silah bulunmuyordu. Kürekkemik yumruklarını kullanarak saldırmanın, hayatının en büyük hatası olacağını bilmeden Sallabaş’ın kafasına bir yumruk çıkardı. Çadırdaki orklar hiçbir şey anlamasa da Nafız önündeki sahneye bugünkü olaylar sayesinde aşinaydı. 

 Bu sefer işler son gördüğünden biraz farklı oldu. Sallabaş yerinden hiç kıpırdamazken, yumruğun sahibi dizlerinin üstüne çökerek böğürüyordu. Her bölümde bu şekilde kavgalar normal karşılanırdı. Orklar da güçlü hükmeder, kalanlar itaat ederdi. Ortam sakinleşince, Sallabaş ‘la beraber çadırın lidere ayrılan kenar kısmına gelen Nafız hemen yatıp uyumak istedi. Zayıf vücudu, bu kadar aksiyonu kaldıracak durumda değildi. Uykuya dalmadan önce, çalkantılı geçen bugünden çıkardığı bazı dersler vardı, 

‘‘Güçlü olmalıyım veya güçlünün yanında olmalıyım.” 

 Sabahın ilk ışıklarıyla başlayıp gün batımına kadar süren bok toplama işi, Nafız için çok zor geçmiyordu. Yeni hayatının ilk gününde yaşadıkları, bu dünyada bir kişinin hayatını her an kaybedebileceğini acı şekilde kendisine öğretmişti. Eski hayatının medeni kuralları burada işlemiyor, güçlü olan canının istediğini yapabiliyordu. 

 Sallabaş ve Nafız takım olarak çalışmaya başladıktan sonra, pek sorunla karşılaşmadan yaşıyorlardı. Domuzkuyruk, gerçekten çok tecrübeli bir orktu. Savaşçı bölümüne girişlerini yasaklamış, sadece levazım ve avcı bölümlerinde çalışmalarına izin vermişti. Sallabaş’ın savaşçıların arasında bu cüssesiyle dolaşması, belayı bağırarak kendisine çekmesi anlamına gelirdi. Avcı bölümünde de bazı sorunlar çıkmıştı ama birkaç kırık kemikten sonra etraf sütliman olmuştu. 

 Her akşam yemekhane artıklarından çektikleri ziyafet sonucu, Nafız önceki hayatının standartlarını yakalayabildi. Yeni doğan zamanında ki tuhaflığı bir nebze giderilmiş oldu ama Sallabaş tarafında işler bambaşka boyutlara ulaşıyordu. Düzenli beslenme, iki buçuk metreye yakın boy, yetişkin bir orkun iki buçuk katı kafa yapısı, kabilede bulunan hiçbir orkla kıyaslanamayacak kadar kalın dişler ve kaslara yol açmıştı. Yeni doğan zamanında yaşadığı denge problemi, vücudunun gelişimiyle son bulduğundan, kabile içindeki en heybetli ork görünümünü üzerinde taşıyordu. 

 Günden güne uzayan boyu ve gelişen yapısı, en son gün doğumuyla nihayete erişmiş olsa da haberler çoktan Kalındiş’ in kulağına ulaşmıştı. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan Kalındiş, zamanın geldiğine kanaat getirdi. Elinin bir hareketiyle yardımcısı çadırına giriş yaptı. 

 ”Gün doğumuyla ava çıkıyoruz! Hazırlıkları tamamla!” 

 Gözlerinde soğuk bir ifadeyle yardımcısına emrettiğinde, yumrukları sımsıkı kapanmış vaziyetteydi. Onun aksine çadırlarına dönerken Nafız’lar gayet neşelilerdi ta ki karanlıktan bir figür önlerine çıkana dek. 

”Bölüm başkanı sizi çadırında bekliyor” 

 İlk gün onları Domuzkuyruk’ un arkasına taşıyan orklardan biri sessizce konuştu. Çadırına girdiklerinde, Domuzkuyruk asık suratla onları beklemekteydi. 

 ”Çocuklar, yarın av partisine katılıyorsunuz. Ret edemeyeceğim bir emir olduğundan sizi uyarmam lazım” 

 Hızlı ve sessiz bir şekilde konuşan orkun gerginliği, suratından okunuyordu. 

 ”Korktuğum başıma geliyor” 

 Nafız içten içe bu günün geleceğini düşünse de böyle erken olacağını tahmin etmiyordu. İkisi de şefin soyunu rahatsız etmişlerdi, bu işin bir bedel ödemeden kapanacağını düşünmek hayalperestlik olurdu. 

 ”Av partilerine her zaman birkaç eleman veririz, bu normal bir olay ama bu kez ikiniz özel olarak isteniyorsunuz.” 

 Sözlerine devam eden Domuzkuyruk, en kötü haberi vermeden önce derin bir soluk aldı. 

 ”Partinin başında Kalındiş şahsen bulunacak!” 

 Konuşmasını bitirmesiyle, çadırın içine ölüm sessizliği çöktü. Normal bir av partisinde küçük de olsa şansları olabilirdi ama olayın başkahramanı işini kendi görmek için geliyordu. 

 ”Efendim ne yapabiliriz? Lütfen, bir tavsiye verin bize. Hiç umut yok mu?” 

 Birkaç sakin günden sonra yavaş yavaş düzelen psikolojisi tekrar yıkıldığından, Nafız gözyaşlarını tutamaz oldu. Önceki hayatında fotokopicide çalışan sıradan bir insandı; evden işe, işten eve giderken en fazla hıyar eniştesiyle nasıl uğraşacağını düşünürdü. Yenidünyasında aniden birçok ölüm kalım durumu yaşayınca Nafız’ da kayış kopmuş, dizlerinin üstüne çökmüştü. 

 Kaçacaksınız! İlk fırsatını bulduğunuzda kaçın! Bu akşam olursa daha iyi, olmazsa av sırasında kaçmanız lazım. Aksi durumda sizi bekleyen tek şey ölüm” 

 Yalvaran gözlerle baktığı Domuzkuyruk, en son duymak istediği şeyi söylemişti Nafız’a. 

 ”Çıkalım, kaçmamız lazım!” 

 Kolundan yakaladığı Sallabaş’ı alarak çadırdan dışarı fırlayan Nafız, kötü bir sürprizle karşılaştı. Bu güne kadar dağın yamacında görünmeyen savaşçılar, sanki her yerdeydiler. 

 ”Sanırım yarını beklemekten başka şansımız yok’’ 

 Usulca kolunu bıraktığı Sallabaş’ın önünde bokçu çadırına yürürken, savaşçıların onlara güldüğünü hissedebiliyordu. Çadırın önüne geldiklerinde, iki savaşçıyı giriş kapısının önünde gördüler. 

 ”Çadır dolu, dışarıda yatacaksınız!” 

 Bu kişiler sırıtarak konuşurken, aralık kapıdan boş çadırın içi görünüyordu. 

 ”Yeter ulan göt oğlanları! Bari bu gece rahat uyuyayım!” 

 Sinirlerine hâkim olamayan Nafız, savaşçıların suratına haykırdı 

 ”Sen bize karşımı geliyorsun? Görüyor musun? Gece gece eğlence çıktı” 

 İki savaşçı oyuncağını bulmuş çocuk gibi neşeliydi. Önlerinde duran az gelişmiş orkla nasıl eğleneceklerinin düşüncesine dalmışken, boğazlarını sıkmak için gelen eli görmemeleri gayet normaldi. Nafız, kafasının üstünden geçerek savaşçıların boğazına giden ağaç gövdesi kalınlığındaki kolların sahibini çok iyi tanıyordu. Hızla arkasına döndüğünde, Sallabaş’ın bıkkın bir halde havaya baktığını gördü. 

 ”Uykum var, bunları ne yapayım?” 

 Sallabaş’ın baktığı yere doğru kafasını çeviren Nafız, ayakları yerden yarım metre yüksekteki iki askeri gördü. 

 ”Salla bir kenara gitsin. Elini kirletmene değmez” 

 Bunun üzerine Sallabaş, ellerinde çırpınan iki savaşçıyı yana doğru savurdu. Arkasındaki devasa orka bakan Nafız, ‘yarının işini yarın hallederiz, bu yaratık yanımdayken belki bir çıkış bulabilirim’ düşüncesiyle çadıra giriş yaptı. 

 Sabahın ilk ışıkları kabilenin üstüne vurduğunda, av partisi yola çıkma hazırlıklarını bitirmek üzereydi. Yüzün üzerinde avcı ve yirmiye yakın levazım görevlisi, yamacın eteğinde hazır bekliyordu. Kalındiş’ in önderliğinde gelen yirmi savaşçıyla beraber, ıssız steplere doğru yola çıktılar. 

 Kabilenin bulunduğu bölge, çorak steplerin tam ortasında yer almaktaydı. Yarım ork boyunda bir kaç otsu ağaç haricinde, yetişen bitki görmek mümkün değildi. Av partisinin hedefinde, kabileye yarım gün uzaklıktaki Yüce Dağ vardı. 

 Her bir veya iki gün dönümü sonunda av partileri düzenlenip, büyük kayıplar sonucunda kabilenin et ihtiyacı karşılanıyordu. Uçsuz bucaksız steplerde ilerleyen grupta Nafız, hayal kırıklığıyla etrafa bakınırken buldu kendisini.  Levazım bölümü her zaman av gruplarının arka kısmında yer alır, önden ilerleyen avcıların elde ettiği ganimetleri taşıma görevini üstlenirdi. Nafız’ın bu durumdan faydalanarak kaçma fikri, Kalındiş’ in yanında getirdiği askerlerin yarısını arka tarafa yerleştirmesiyle suya düştü. 

 ”Tam da şefin torunundan beklenildiği gibi! Bizi arka tarafa yerleştirerek grubu güvence altına alıyor.” 
 
 Arkaya yerleştirilen askerlerden biri, hayranlık içinde konuştu. 

 ”Şefimizin torunu siz sefil levazımcılara bile değer veriyor. Minnettar olmanız lazım!” 

 Başka bir ork levazımcılara aşağılar şekilde bakarken konuştu. İçinde bulunduğu durumun sıkıntısı dışında, arkalarından gelen savaşçıların konuşmaları da Nafız’ı darlıyordu. Nihayetinde Yücedağ’ın eteklerine ulaşılınca, askerlerin konuşmaları son bulacaktı. 

 Yüce Dağ, içerisinde çeşit çeşit vahşi yaratığın yaşadığı, çevresinde ki koşulların aksine yüksek ağaçlara ve sık bitki örtüsüne sahip bir yerdi. Genelde avcılar dağın eteklerinde avlanır, nadiren iç kısımlara yönelirlerdi. İç kısımlara girildikçe zayiat arttığından, dağın eteklerindeki av yeterli olduğu müddetçe kalanına girilmezdi. Şefin değerli torununun aralarında bulunması nedeniyle, avın dağın girişinde tamamlanması kesin gibiydi. Kalındiş ‘ten gelecek komutu bekliyordu herkes. 

 ”Bugün burada, çok büyük bir amaç uğruna bulunmaktayım! Biliyorsunuz, her av partisinde bu dağda birçok kardeşimizi kaybediyoruz!” 

 Orkların hayran bakışları eşliğinde konuşan Kalındiş, heyecanla devam etti. 

 ”Bunun tek bir suçlusu var. Yücedağ’ın Kralı olan zalim yaratık. Ben, büyük şef Ayıboğan’ın torunu Kalındiş, bu eziyete son vereceğim!” 

 Kükreyerek konuşan Kalındiş’ in sırtındaki bozkurt postu, heybetine heybet katıyordu. 

 ”Avcılar ileri! Kara Mağara’ya kadar durmadan ilerleyeceğiz!” 
  
 Emri alan orklar, savaş naraları atarak dağın içlerine doğru koşmaya başladılar. Günün başından beri böyle bir karışıklık bekleyen Nafız’ın gözlerinin içi parlıyordu. Sallabaş’ın kolunu tutup arkasını döndüğünde, iki savaşçı orkun orada olduğunu görüp irkildi. 

 ”Siz ikiniz, Kara mağara için geleceksiniz!” 

 Konuşma bittiğinde, diğer on savaşçı orkun da katıldığı bir ekiple ön tarafa doğru ilerlediler. Kalındiş’ in yanına vardıklarında, avcı grubu çoktan dağın içlerinde kanlı savaşlara başlamıştı. Aldıkları gazla beraber avcılar azgınca saldırıyor, öldürdükleri yaratıkların ve kendilerinin akıttıkları kanlarla dağı kırmızıya boyuyorlardı.  

 Avcıların yoğun çabaları ve ağır kayıpları eşliğinde Kara Mağara’nın girişine ulaşıldığında, savaşçılar hiçbir şekilde mücadeleye katılmamıştı. Nafız bu durum karşısında çok şaşırdı, ellerinde bulunan baltalara rağmen neden müdahale etmiyorlardı. Ortamın bütününde vahşi kıyım sürürken, savaşçı grubu kargaşadan yararlanıp dağın zirvesine kadar koşarak gelmişti. 

 ”On taneniz burada beklesin! Kalanlar benimle beraber içeri giriyor!” 

 Kalındiş savaşçı grubuna bakarak konuştu. 

 ”Ben gireceğim! Hayır, ben gireceğim!” 

 Savaşçı orklar heyecan içinde bağrışmaya başladı. Yoğun itiş kakışın ardından şanslı on ork mağaraya girdiğinde, sevinçleri yüzlerinden okunuyordu. 

 ”Ne talih! Bu gün olanlara tanık olacağım”

”Kalındiş kabilenin tarihini değiştirecek ve ben tam buradayım”

 Kalındiş önderliğindeki savaşçılar mağaranın girişindeki tüneli geçip içeride bulunan açık alana geldiklerinde, sesleri bıçak gibi kesildi. Kafataslarından oluşan bir dağ ve onun üstünde oturan yaratığı gören çoğu savaşçı ork, ilk defa yüreklerinde korkuyu hissediyorlardı. 

 Kafataslarının üstünde, bir elini iki metreyi bulan savaş çekicine dayamış, diğer eliyle de çenesinden sarkan kıl sakallarını okşayan bir canlı duruyordu. Mağaraya doluşan orkları görünce ayağa kalkan bu canlının heybeti, savaşçı grubunun dövüş şevkini kırdı. 

 ”Aptal orklar, hangi cüretle mağarama girersiniz?”  

 İki koca boynuza sahip, üç metreden fazla boyu olan, belden altı boğa, belden üstü insan görünümündeki bu esrarengiz canlı, küçümseyerek gruba seslendi. Nafız, mağaranın sahibini ilk görüşte tanıdı. Önceki hayatında izlediği mitoloji temalı filmlerin değişmez kahramanı, Minotaur’du bu. Hafızasını yoklamakta meşgul olan Nafız, yanında bulunan bir ork savaşçısının narasıyla kendine geldi. 

 ”Şefimizin torununa söylediğin bu sözler yüzünden kelleni alacağım!”  
 
 Sesin sahibi, avın başında Kalındiş ‘den duyduğu kahramanlık sözleri ve mağaraya girebilen şanslı orklardan biri olmasının verdiği cesaretle, Minotaur’un üstüne doğru taarruza geçti. Üstüne gelen orka rağmen Minotaur silahına uzanmadı. Orkun baltasını indirmesini bekleyip, bir adım ileri attı. Sağ elinin tersiyle savaşçının kafasına yumruğunu indirdiği an, orkun kafası tezgâhtan düşmüş karpuz gibi patladı. 

Başsız kalan vücudun yere düşmesine izin vermeyen Minotaur, bir tepişte zavallı orku mağaranın karşı duvarına yapıştırdı. Mağaranın içindeki açıklığın girişe göre sol tarafında, karanlık bir uçurum bulunuyordu. Daha önce kimsenin dikkatini çekmeyen bu ayrıntı, orkun cesedi duvarından aşağı kayarken keşfedildi. 

Başsız vücudun aşağı düşmesinin üzerinden on saniyeye yakın bir süre geçmesine rağmen, hala zemine ulaştığında çıkması gereken sesi kimse duyamamıştı. Kalındiş, baltasını çekip Minotaur’un üzerine büyük adımlarla yürümeye başladığında, grubu bir heyecan dalgası sardı. 

 ”Lanet yaratık, birazdan asil liderimiz sefil canını alacak!”

 ”Son nefesini vermeye hazır ol!” 

 Savaşçıların yiğitlik nameleri arasında, Kalındiş Minotaur’a baltasının vuruş mesafesi kadar yaklaştı. Sallabaş’ın ilgisiz bakışlarının tersine, Nafız gelişen olayları soluksuz izlemekteydi. Bir nefes sonra Kalındiş vuracağı darbeyi bekleyen herkesi yanıltarak silahını attı ve Minotaur’un önünde diz çöktü. 

 ”Yüce Dağ’ın kudretli lordu Kızgınboğa! Şef Ayıboğan’ın zavallı torunu önünüzde saygıyla eğiliyor”

 ”Ben böyle bir yavşağı, iki hayatımda da görmedim” 

 Önünde gerçekleşen olayın iğrençliği, Nafız’ı isyan noktasına getirdi. Ork topluluğu inanmayan gözlerle kendisine bakarken, Kalındiş konuşmaya devam etti. 

 ”Burada, dedemin size yolladığı bir hediyeyi sunmak için bulunuyorum. Bu orkun fiziksel özelliklerinin, gelişiminiz için çok yararlı olacağını düşünüyorum.” 

 Lafını bitirmesiyle beraber yediği toynak darbesiyle mağaranın girişine savrulan Kalındiş, göğsünde müthiş bir sızı hissetti. 

 ”Seni velet! Karşımda konuşabileceğini kim söyledi ?” 

 Hiddetten gözleri kırmızıya dönmüş olan Kızgınboğa, sözlerine davam etmeden önce toynaklarıyla yere sertçe vurdu 

 ”Burada, en azından sümsük babanın bulunması gerekirdi!”  

 Mağara girişine sürüklenmiş Kalındiş ağzından akan kanları silerken, ne yapacağını bilemeden titriyordu. 

 ”O kokuşmuş ihtiyara söyle, bir daha kendisi buraya gelmezse abilerinin hatırını çiğneyip kabilesini yerin dibine sokarım”


 ”Evet, efendim, dedeme bütün dediklerinizi harfiyen ileteceğim. Canımı bağışladığınız için teşekkür ederim!” 
 
 Ölüm korkusuyla adeta yuvarlanarak kaçan Kalındiş, sesi giderek azalırken cümlesini tamamlayabildi. Daha sonra, dizlerinin üzerinde yaylanan Kızgınboğa yaşadıklarının etkisiyle şoka giren orkların üstünden geçerek mağara girişini kapattı.  

 ”Siz orklar, hep bu kadar salak olmak zorunda mısınız? Size gerçekleri söyleyeceğim çünkü yüzünüzdeki o aldatılmışlık ifadesiyle sizi yemek çok zevkli oluyor! 

 Kahkahalarının bitmesiyle beraber, Kızgınboğa ork şefiyle arasında olan anlaşmayı anlatmaya başladı. Yücedağ’ın canavarlarının yaşam döngüsünü, mağaranın içinde kapana kısılan orklara açıkladı. 

 ”Avlanıyorsunuz ha! Sefiller, sizin göreviniz dağımda ki güçsüz yaratıkları ayıklamak, güçlenmesi gereken çocuklarım için de besin olmak. Kemikleriniz ve derileriniz topraklarıma gübre oluyor.”


 Orkların yüzü düştükçe, Kızgınboğa iyice zevke geldi. 

 ”Orkların ulu şefi! Abilerinin gölgesinde yaşayan o sefilin tek amacı, acınası hayatını sürdürebilmek. Soyunu ve onu koruyan savaşçı orklarını besleyebilmek için sizleri buraya ölüme gönderirken, kendisi hayatın güzelliklerinin tadına bakmakla meşgul oluyordur mutlaka. 

 Kızgınboğa, az sonra ziyafet çekeceği orklara bakarak sözlerine devam etti. 

 ”Sakın üzülmeyin benim yağlı kuzularım, çocuklarımın bilinç kazanmasına çok az süre kaldı. Biraz daha ork yedikten sonra, kabilenizle diğer dünyada tekrar buluşmanızı sağlayacağız. 

 Dağın yaratıkları, çok uzun zamandır ava çıkan orklarla beslenmekteydi. Doğal seleksiyon kuralı izlenerek, odunlarla saldıran orkları bile öldüremeyecek kadar zayıf yaratıklar sürüden temizleniyordu. İstihbaratları artan yaratıklar, düzenli olarak orklarla beslendiklerinden dolayı bilinç kazanma yolunda yavaşça ilerliyorlardı. 

 İki taraf, kazan-kazan durumu olarak gördükleri bu ilişkiyi sürdürürken, şefin soyu haricinde kabile içinde bunu bilen kimse yoktu. Ayıboğan, güvendiği kozları olduğundan bu ilişkinin doğuracağı her hangi bir sıkıntı konusunda endişe içinde değildi. Şefe yaratık eti ve materyalleri, yaratıklara da ork eti ve kemikleri lazımdı. Bu ilişkide orklar kayıp sayısı olarak dezavantajlı taraftı ancak anormal üreme hızları durumu dengeliyordu.

 ”İzninizle yemeğe başlayabilir miyim?  

 Orkları gözleriyle süpüren Kızgınboğa, Sallabaş’ı görünce durdu. 

 ”Seni tatlı olarak alacağım koca oğlan! Sakın bir yere kıpırdama!” 

 Bu konuşmaları yaparken, sevdiği yemeklerin olduğu sofranın başına oturmuş bir çocuk gibi şendi. Orkların arasına şimşek gibi dalan Kızgınboğa, önüne çıkan ilk kurbanının kafasından koca bir ısırık aldı. Bacaklarının tuhaf yapısı sayesinde duvarlardan ve tavandan rahatlıkla sekiyor, iki nokta arasında attığı her turda katledilmeyi bekleyen gruptan bir parça koparıyordu. Sallabaş’ın arkasına saklanan Nafız, işlerin gittikçe kötüleşmesi üzerine şansını denemeye karar verdi. 

 ”Şu boynuzlu yaratığı durdurmaya çalış!” 

 Elinde bulunan tek kozu masaya sürerken, sonucu tahmin etmesi mümkün değildi. Sallabaş, hareket halinde yemek sefası süren yaratığa doğru tam hız saldırdı. Bu kumar tutmak zorundaydı, aksi halde olacaklardan kaçış yoktu. 

 ”Koca oğlan, sana sıranı bekleyeceksin dediğimi hatırlıyorum!”  

 Aldığı boynuz darbesiyle Sallabaş kafatası dağına doğru uçarken, Kızgınboğa çarpık sesiyle konuştu. Sallabaş sıradan orkların arasında dokunulmaz olarak tanımlansa da mağaranın içindeyken yaşından büyük gösteren iri bir çocuktan farklı değildi. Kızgınboğa hem fiziksel olarak hem de savaş tecrübesi olarak Sallabaş’ın fersah fersah üstündeydi. 

 Sallabaş’ın korumasını kaybeden Nafız, bulunduğu yeri terk etmezse eninde sonunda sıranın ona geleceğini anladı. Kızgınboğa’nın hareketlerini gözlemleyen Nafız, genel mantığı çözdü. Bacaklarıyla zeminden güç alarak diğer zemine varana kadar havada ilerliyor, bu sırada elleri, boynuzları ve çenesini kullanarak yoluna çıkan her şeyi parçalıyordu. Mağaranın içindeki her zemini kullanan Kızgınboğa, uçurumun bulunduğu duvardan uzak duruyor, o tarafa doğru saldırı düzenlemiyordu. 

 Nafız son çare uçurum tarafına doğru telaş içinde koşarken, gözleri kafatası dağı içinde yatan Sallabaş ‘taydı. Mağaranın içinde can pazarı yaşanıyorken, kemiklerin içine gömülen Sallabaş ölü gibi yatıyordu. 

 ”Şişşt fıstık, nereye gidiyorsun sen bakayım”  

 Kızgınboğa mağarada bulunan savaşçı orkları yeme işini bitirmişti. Sırıta sırıta Nafız’ın bulunduğu yöne doğru yürürken konuşuyordu. Nafız, yaratığın bakışlarından amacını çözdü. 


 ”Ulan, öleceksek de namusumuzla ölürüz!” diye bağırıp kendini uçuruma saldı. 

 ”Tadına bakmadan, bir yere gidemezsin ufaklık!”  

 Uçuruma düşmek üzere olan Nafız’ı boğazından yakalayan Kızgınboğa, şehvetle inledi. 

 ”Senin gibisi pek uğramıyor buraya, iri yarı orklardan gına geldi. Biraz eğlenelim, sonra kendi ellerimle atarım seni aşağıya”  

 Leş gibi kokan ağzından bu kelimeler çıkarken, sırt üstü yere vurdu Nafız’ı. Kızgınboğa bir eliyle Nafız’ın boğazına bastırırken, diğer eliyle telaşlı bir şekilde belden aşağısında bulunan paçavrayı yırtıp attı. 

 ”Korkma, senin de çok hoşuna gidecek!”  

 Üstüne çıkmaya çalışan yaratıktan gelen sözler karşısında, Nafız çaresizlik içinde kaldı. 

 ”Ne yapmış olabilirim? Bunların başıma gelmesi için ne yapmış olabilirim?” 

 Düşünceler beyninde yankılanırken Nafız gözlerini kapatmış, başına gelecekleri bekliyordu. Derken mağaranın içi bir kükremeyle titredi. Durum göz önüne alındığında Kızgınboğa’nın zevk nidalarını duymak normal olurdu ama çıkan ses müthiş bir acının tezahürüydü. 

 Nafız gözlerini açtığında, mağaraya girdiklerinde Minotaur’un yanında duran savaş çekicinin şimdi Kızgınboğa’nın göğsünden çıkmış olduğunu gördü. Kızgınboğa çekicine baktıktan sonra kafasını arkaya çevirdi. Tatlı olarak sakladığı iri kıyım ork ona ait silahın sapına dayanmış, zar zor ayakta duruyordu. 

 Sallabaş, yediği darbenin şiddetiyle kafataslarının içine düştüğü gibi bayılmıştı. Uyandığında, Nafız’ı yaratığın ellerinde çırpınırken gördü. Kalkmak için kolunu savurduğundaysa, eline çarpan savaş çekicine dayanarak acı içinde ayağa kalktı. Toynak darbesi sonucu neredeyse tüm kaburgaları kırılmıştı, aldığı her nefeste kemikleri ciğerine batıyordu ve saç köklerine kadar hissettiği şiddetli bir ağrısı vardı. Buna rağmen sıkıca kavradığı silahı Kızgınboğa’nın gövdesine indirmeyi başardı. Çekicin sapına dayanarak ayakta durabilmesine bakılırsa, vuruşta kullandığı son gücüydü. Kızgınboğa tecrübeli bir savaşçıydı, vücudundaki yaranın onu ölüme götüreceğini çok iyi biliyordu. 

 ”Madem öleceğim, siz de benimle beraber geliyorsunuz!” 

 Kızgınboğa, boğazından tuttuğu Nafız’ la beraber uçuruma doğru hamle yaparken, bir gayretle kuyruğunu Sallabaş’ın beline doladı. Ölüme giderken yanına düşmanlarını da aldığını bilmenin rahatlığıyla uçuruma atladı. Nafız gözlerini yavaşça açamadan önce, acaba şimdi hangi cehenneme yollanacağım diye düşündü. 

 Metalik sesin kulağına ulaşmasını beklerken etrafı inceliyordu. Yanındaki ağır yaralı Sallabaş ile beraber kendilerini tamamen bembeyaz bir odanın içinde buldular. Meraklı gözlerle odayı araştıran Nafız, sonsuz beyazlığın dışında, odanın içinde sadece kan kırmızı renkte bir kapının bulunduğunu keşfetti. Yaralı Sallabaş bilincini kaybetmiş şekilde yatarken, Nafız’ın aklı çeşitli düşüncelerin istilasına uğruyordu. 

 “Bırak onu, sadece yük olacak!’’

 “Öldür onu! Acılarına son ver!’’ 

 Kapakları inmiş bir barajın suları gibi hücum eden bu düşünceler yüzünden, Nafız olduğu yerde kalakaldı. Kısa süren bu durumdan sonra hafifçe mırıldanacaktı. 

 “Belki hiçbir zaman çok cesur veya çok erdemli biri olmadım ama bana iyilik yapanları da yüz üstü bırakacak kadar şerefsiz değilim’’ 

 İradesini ortaya koyup aklından geçen düşünceleri bertaraf eden Nafız, Sallabaş’ın koca kafasına asılarak odadaki tek nesneye doğru yürüdü. Sallabaş’ın yaralarından sızan kanlar, süt beyazı odanın zemininde kırmızı bir çizgi oluşturuyordu. Önüne geldiğinde, çeşitli desenler ve kabartmalarla süslenmiş olan kapıda iki adet delik olduğunu keşfetti. 

 Bir yaratığın ufak ağzını andıran deliklerin içini araştırmak için elini uzatan Nafız’ın parmakları, jilet gibi kenarlara değince kanamaya başladı. Elinden akan kanlar hızla ağız biçimindeki deliklere çekilirken, Nafız’da yapılması gerekeni anlıyordu. Kapı kan istiyordu, yüzde yüz emin olmasa da açılmasını sağlayacak tek yolun bu olduğuna kanaat getirdi. 

 Normal şartlarda, bu görevi Sallabaş’ın üstlenmesini istemekten çekinmezdi fakat bilinci yerinde olmayan ve çok kan kaybeden birini bu işte kullanmak, onu öldürmekle aynı kapıya çıkardı. Nafız, derin bir nefes alıp dişlerini sıktıktan sonra ellerini kapıdaki deliklerden içeri soktu. Bileklerine kadar geldiğinde keskin kenarlar derisini parçaladı ve kanın kapının içine doğru akmasını sağladı. 

 Bu anlarda, kapının biran önce açılmasını bekleyen Nafız için zaman geçmek bilmiyordu. Uzuvlarındaki kanın tamamen çekildiğini hissetmeye başladığı sırada, ellerindeki akışın durduğunu keşfetti. Kapı ağır ağır açılmaya başlarken Nafız ellerini deliklerden çekmiş, bileklerindeki yaraların mucizevi şekilde kapanmasını izliyordu. 

 Yaşadığı kan kaybından dolayı halsiz düşen Nafız, Sallabaş’ı sürükleyerek kapıdan geçti. Giriş yaptıkları odaya baktığında küçük bir laboratuvar şeklinde tasarlanmış olduğunu gördü. Duvarda bulunan tahtalarda çeşitli problemler yazılıydı ve masaların üstünde bazı deney tüpleri vardı. Cam kapların içindeki birçok madde, fokurdayarak ortama esrarengiz bir hava katıyordu. 

 Burada da bir kapı bulunmaktaydı. Öncekinin şaşaalı yapısının aksine, bu kapı düz siyah bir materyalden yapılmıştı. Görünürde kapının ne kolu ne kilidi vardı. Bir süre kapıyı inceleyen Nafız, herhangi bir ipucu yakalayamadı. Kapıdan sonuç elde edemeyen Nafız, etrafındaki materyalleri incelemeye başladı. Tahtaların bir tanesinin başına geldiğinde, üzerinde geometri sorusu olduğunu keşfetti. Aceleyle bütün tahtayı teftiş eden Nafız’ın, ağzı kulaklarına varmıştı. 

 “En basit seviye geometri ulan bu!” 

 Nafız, iki açısı verilmiş bir üçgenin kalan açısının sorulduğu sorunun cevabını elindeki tebeşirle yazdığında, kapıdan bir kilit sesi geldi. Olayın mantığını anlayan Nafız, hızlı bir şekilde işe koyuldu. Her çözdüğü probleme bir kilit açılma sesi eklenirken, tahtalarda bulunan bütün sorular bitmişti. Sorular bir ork için çok zor olsa da Nafız liseyi bitirdiğinde eğitim sisteminin içine tam olarak edilmediğinden dolayı, basit soruları her hangi bir sorunla karşılaşmadan çözdü. 

 Nafız’ın beklentisinin aksine kapı açılmadı, bunun üzerine masaların üzerindeki deney tüplerine yöneldi. Her deneyin yanında talimat içeren bir parşömen bulunmaktaydı, nasıl olduğunu bilemediği bir biçimde yazılanları rahatlıkla okuyabiliyordu. Son deney tamamlandığında, kapı kendiliğinden sonuna kadar açıldı. 

 Nafız diğer odaya giriş yapınca, gördükleri karşısında gözlerine inanamadı. Kızgınboğa, elinde savaş çekiciyle onları bekliyordu. 

 “Benden kaçabileceğini mi sandın? Yanındaki cesedi buraya kadar taşıman ne büyük incelik.’’  

 Kızgınboğa ikilinin üzerine yürürken konuşmasını sürdürdü 

 “Beni yaraladınız, yerimden ettiniz! İkinizi de lime lime edene kadar durmayacağım!’’ 

 Nafız çaresizlik içinde sağa sola bakınırken, yanında zemine saplanmış bir hançer olduğunu gördü. Sallabaş baygın vaziyette arkasında yatarken, Kızgınboğa boynuzlarıyla saldırıyordu. Kaçmanın fayda etmeyeceğini anlayan Nafız, bir haykırma koparıp elindeki hançerle Kızgınboğa’nın boynuzlarına doğru saldırdı. 

 Zamanın duracakmış gibi yavaş aktığı bu anlarda, Nafız öncekinin aksine gözlerini kapatmadı. Kızgınboğa’nın boynuzlu büyük başına doğru ilerlerken, gözleri çakmak çakmak yanıyordu. İki savaşçının birbirlerine girmesine ramak kala, Nafız burnuna gelen keskin bir koku ile bayılacak gibi oldu. 

 Silkinerek kendine geldiğinde önündeki sahne tamamen değişmiş, cinayet arzusuyla dolu kırmızı gözlerle ona bakan bir güzelliğin karşında uyanmıştı. Boğazında hissettiği soğukluğa bakmak için gözlerini öne eğdiğinde, az önce elinde tuttuğu hançerin şu anda boğazına dayalı olduğunu gördü. 

 “Kıpırdama küçük fare! Uslu uslu arkadaşını bekle!’’ 
 
 Kafasını sağa çevirerek konuşan kadının baktığı yönde, Sallabaş’ın yanında kendi kadar iri bir ork görülüyordu. Diğer orkun elleri, kendinden geçmiş şekilde yatan Sallabaş’ın boğazında idi. 

 “Sen sınavları geçtin, bakalım arkadaşın geçebilecek mi? Geçemezse kanınla banyo yapacağımı bilmek, senin için bir problem olmaz umarım!’’  

 Şuh kahkahalar eşliğinde konuşan kadının yakut rengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Gergin bekleyişin sonunda Sallabaş gözlerini açtığında, Nafız kalp atışlarının çıkardığı sesten sağır olmak üzereydi. 

 “Tamam, dostum her şey bitti! Hareket etmeden sakince bekle’’ 

 Yerinden kalkmaya çalışan Sallabaş ağrıyla inleyince, elleri boğazında bekleyen ork nazikçe Sallabaş’ın kafasına bastırarak konuştu. Bu ork odada bulunan diğer kadın gibi holograma benzer bir yapıda olsa da görünümleri ve dokunuşları gerçekle birebir etki yaratıyordu. 

 “Mora, böyle iyi yürekli bir genç mirasımı alacağı için çok mutluyum. Sen ne düşünüyorsun?’’ 

 İri kıyım ork, kırmızı saçlı kadının gözlerine bakarak sordu. 

 “Her ne kadar çok çirkin olsa da bu veledin de yüreği kuvvetli! Sanırım artık ebedi istirahatimize çekilmenin vakti geldi Alyon’’ 

 Az önceki vahşi halinin aksine son cümlesini söylerken sesi titriyor, gözleri nemleniyordu. Mora’nın duygusallığa kapıldığını anlayan Alyon, konuyu değiştirmek için oturdukları yerde kalakalmış orklara dönecekti. 

 “Siz, mirasımıza almaya hak kazanan savaşçılar, lütfen kendinizi tanıtın!’’

 “Titrek!’’ 

 Önünde gerçekleşen olayların şoku Nafız‘ın sesine yansımış, ağzından çıkan kelime isminin ezikliğine layık şekilde titreyerek çıkmıştı. 

 “Benim adım da Sallabaş!’’  

 Sallabaş kaburgalarındaki kırıklar sebebiyle, ismini zar zor söyleyebilmişti. 

 “Seni kahpe kader, ölümde bile peşimizi bırakmadın değil mi?’’ 

 Mora, miraslarını alacak kişilerin ismini öğrenince sinirli bir çığlık kopardı. 

 “Mora, sakin ol!’’  

 Alyon sesine ciddiyet katarak konuştu.  

 ’’Bu kişiler belirlenmiş testleri geçmedi mi? Zindan onları seçti, biz de bunu kabul etmeliyiz!’’ 

 Alyon, Mora’nın sinirli bakışlarına aldırış etmeden sözlerine devam etti. 

 “Ben sabık ork lordu Cesuryürek’in oğlu Alyon. Bu güzel hanımefendi de Cehennem Diyarı’nın en ünlü silah ustası olan Abarran’ın kızı, sevdiğim kadın olan Mora’dır.’’ 

 Alyon’dan gelen bu sözler Mora’yı sakinleştirmiş ve sanki biraz da hüzne sürüklemişti. Alyon, kısa bir soluktan sonra konuşmasına devam etti 

 “Biz, yaklaşık yüz sene önce adımızı bu kıtanın her yerine duyurmuş savaşçılarız. Hain bir planla öldürülmeden önce, mirasımızı ve benliğimizi bu zindana bağladık.’’ 

 Nafız tüm yaşananları unutmuş pür dikkat Alyon’ un konuşmasını dinlerken, Sallabaş aldığı yaralardan ötürü acı içinde inliyordu. 

 “Sabret dostum, son şartı sağlayıp mirasımı alınca bütün acıların sona erecek’’  

 Alyon, Sallabaş’a umutla bakarak konuştu. 

 “İntikamımızı almaya yemin ettiğiniz vakit, tüm mirasımız sizin olacak. Bütün dünyayı karşınıza almak anlamına gelse de mirasımızı istiyor musunuz?’’  

 Mora sorgular bakışlarla sorusunu yöneltti. 

 “Evet, sonucu ne olursa olsun mirasınızı istiyoruz!’’  

 Nafız, tüm çekincelerine rağmen, içinden gelen dürtüyü bastıramayarak hemen cevap verdi. Yüz sene önce ölen bu canlıların tezahürünün kudretine tanık olan Nafız, ’’Sefilce yaşamaktansa, güçlü bir şekilde ölürüm’’ diye düşündü. 

 “Çok doğru bir karar verdin! Bunca konuşmadan sonra sizi öldürmek, benim de içimi acıtacaktı’’  

 Mora, yüzüne insanın içini ısıtan bir gülümseme kondurarak konuşmasına devam ederken, arkasında hiçlikten iki tane tabut çıktı. 

 “Tüm hazinemiz ve benliğimiz tabutların içinde sizi bekliyor. Mirasımızı alınca, bilincimizi de beraberinde almış olacaksınız. Mirasımızı kaybetmek istemiyorsanız, verdiğiniz sözü sakın unutmayın!’’ 

 Sözlerini tamamladıktan sonra, Alyon’un hologramı yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bu tükenişte ona ellerini sımsıkı tuttuğu Mora’da eşlik ediyordu. Nafız sahne karşısında ne diyeceğini bilemedi, içine çökmüş melankoliyle birlikte Sallabaş’ın yanına yürüdü. 

 “Kalk dostum, şimdi yeni hayatımıza başlamamızın zamanıdır!’’ 

 Nafız, bir eliyle belinden kavradığı Sallabaş’ı omuzundan da destek alarak tabutların başına kadar getirdi. Sallabaş’ın durumu gittikçe ciddileşiyor, her adımına bir inleme eşlik ediyordu. 

 ”Önce sen, acele et!”  

 Nafız tabutların büyük olanını işaret ederek konuştu. Ağır kapağını sürükleyerek yere düşürdüklerinde, beyaz iç döşemenin üzerindeki kristal küreyi gördüler. Sallabaş küreyi ellerine aldığında, içinde atan bir kalp olduğunu keşfetti. Aynı anlarda tabutun iç döşemesi yukarı kalkarak, alttaki gizli bölmeyi açığa çıkardı. Sallabaş, alt bölümde ortaya çıkan zırh takımına hayranlık içinde bakarken, Nafız’dan gelen uyarıyla irkildi. 

 ”Çabuk, atması durmadan elindeki kalbi ye!” 

 İçgüdüleri, bunca senedir bekleyen bu organın atmasında bir keramet olduğunu söylemişti Nafız’a. Bir anda telaşa kapılan Sallabaş, elindeki futbol topu büyüklüğündeki kalbi ağzına atarak çiğnemeye başladı. Kalbin parçaları midesine indiği zaman, bilincini kaybedip yere yığıldı. 

 Nafız endişeyle Sallabaş’ın yanına eğildi. Solunumunu kontrol ettiğinde, nefes alışverişinin devam ettiğini görüp rahat bir soluk aldı. Baygın olduğu zaman içinde, Sallabaş’ın beyaza çalan suratı eski rengini yavaş yavaş geri kazanıyordu. Vücudundan gelen kemik sesleri eşliğinde göğsüne aldığı yara kapanmış ve neredeyse tamamen iyileşmişti. 

 Uzun bir süre sonra, Sallabaş derin komadan çıktı. Yattığı yerden etrafı seyrediyordu. Yaralarının iyileşmesi dışında, herhangi bir fiziki değişim göze çarpmıyordu. Asıl değişim ruhunda yaşanmıştı gibiydi, doğduğundan beri saflığın zirvesindeki mizacı tamamen değişmişti. Bakışlarına yerleşmiş olan keder, bunun en önemli kanıtıydı. 

 ”Teşekkür ederim!” 

 Sallabaş yerinden doğrularak Nafız’a seslendi. 

 ”Benimle ilgilendiğin için, gerçekten teşekkür ederim” 

 Nafız, her zaman kaygısızca çevresine bakan bu orktan duyduğu sözler karşısında ne diyeceğini bilemedi. Lafını bitiren Sallabaş, ayağa kalkarak odanın uzak kösesine doğru yürüdü. Yerde yüzüstü yatan bir yaratık vardı. Kızgınboğa, vücuduna giren çekiçle beraber odanın köşesinde can çekişiyordu. Sallabaş sapından yakalayıp kendine çektik sonra devasa çekici tek eliyle bir kaç tur çevirdi ve konuşmaya başladı. 

 ”Bana Alyon ismiyle hitap edebilir misin ?”  

 Davudi ses kulağına eriştiğinde, Nafız büyük bir şaşkınlıkla bambaşka tavırlara bürünen Sallabaşı izliyordu. 

 ”Ben, Alyon’ un son hediyesiyle ilgilenirken, sen de kendi mirasını alabilirsin! Hızlı davranmayı unutma”

Alyon, yerde yatan Kızgınboğa’nın cılız vuruşlarla atan kalbini yerinden sökmeden önce gülümseyerek konuştu. 

 ”Evet, evet, benim numaramı bana satmak eğlenceli oluyor değil mi? Hadi sen keyfine bak!”  

 Nafız mırıldanarak tabuta doğru yürümeye başladı. Açtığındaysa, diğerinin aksine tabutun içinin kan kırmızı bir kumaşla döşendiğini gördü. İstemsizce Mora’nın saçları aklına düştüğünde kederle mırıldandı. 

 “Ölümünde bile tavrını yaşatıyorsun”  

 Tabutta küçük bir cam şişe ve içinde yüzen birkaç damla kan vardı. ‘Demek bizim de olayımız bu’ diye düşündü Nafız. Şişenin kapağını açtığında, burnuna tanıdık bir koku geldi. Hayalinde Kızgınboğa ile tam çarpışacakken kendisini sersemleten kokuydu bu. Bilinci gel git yaşarken, Nafız şişeyi fondip yaptı. 

 Yuttuğu kan geçtiği her yeri yakarak yolculuk etmeye başladığında, Nafız acı içinde bağırıyordu. Vücudunun her santimini kavuran kor ateş parçaları, bir süre sonra yukarıya doğru toplanmaya başladılar. Kanlar başına ulaştığında sayısız sahne, hayal kırıklıkları, mutluluklar, beynini patlatmak istercesine akın etti. Mora’nın aldığı zorlu eğitimin acılarını bedeninde hissederken sancılar içinde kıvranıyor, çığlıklar atıyordu. Sonsuz ıstırap döngüsünde savrulurken kafasında bir soğukluk hissetti. His ilahi bir tını gibi vücudunda yayılırken, Nafız kendine geldi. 

 ”Höst ulan ibiş! Çek ellerini üzerimden!”  

 Nafız acılardan uyandığında, sinirle konuştu. Alyon kafasını okşarken, kucağına kıvrılmış kedi yavrusu gibi oturtmuştu onu. 

 ”Sana da iyilik yaramıyor, her zamanki gibi huysuzsun!”  

 Alyon, vurdumduymaz bir tavırla tabuttaki zırhı giymek için ayağa kalktı. Zırh, simsiyah bir maddeden yapılmış, biçim olarak ortaçağ Avrupa’sının modellerini çağrıştırıyordu. Alyon zırhına bakarken keyifle konuştu. Giydiğindeyse zırh kendiliğinden onun üstüne uyacak şekilde yeniden biçimlendi. 

 ”Mora’nın babasının işçiliği, birinci sınıf”  

 Nafız hayranlığını gizleyememişti. Kendi tabutunun başına döndüğünde, onu da üç güzel hediye bekliyordu. İkinci bölümde bir kompozit bileşik yay, soluk kırmızı renge sahip iki deri bileklik ve gümüş yüzük bulunuyordu. Mora’dan aldığı bilinç sayesinde Nafız, bu maddelerin kullanımlarına zaten aşinaydı. 

 Mora, geçmişte iki uzmanlığa sahip eşsiz bir savaşçı olarak tanınıyordu. Karanlık sanatlardan kan büyüleri konusunda yüksek seviyede uzman olmasının yanında, suikastçı yetenekleri de inanılmazdı. Parmağına gümüş yüzüğü takınca, eşyalarını ve ganimetlerini saklayacak geniş bir depolama alanına kavuştu. Bu yüzükten ork steplerinde sadece şu anki Ork Lordunda bulunuyordu. Nafız, Abarran’ın kızına epey bonkör davrandığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. 

 Deri bilekliklerin üzerinde gümüş kuru kafa kabartmaları vardı. Görünüşleri sadece dekoratif bir eşya gibi dursa da, Mora’nın atak gücünün neredeyse tamamı bu bileklikler tarafından sağlıyordu. Bileklikler, Alyon’ un zırhı gibi ebatlarını kullanıcının boyutuna göre ayarlayabilen bir özelliğe sahipti. Nafız’ın bir düşüncesiyle, bilekliklerin elin dış tarafına bakan kısmından iki hançer fırladı. Bu hançerlerin görünümü, Cengiz Han’ın hayatını konu alan bir filmdeki savaşçıların hançerlerini anımsattı Nafız’a. 

 ”Hala sıcak olmalı ceset, biraz kan özü toplamalıyım” 

 Hançerleri görünce aklına kalbi Alyon tarafından yenilen Minotaur cesedi geldi. 

 ”Sizi lime lime edeceğim! Senin de hoşuna gidecek, merak etme!”  

 Nafız hançerlerini yeni ölmüş bedene saplarken, Minotaur’un canlıyken yaptığı konuşmaları taklit ediyordu. Bir süre cesedi parçaladıktan sonra, bileklerin rengi kırmızılaşmaya başladı. 

 ’’Bu yeterli değil, daha çok kan dökmem lazım’’ 

 Aldıkları miraslar müthiş olsa da seleflerinin teknikleri ve güçlerini kullanmak istiyorlarsa kendilerini geliştirmeleri gerekiyordu. Bir şeyin nasıl yapılacağını bilmek, onu yapabileceğiniz anlamına gelmezdi. Yayını sırtına atan Nafız, “Buradan çıkma vaktimiz geldi’’ dedi. Alyon ile beraber odada bulunan kapıdan geçtiklerinde, kendilerini Kara Mağara’nın içinde buldular. Gün ortası girdikleri bu mağaradan çıkışlarında, havanın çoktan kararmış olduğunu gördüler. 

 “Kabileye gitme zamanımız geldi mi Titrek!’’  

 Alyon, Nafız’a bakarak seslendi. 

 “Bana o isimle, sakın hitap etme’’   

 Gözlerinden şimşekler çakarken, Nafız Alyon’a sertçe çıkıştı. 

 “Tamam, ne diyeyim sana?”

 “Kabileye döndüğümüzde, herkesle beraber sende öğreneceksin ismimi’’  

 Laflarını tamamlayan Nafız tiz bir çığlık kopardı. 

 “Acilen güçlenmemiz lazım. Ne dersin, bir yarışa var mısın?  

 Alyon, çığlığın geldiği yere doğru koşan vahşi yaratıklara sevinç içinde bakarak ”Hatıralarımdan bildiğim kadarıyla, sana kaybettiğim bir yarış bulunmuyor” dedi. İkili, silahlarını çekip üstlerine gelen vahşi yaratık sürüsüne doğru koşmaya başladılar. Sonraları ismi Kızıldağ olarak anılacak yerin üzerindeki kaybolmayan kan kokusunun nedeninin, bu geceki katliam olduğunu kimseler bilemeyecekti. 

 Tüm bu olaylar yaşanırken, ork kabilesinde de tuhaf şeyler olmaktaydı. Kara Mağara’dan yaralanmış bir şekilde çıkan Kalındiş, geride bıraktığı on savaşçısını alıp geri dönmüştü. Kabileye girdiklerinde, şefin torunu orkların şaşkın bakışları altında babasının çadırına yöneldi. 

 “Kalındiş nasıl bu kadar yaralanabilir? Yanında yirmiye yakın asker vardı!’’

 “Avda sorun çıkmış olmalı, onun gibi bir savaşçıyı yaralayan nasıl bir yaratıktı acaba!’’ 

 Levazım Bölümü orkları, bölgelerinden geçen Kalındiş’ in durumunu görünce aralarında tartışmaya başladılar. Söylentiler kısa sürede tüm kabileyi sarmıştı, herkesin konu hakkında bir fikri olmuştu. 

 “Seni aptal, Kızgınboğa’nın mağarasında nasıl bu şekilde konuşabildin. Tek parça dönebildiğine şükretmen gerekiyor.’’ 

 Kaplanyürek, Yücedağ’ın lordu olan yaratığın hiddetini ilk elden tatmış biri olarak, oğluna sert bir fırça çekiyordu. 

 “En azından, ilk önce benim yanıma gelmeyi akıl edebildin. Şimdi duruma uygun bir bahane üretmemiz lazım.’’ 

 Sözlerini tamamlayan Kaplanyürek’ in gözlerinde hain bir ışıltı belirdi. 

 “Şimdi beni iyi dinle! Birazdan sana söyleyeceklerimi, harfiyen ezberleyeceksin. Akşam dedenin huzurunda acil olarak toplanıldığında, sana ne dediysem onları konuşacaksın. 

 Kalındiş, aldığı darbenin yarattığı tahribat nedeniyle sadece başını sallayarak yanıt verebildi. Bu sahneyi gören Kaplanyürek biraz yumuşadı. 

 ’’Git çadırına dinlen, şifacıyı yolluyorum yanına’’ 

 Kalındiş aksak adımlarla dışarı çıkınca, Kaplanyürek yıldırım hızıyla babasının bulunduğu çadıra doğru yol aldı. 

 “Efendim, lütfen durun! Şefimiz içeri kimsenin girmemesini emretti!” 

 Nöbet bekleyen savaşçının uyarısına yumrukla karşılık veren Kaplanyürek, çadırın kapısından içeri aceleyle girdi. Ork şefi Ayıboğan, kollarının altına aldığı iki dişi orkla ateşli dakikalar yaşıyordu. Kapıdan destursuz şekilde içeri giren oğlunu görünce, siniri tavan yaptı. 

 “Kaplanyürek, ne yaptığını sanıyorsun sen?’’  

 Kükremenin ardından iki dizinin üstüne çöken Kaplanyürek, sesine hüzünlü bir nağme ekleyerek konuştu 

 “Baba! Bu günün geleceğini sana söylemiştim!’’ 

 Ayıboğan oğlunun yüzüne baktı ve iki dişi orka dışarı çıkmalarını emretti. Keyfi kaçmıştı, yatakta çıktı ve beline bir kürk dolayıp tahtına oturdu. 

 ”Hayır, böyle bir işe kalkışacak cesarete sahip olamaz!”  

 Ayıboğan’ın kelimeleri net olsa da sesindeki titreme gözden kaçmıyordu. Kaplanyürek babasının tereddütte kaldığını görünce, dozajı iyice arttırarak konuşmaya devam etti. 

 ”Avdan bir önceki gece, çadırında o ikisiyle buluştuğunu savaşçılar rapor etti. Daha bir hafta önce korkularından zor nefes alan hainler, nöbetteki iki savaşçıya saldıracak cesareti başka türlü nasıl bulabilirler baba?” 

 Ayıboğan’ın aklına isim törenindeki sahneler düştüğünde, yüzünün ifadesi daha da tatsız bir hal aldı. Domuzkuyruk’ un kendini öne atıp o cılız orku ölümden kurtarmasına ve diğer iri kıyım orkun Kalındiş’ in elini kırmasına şahit olmuştu. 

 ”Olabilir mi? Bunca seneden sonra, bana başkaldırmaya mı karar verdi yoksa?” 

 Kaplanyürek’ in çadıra girip dizlerinin üstünde konuşmaya başladığı andan itibaren, kabile artık eskisi gibi olamazdı. Kalındiş’ in infazlarını gerçekleştirmek için mağaraya götürdüğü iki orkun onu gafil avladığını, Kızgınboğa’yı kışkırtıp kendileriyle birlikte diğer tüm orkları ölüme sürüklemeye çalıştıklarını, türlü yalanlar eşliğinde babasına anlattı. 

 ”Onları neden Yüce Dağ’a gönderdiğimizi nasıl bilemez. Bu iki orkun Kalındiş’e duyduğu kini kullanarak, soyumuzu bitirmeye çalışıyor. Yaşamasına izin verdiğimiz yetmiyormuş gibi, bir de oğlu olmasına izin verdin! Sana yalvarıyorum baba! Bu işi gün doğmadan kökünden halletmemiz gerekiyor!”  

 Kaplanyürek, ciğerlerini sökercesine haykırarak sözlerine devam etti. Gözleri müthiş bir drama sergileyen oğluna bakarken, Ayıboğan’ın aklı seksen sene önceki o geceye döndü. Ork şeflerinin soylarını sürdürebilmek için uymaları gereken bazı önemli kurallar vardı. Şef, sadece soyunu doğurabilecek nitelikte olan bir dişi orktan çocuk yapabilirdi. Türleri müthiş üreme yeteneğine sahipti. Tahtın güvenliği adına, ilk erkek çocuktan sonra şefler çocuk sahibi olmayı bırakmak zorundaydılar. Bu, dört kardeşiyle beraber ork steplerine hükmetmeye başladıklarında koydukları en önemli kuraldı. 

 Yüz senedir kuralın bozulduğu sadece tek istisna oldu. Ayıboğan’ın oğlu dünyaya geldikten sonra henüz beş nefes geçmemişti ki çadır bir ağlama sesiyle daha inledi. İkiz erkek çocuklarından küçük olanı öldürmesi gereken Ayıboğan, duygularına yenik düştü. İlk doğan oğlunu çadırında tutarken, diğerini yeni doğanların yanına yolladı. 

 İşgüzar şifacının itibarını arttırmak için olayları Kaplanyürek’e anlatmasına kadar geçen yıllar boyunca, bu sırdan başka kimsenin haberi olmadı. Duyduklarının etkisiyle babasının karşısına dikilen Kaplanyürek, o gün yediği tokadın acısını ömrü boyunca unutamayacaktı. Şifacının infazı çok sessiz olmuş, yanı sıra kabilenin yıldız avcısı Domuzkuyruk’ un levazım bölümüne başkan atanması herkesi çok şaşırtmıştı. 

 Durumların değişmesiyle beraber nefret ettiği kardeşini öldürmek için seçenekleri tükenen Kaplanyürek, kinini yüreğinde günden gün büyüterek bu zamana kadar gelmişti. 

 ”Ay tepeye ulaştığında, bütün bölüm başkanları çadırımda olsun. Kalındiş’ de mutlaka hazır bulunsun!” 

 Oğlunun çadırına giderken Kaplanyürek’ in keyfîne diyecek yoktu. İçeri girdiğinde tedavi işlemini sürdüren şifacıyı apar topar dışarı gönderip, babasına söylediği yalanları harfiyen Kalındiş’e ezberletmeye başladı. Toplantı haberini alan bölüm şefleri, gerekli hazırlıkları yapmaya başladılar. Savaşçıların bölüm şefine giden haberse diğerlerinden biraz farklıydı, bu nedenle çadıra ilk o geldi. Çadırın dışı yoğun savaşçı takımlarıyla sarıldı ve normalin aksine, içeri girenlerden silahlarını bırakmaları istendi. 

 Domuzkuyruk, gündüz yaşanan olaylardan kabiledeki birçok kişiden önce haberdar olmuştu. Eski bir avcı olarak yaralanma ve ölümlere sayısız kere şahit olan bu tecrübeli ork, şefin torunu bile olsa olayın neden bu kadar büyütüldüğünü çözememişti. 

 Ne de olsa bir kere ava çıkıldığında, başına neler geleceğini bilemezdin. Bu düşünceler içinde çadıra giriş yapan Domuzkuyruk, içerideki bölüm şefleri ve yardımcılarının savaş zırhları giydiğini gördü. Çadırın içi de dışı gibi birçok savaşçı tarafından istila edilmişti. Yardımcısıyla beraber yerine oturmadan önce, içini büyük bir huzursuzluk kapladı. Toplantıya katılan herkes yerlerine geçince, Kaplanyürek ayağa kalkarak emretti 

 “Çabuk, hainleri derdest edin!’’ 

 Emirlerini alan savaşçılar, Domuzkuyruk ve yardımcısını yerlerinden adeta söküp atarak şefin önüne getirdiler. Dört bir yanı sarılan bu ikili, diz çöktükleri yerden şaşkın bir şekilde etrafa bakıyorlardı. 

 “İki hain, bugün çıkılan avda kahpe bir tuzak kurarak, oğlum Kalındiş’i öldürmeye çalışmışlardır. Yanına aldığı askerlerle Yücedağ’ın katil lordunu öldürmeye giden oğlumu, sırtından vurmuşlardır!’’ 

 Bağıra çağıra başladığı konuşmasına es veren Kaplanyürek, sesine bir parça hüzün katarak devam etti. 

 “Kalındiş’i hepiniz tanırsınız, cesur kalbi her zaman kabilesi için atar. Onca uyarıma rağmen içindeki kabile aşkı ağır basmış.  Soydaşlarına yemek sağlamak için gittikleri Yüce dağ’ da, öldürülen sayısız kardeşinin intikamını almaya çalışmış!’’ 

 Çadırda bulunan bölüm şefleri ve yardımcıları, bu sözler üzerine göğüslerine sertçe vurarak acıyla bağırdılar. Ortamı istediği kıvama getiren Kaplanyürek, acımasızca saldırmaya devam etti. Parmağıyla Domuzkuyruk’u gösteren Kaplanyürek ”Oğlum ve kahraman savaşçıları zalim yaratığı mağarasında öldürmek için hücum ettiklerinde, isim töreninde bu hainin kurtardığı dişi ork kahpece arkadan saldırdı. Komutanlarının yaralandığını gören savaşçılarımız, yardıma koşarken zalim yaratık tarafından parçalandılar’’ dedi. 

 Domuzkuyruk artık kendini tutamaz oldu, yapılan bu iftira karşısında soğukkanlılığını kaybedip 


 ’’Yalan, iftira, benim bu olanlarla kesinlikle bir alakam yoktur’’ diye bağırdı. 

 ”Sus! Bu kutsal mekânda, yüce şefimizin önünde, nasıl bu şekilde konuşursun? Biraz sonra Kalındiş gelince, bakalım yaptıklarını nasıl inkâr edebileceksin?” 

 Kaplanyürek oğlundan, hususi olarak toplantıya biraz geç katılmasını istedi. Kendisi hızlı bir girişle ortamı hazırlayacak, aldığı yaralar yüzünden çok acı çeken ve zar zor yerinden kalmış imajı çizecek olan Kalındiş’ le finali yapacaktı. 

 ”Benim yaşadığım acıyı, sen de yaşayacaksın. Oğlunu ölümcül yaralar almış bir durumda görmek ne demekmiş anlayacaksın!” 

 Bölüm şeflerine yardımcılık yapacak kişiler, bizzat kendi oğulları olmak zorundaydılar. Bu kural, hem bölüm şeflerinin astlarının ihanetine uğrama riski düşürüyor, hem de her an oğlunun kellesinin gidebileceği korkusu bölüm şeflerini tehdit altında tutuyordu. Kendilerine doğru yürüyen Kaplanyürek’i görünce hışımla ayağa kalkmaya çalışan Domuzkuyruk, etrafındaki savaşçılar tarafından yüz üstü yere vuruldu. Kaplanyürek oğluna adım adım yaklaşırken, Domuzkuyruk’ un yapabileceği hiçbir şey yoktu. 

 ”Herkes dışarı çıksın!” 

 Adeta bir duruşmaya dönen toplantının başından beri sesi çıkmayan Ayıboğan, nihayet konuştu. Sesi çadırın içinde yankılanırken, bütün orklar kanlarının vücutlarından çekildiği hissettiler. 

 ”İkisi hariç, herkes çadırı terk etsin!”  

 Eliyle yerdeki Domuzkuyruk ile oğlunu gösterirken, Ayıboğan bir kez daha konuştu. Kaplanyürek itiraz etmek istedi ama babasına karşı yapacağı her hareketin aleyhine olacağını biliyordu. Herkesin dışarı çıkışını izledikten sonra yavaş adımlarla çadırı terk ederken, ”Geri zekâlı çocuk! Biraz geç kal dedim sana, bunca zamandır hangi cehennemde sürtüyorsun” diye kendi kendine mırıldandı. 

 ”Kafanı kaldır!”  

 Bir anda ıssızlaşan çadırın içinde, Ayıboğan yerdeki oğluna bakarak konuştu. Domuzkuyruk’ un gözlerini gördükten sonra yerinden kalkan Ayıboğan, ikiliye doğru yürürken konuşmasına devam etti. 

 ”Ailemizin en büyük kuralını yıkarak seni yaşatmamın sonucu böyle mi olacaktı? Soyumun canına kast etmek mi senin minnettarlığını gösterme şeklin?” 

 Uğradığı bu iftira, yaşadığı aşağılanmalar ve oğlunun canına kast edilmesi Domuzkuyruk’ un alt çizgisini çoktan geçmişti. 

 ”Ben, uzun yıllardır bana ne söylediysen yaptım, bir kez olsun seni zor duruma düşürecek hareketim olmadı. Şimdi hiçbir kanıt yokken, sende mi bana inanmıyorsun? BABA!’’ 

 Son sözcük ağzından çıktıktan sonra, çadırın içinde adeta soğuk rüzgârlar esti. Yıllardır kendisine tabu ettiği bu sözcüğü söylemişti nihayet. Babasının ve oğlunun şaşkın bakışları altında, omuzlarından bir yük indiğini hissediyordu. Aynı anda, kabile gök gürültüsü benzeri bir sesle inledi. Çadırın içindeki tuhaf hava da dışarıdan gelen bu nara nedeniyle tamamen dağıldı. 

 ”Çık dışarı Ayıboğan! Kancık kelleni, ödlek bedeninden ayırmaya geldim!” 

 Çadırın önünde bekleyenler sesin geldiği yöne doğru bakarken, kabiledeki diğer orklar şaşkınlık içerisindeydi. 

 ”Çık dışarı korkak, günahlarının bedelini ödeme vaktin geldi!”  

 Alyon, levazım bölümden geçerek şefin çadırına doğru ilerlerken bağırmaya devam etti. Simsiyah zırhı ve sırtında asılı duran devasa çekiciyle savaş tanrısı gibi görünen orkun yanına kimse yaklaşamıyordu. 

 ”Hey sen, cahil! Yürek yedinde mi geldin buraya? 

 Savaşçıların şefi Delibalta, birdenbire ortaya çıkan orka aşağılar tonda seslendi. ”Evet, üstelik bir dağ dolusu!”  Gülerek cevap veren Alyon, etrafında toplanmaya başlayan orklara bakarak sözlerine devam etti. 

 ”Ben Alyon, seneler önce yapılan bir ihanetin bedelini ödetmeye geldim! Kimseye zorbalık yapmayacağım ama bana zorbalık yapmaya çalışanları da bir daha kimseye zorbalık yapamayacak hale getireceğim. Şu andan itibaren, önüme çıkan herkes düşmanımdır!” 

 Sözlerini tamamlayan Alyon, etrafını sarmış olan kalabalığa aldırmadan şefin çadırına doğru yürümeye başladı. 

 ”Seni küstah bebe! Canın, benim okum tarafından alınacağı için kendinle gurur duymalısın!”  

 Tek gözünde siyah bant olan avcıların şefi silahına sarıldı. Kabilede bulunan en iyi yayın sahibi Keskingöz, bu mesafelerden attığını on ikiden vurmasıyla nam salmış biriydi. O yayına sarıldığında, olaya şahit olanlar iri yarı ork savaşçısının öleceğine kesin gözüyle bakıyorlardı. Herkes Keskingöz’ ün atışını beklerken, havada ıslık çalarak gelen kan kırmızısı bir ok avcıların şefinin iki kaşının arasından kafasına girdi. 

 ”Ne kadar vasat! Ses çıkartan okumu atmama rağmen kıpırdayamadı bile.”  

 Alyon’ un arkasındaki biri yavaşça konuştu. İri yarı orkun gölgesinden çıkan figürün görünüşü belli olmaya başlayınca, kabile halkı panik içinde kaldı. Bütün vücudu kanla kaplı şekilde yürüyen dişi orkun yaydığı aura, yakın çevresindeki orkların kanını dondurdu. Saçlarının uçları kırmızı olan bu ork, attığı tek okla avcıların şefini öldürmüştü. 

 ”Bunlar onlar! Bugünkü avda savaşçılarımızı tuzağa düşüren hainler!”  

 Kaplanyürek ölüme yolladığı ikiliyi görünce heyecanla bağırdı. 

 ”Beni tanıyabilmen ne hoş! Biraz değiştikten sonra tanıyamayacaksın diye çok korktum.”  

 Alyon’ un gölgesinden ileriye çıkan Nafız, üstüne ay ışığı düşerken sözlerine devam etti. ”Yeni bir kolye yaptım kendime. Nasıl olmuş, yakışmış mı?” 

 Nafız’ın boynunda, iki ork dişinden yapılmış bir kolye vardı. Kolyeyi gören Kaplanyürek dehşete düştü. 

 ”Bunlar, bunlar Kalındiş’ in dişleri. Oğluma ne yaptın canavar?” 

 Oğlunun dişlerini düşmanının boynunda gören Kaplanyürek, neye uğradığını şaşırdı. 

 ”Mağarada ölüme terk ettiği savaşçıları, yiğit komutanlarıyla öbür dünyada buluşmak istiyorlardı. Son isteklerini kıramadım çocukların.”  

 Nafız iki elini yana açıp omuzlarını yukarı kaldırarak, ne yapabilirim der gibi bir hareket yaptı. Yüce Dağ katliamını bitirince kabileye dönen Nafız, levazım bölümündeki orkların konuşmalarına kulak misafiri oldu. Kalındiş ‘in çadırına vardığında, suikastçı yeteneklerini kullanmasından dolayı kimse onu göremedi. Kaplanyürek içeride oğluna akşam söyleyeceklerini anlatırken, başka birinin onları dinlediğinden haberdar değildi. Kısa süre sonra çadırında tek başına kalan Kalındiş’ in ölümü, boğazına yediği hançer darbesiyle gerçekleşti. Nafız kendisi için sayısız işkence yöntemi düşünse de çabuk bir ölüm alabilecek kadar şanslıydı Kalındiş. Zira gece olacakları Alyon’ a anlatması gereken Nafız’ın çok acelesi vardı. 

 ”Katiller! Hainler! Emrediyorum hepinize, şefinizin torununu öldüren bu katilleri parçalarına ayırın!” 

 Oğlunu kaybetmenin acısıyla kabilenin üyelerine saldırı emri veren Kaplanyürek, ayakta zor duruyordu. Şefin oğlunun emrini duyan avcı bölümünden bir grup ork, ortadaki ikiliye doğru hareketlendi. Grubun önünde koşan ve diğerlerine göre daha iri olan ork, gözüne Alyon’u kestirdi. Elindeki ağaç gövdesi kalınlığında olan odun parçasıyla Alyon’ un kafasına vurabildiğinde, zaferini kesinleştirdiğini sandı. 

 Alyon, zırhının tek açık kısmı olan başından yediği darbe sonrası yerinden bir milim kıpırdamazken, odun parçası tuzla buz oldu. Bunun üzerine Alyon, saldıran orku boğazından yakaladı ve boştaki elini bıçak şekline sokarak göğüs kısmına delme hareketi gerçekleştirdi. Elini orkun vücudundan geri çektiğinde, avucunda hala atmakta olan bir kalp vardı. Alyon, az önce kalbini söktüğü orkun şaşkın bakışları arasında avucunda bulunan şeyi ağzına attı. 

 Bu kan dondurucu sahne herkesi şaşırtırken, Nafız da yayını gerdi. Saldıranlara bakan Nafız’ın yayınında beş kırmızı ok belirdi. Biraz sonra hedeflerini delip geçecek bu beş ok, Nafız’ın bilekliklerinin marifetiydi. Yay kullandığında, teli gerecek parmakları bileklik tarafından deriyle kaplanıyordu. Tek ok atacağı zaman, sadece baş ve işaret parmakları kaplanırken, şu anda beş ok atacağından bütün eli kırmızı renkli deri bir eldiven tarafından sarıldı. 

 Saniyeler içinde silinen grup, kalan orkların savaş şevkini kırdı. Olayları gören Kaplanyürek ”Kim dişi orku öldürürse, onu levazım şefi yapacağım!” dedi. Sözleri orkları hareketlendirirken, aceleyle konuşmaya devam etti ”Erkek orku öldüren, avcıların şefi olacak!” Orklar unvan konusunda pek tutkulu olmasalar da bu iki görevin uzun ve tehlikesiz bir hayat anlamına geldiğini biliyorlardı. 

 ”Sus, cinsiyetçi gebeş! Seni kesmeye cinsel organından başlayınca, yüzünün alacağı şekli görmek istiyorum!” dedi Nafız. Bilinci hala erkek olarak yaşasa da aldığı mirasın sahibi zamanında dünyayı sallayan bir kadındı. Böyle bir küçümsemeye tepki vermezse, ona bu lütfu sunan Mora’ya saygısızlık yapacağını düşündü ama duyduklarıyla beraber orklar tekrardan gayrete geliyordu.  

 ”Saldıralım! İki kişiler, ne yapabilirler ki?” 

 Kendi aralarında birbirlerine cesaret veren orklar ”Öldürelim! Hainlere ölüm!” nidaları eşliğinde saldırıya geçtiler. 

 ”Bir an saldırmayacaklar diye çok korktum” 

Dört bir yandan kendilerine saldıran orkları görünce, Nafız’ın keyfi yerine geldi. Mirasını tamamen kullanabilmenin yolu güçlenmekten geçiyor, bunun içinde korkunç miktarda kan özü gerekiyordu. Bilekliklerin üstündeki kurukafaların gözlerinden emilen kan, gelişiminin anahtarıydı. 

 Emilen kanların içinde küçük miktarda kan özü bulunmaktaydı. Bu kan özleri Nafız’ın vücudunu güçlendirirken, kalan kanlar bileklikte depolanıp hançer, ok ve bazı değişik silahlar için kullanılıyordu. Nafız’ın gözünde, hücum eden orklar mezbahaya koşarak gelen koyunlar gibiydi. Hançerlerini çekerek, kendini rüzgârın akışına bıraktı. 

 Zarif hareketlerle, adeta dans edermiş gibi orkları doğrayan Nafız’ın aksine, Alyon’ un savaşı tam bir vahşet tablosuydu. Elindeki devasa çekici her salladığında, en az bir ork parçalara ayrılıyordu. Momentumunu kaybeden çekicin çarptığı orklar, çeşitli uzuvlarını kaybederek canlarını kurtarabiliyordu. Kısa süre içinde yer sahipsiz kol, bacak ve kafalardan dolayı görünmeyecek bir hal aldı. Gözlerinin önünde süren katliamı izleyen savaşçılar yüreklerine çöken korkunun esiri olmuşken, duydukları emirle kendilerine geldiler. 

 ”Tüm savaşçılar, şefin çadırını koruma altına alın!”  

 Kaplanyürek işlerin iyiye gitmediğini görünce, karakterinde bulunan zayıflık evlat acısını bastırdı. Delibalta’ya dönerek ”En iyi savaşçılarını al, benimle beraber çadıra gireceksin” dedi. Arkalarında ki savaşçıların çekildiğini gören levazım ve avcı bölümü orklarının saldırıları durma noktasına geldi. Derin bir soluk alan Alyon, gök gürlemesini andıran sesiylebağırdı. 

 ”Kinimiz, sadece Ayıboğan’ın soyunadır! Şimdi geri çekilin ve yaşamaya devam edin.”  

 Şefin çadırına giden yolun kan nehrine döndüğü anlarda, sağ kalan orklar ellerindeki ilkel silahları atarak kenara çekilmeye başladılar. Çadırın önüne geldiklerinde, etrafını saran askerlerin gözlerinde korku ve umutsuzluğu bir arada gören Alyon, silahını sırtına attıktan sonra sakin bir ses tonuyla konuştu. 

 ”Bu son şansınız, silahlarınızı atın ve çadırlarınıza dönün. Yarın gün doğumunda, daha iyi bir yaşama uyanacağınızın sözünü veriyorum” 

 Onca orku öldürmesine rağmen, zırhının üzerinde bir damla bile kan yoktu. Asil duruşu konuşmalarına ağır bir hava katarken, karşısındakileri baskı altına alıyordu. İlk silahın yere düşme sesinden sonra aniden bastıran yağmur gibi bütün savaşçı orklar silahlarını atıp çadırlarına doğru yürümeye başladılar. 

 Nafız, daha bir hafta önce kapısından girerken korkudan titrediği çadıra bakıyor, içeride yaşadığı olayları düşünüyordu. Deriden yapılma kapıdan içeri kafasını soktuğundaysa, taze kanların damladığı suratına koca bir gülümseme kondurdu. 

 “Ölmeye hazır mısınız?” 

 Devasa çadırın ortasında, şef Ayıboğan zırhını giyinmiş, elinde baltası savaşa hazır bir şekilde bekliyordu. Kendisini ne kadar hazırlarsa hazırlasın, kapıdan giren bu ürkütücü yaratığın onu korkutmasını engelleyemedi. 

 ”Dışarıda ki onca savaşçı, nasıl bu kadar kolay yenilir. Delibalta, hainleri öldür hemen” dedi Kaplanyürek. Bulunduğu noktadan geriye çekilecek bir yer kalmamıştı, son sahne burada oynanacaktı. Yeni bir savaşçı şefi her zaman bulunurdu ama kendisi ölürse her şey bitmiş olacaktı. Aldığı emirle beraber sırtındaki silahını çeken Delibalta, kapıdan giren haine doğru saldırıya geçti. 

 Adını silahı baltayı kullanmadaki yeteneğinden alan savaşçıların şefi, sıra dışı bir atak yapmayı planlıyordu. Kanla kaplı şekilde kendisine koşan bu yaratığa silahı kafasının üstünde yaklaşarak, yukarıdan aşağıya doğru bir parçalama hareketi yapacakmış izlenimi verdi. Delibalta, düşmanının vuruş mesafesine girmesine iki nefes kala, ileri büyük bir adım atarak bel hizasında yatay bir kesme hareketine geçiş yaptı. Gizli saldırısından, bu zamana kadar kurtulan kimse olmamıştı. 

 Diğer orku nasıl öldüreceğini düşünmeye başlarken, silahının havayı kestiğini hissettiğinde kendisi için çok geçti. Başka bir rakip için, sürpriz saldırı olarak kullanılabilecek bu hamle, Nafız’a ağır çekim bir sahneyi izliyormuş hissi verdi. Hasmının hareketlerini okuma konusundaki müthiş tecrübesi ve olağanüstü hızıyla, Nafız başka bir ligin oyuncusuydu artık. 

 Baltadan sırtını yere paralel hale getirerek kaçınan Nafız, kayarak önünden geçtiği Delibalta’nın karnını hançeriyle boydan boya yardı. Hareketini bitirmesiyle, rakibinin sırtına bir kedi çevikliğiyle çıkarak bacaklarıyla belini sardı. Kollarını da boğazına doladığını Delibalta’nın kulağına doğru eğilerek ”Şiişşş! Şimdi uslu bir çocuk olup yerinden kıpırdamıyorsun” derken, işaret parmağıyla hasmının dudaklarına bastırıyordu. 

 Rakibinin sırtına çıkarak onu aşağılamasının verdiği öfkeyle gözleri kıpkırmızı olan savaşçıların şefinin, şakaklarında çıkan damarlar neredeyse patlayacak hale geldi. Boyunduruktan kurtulmak için elleriyle rakibinin kafasına saldıran Delibalta’nın karnından yere bir parça bağırsak düştüğünde, diğer savaşçılar henüz neler olduğunun farkında değildi. 

 ”Sana az önce ne dedim? Madem duyduklarını anlayamıyorsun, bu kulaklara ihtiyacın yok sanırım!” 

 Lafını bitiren Nafız, ısırarak Delibaltanın bir kulağını kopardı. Ağzındaki kulağı yere tükürdüğü sırada, Delibalta’nın acı çığlığı eşliğinde Alyon’ da çadırın içine giriş yaptı. Alyon, çadırın içinde istim üstünde bekleyen savaşçılara seslenerek ”Sizlere de son bir şans vereceğim, hemen çadırı terk edin ya da burada son nefesinizi verin” dedi. 

 Alyon’ un sesi tamamen değişmişti, çıkan sesin sahibini tanıyan Nafız hayretle kendisine baktığında, onun gözleri çadırın içindeki bir kişinin üzerindeydi. Nafız’ın ani hareketi yüzünden yarası açılan Delibalta’nın bağırsakları zeminine düştüğünde, savaşçı orklar kararlarını verebildiler. Ellerindeki baltalarla çadırın dışına doğru delikler açarak kaçışan orklar, bir zamanlar heybetiyle göz kamaştıran çadırı çingene bohçasına çevirdiler. 

 ”Küçükdomuzcuk, görüşmeyeli epey değişmişsin ama görüyorum ki seni pençelerinden kurtardığım o beyaz ayının postunu hala saklıyorsun” 


 Alyon, ork şefi Ayıboğan’ a bakarak konuştu. Bu sözleri duyan Ayıboğan’ın rengi attı, soluğu kesildi ve elleri titremeye başladı. 

 ”Hayır, o öldü! Sen kimsin? Olamaz, o sen değilsin, kimden duydun bunları?” 

 Kekeleyerek konuşan Ayıboğan, sonbahar rüzgârlarında savrulan bir yaprak gibiydi. Alyon, olayların başından beri çadırın içinde diz çökmüş vaziyette duran baba oğula ”İkiniz dışarı çıkın ve beni levazım bölümünde bekleyin!” dedi. Domuzkuyruk, gücünü ve yapabileceklerini çok iyi bilen bir orktu. Karşısında duran kişinin onun dengi olmadığını anladığında, itiraz etmeden verilen emiri uyguladı. 

 ”Hiç bir yere gidemezsiniz, izin vermiyo…” 

 Kaplanyürek çadırdan çıkan baba oğula bağırırken, Nafız’dan gelen tekmeyle nefesi kesildi. Bir saniye sonra kendini çadırın dışına uçarken bulduğunda, sırtındaki kaplan postu kafasına geçmişti. Dışarıda toplanmış kalabalık, acı içinde kıvranan Kaplanyürek’ in yanına doğru koşarken, gelen uyarı ile durdular. 

 ”Kim benden izinsiz elini sürerse, ellerini keserim!”   

 Kalabalığa cinayet niyeti taşıyan gözlerle bakan Nafız, yerdeki Kaplanyürek’i tekmeleyerek çadırdan aşağıya, levazım bölümüne götürmeye başladı. Levazım bölümüne gelindiğinde, onca yolu yuvarlanarak inen Kaplanyürek’ in her yeri yara bere içindeydi. Nafız, paçavraya dönen Kaplanyürek’ in bir direğe bağlanmasını emrettikten sonra, yüksekçe bir yere çıktı. 

 ”Benim adım, Kan Tanrısı Nafız! Levazım bölümündeki orklar, öne çıkın! Direğe bağlı olan bu kanı bozuğa, sırayla tokat atacaksınız. İçinizden kendini tutan olursa, gün doğumunu göremeyeceğini şahsen garanti ederim!” 

 Baştan aşağı kanla kaplanmış bir halde konuşan Nafız, ay ışığı üzerine düşerken ölümün vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. Dilde dile yayılarak, bir fırtınaya dönüşecek olan Nafız’ın efsanesi, tam olarak bu gece başlıyordu. Bu sıralarda, çadırın içinde yalnız kalan Alyon ve Ayıboğan konuşmaya devam ediyordu. 

 ”Bana ihanet etmenin ödülü, bu küçük kabilede bulunan bir avuç yeteneksiz orka hükmet mi oldu Küçükdomuzcuk?” 

 Alyon karşısında duran orka küçümseyerek bakarken, konuşmaya devam etti. 

 ”Her zaman bir korkaktın ve ölene kadar öyle kalacaksın ama soyundan gelen çocuğunu gizlice koruman hoşuma gitmedi değil. Oğluna bir zamanlar söylediğim ismi koymanın hatırına, sana acısız bir ölüm vereceğim. Umarım yaptığın onca şeyden sonra, benden biraz daha merhamet göstermemi istemezsin.”

 ”Alyon, beyim gerçekten sen misin? Hayal mi görüyorum nasıl oluyor bu!” 

 Geçmiş hayatından bilinmeyen detayların yüzüne söylenmesiyle şaşıran Ayıboğan, merakla sordu. 

 ”Benim Küçükdomuzcuk, kendisinin ve sevdiğinin canını sana emanet ederek, hayatının en büyük hatasını yapan kişiyim, Alyon ‘um. Merak ettiğin bu vücut ise, benliğimi miras alan kişiye aittir.” 

 Sorusuna cevabını alan Ayıboğan için olaylar netleşiyordu. Öldü sandığı kişi, kendisini bir zindana bağlamıştı ve bunca sene sonra gelip onu bulmuştu. 

 ”Mirasçımdan tek isteğim oldu, intikamımı alması! Mirasımı alıp benliğimi özümserken sana ve büyük kardeş dediğiniz o kalleşe duyduğum öfkem baki kaldı. Halefime yapacağım iki iyilik daha var şimdi, seni ve o kalleşi kendi ellerimle öldürmek. Bir tanrı varsa, sanırım bu sefer benim yanımda! 

 Her şey ortaya çıktıktan sonra konuşmalar bitti. İki ork birbirlerinin gözlerine bakarak, adeta eski günlere yolculuk yapıyorlardı. Karla kaplı ıssız düzlükte, cılız bir ork ve heybetli beyaz ayı savaşıyorlardı. Yaşanan mücadeleye savaş denmesinin tek nedeni, bir tarafın ölmemek için yaptığı mücadelenin hatırıydı sanırım. 

 Ork aldığı darbelere daha fazla dayanamayarak yere düştüğünde, beyaz ayı son darbeyi indirmek için ağzını kocaman açtı, hasmının başını hedefliyordu. İki nefes sonra beyaz karın üstüne sıcakkan döküldüğünde, ayı artık çenesinin alt kısmına sahip değildi. Cılız ork ölümünü beklerken, kulağına gelen sesle gerçeğe döndü  

 ”Burada ne arıyorsun sen ?”  

 Sesin sahibi, Ulu Ork Lordu Cesuryürek’in oğlu Alyon’du. Ölümden kıl payı kurtulan ork titreyerek konuştu. 

 ”Efendim, ben domuz bakım birliğinden bir orkum. Avcı olmak için göreve çıkmıştım, yolumu şaşırıp kayboldum ve beyaz ayıyla savaşmak zorunda kaldım. Hayatımı kurtardığınız için teşekkür ederim.” 

 Domuz bakım birliği, ana kabiledeki levazım bölümünün bir şubesiydi. Fizikken ve ruhen yetersiz orklar bu bölümde görevlendirilir, kendilerine isim bile verilmezdi. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu, kendini av ile kanıtlamaktı. Çamur ve domuz pisliğinin içine döneceğini düşünen ork, önüne saplanan bıçağa hayretle baktı.  

 ”Bıçağı al ve ayının derisini yüz. Kürkünü savaş ganimeti olarak aldığında, ismine kavuşacaksın.”  

 Duyduğu bu kelimeler karşısında gözyaşları içinde Alyon’ un ayaklarına sarılan ork, ”Alyon beyim, bu günden sonra hayatım sizindir. Ölene kadar size hizmet etmeye yemin ederim” dedi. Çadırın içinde Alyon, avdan sonra Ayıboğan ismini alan ve yirmi sene boyunca kardeşi gibi davrandığı orka hüzünlü bir şekilde bakıyordu. 

 Onu ilk gördüğü zamanın anılarıyla melankoli yaşarken, son gördüğü zaman yaşadıkları aklına düştü. Mora ile gizlendikleri mağaranın girişinde, birçok gölge belirmişti. Her ırktan savaşçıların oluşturduğu bu grubunun içinde gözüne aşina gelen yegâne figür, mağaranın yerini bilen tek kişi olan Küçükdomuzcuk ‘tu. 

 Alyon, uzun süren takipten sonra yaralı olarak kendilerini attıkları bu mağaranın yerini babasına söylemek için Küçükdomuzcuk’ u kabileye yollamıştı. Babasından gelecek yardımı beklerken karşılaştığı sahne, kardeşi gibi bildiği orkun peşindeki katilleri ona getirmesi olmuştu. 

 Öfke ve hayal kırıklığı içinde ”Bana nasıl ihanet edebildin?” diye haykırdı. Yüz sene önce duyduğu cümleyi tekrar işiten Ayıboğan’ın gözlerinden akan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Hatıralara dalarak o kara güne giden Alyon ise hiddetle kükredi.  

 ”Ölümden bu kadar mı korkuyordun? Dostunu satmak, ölümden daha mı şerefli senin gözünde!”

 ”Beni öldürün dedim. Öldürmeyeceklerini, ölene kadar domuzların içinde bırakacaklarını söylediler. Oraya dönemezdim, yıllar sonra o cehenneme geri dönemezdim.”  

 Ayıboğan konuşurken, o zaman yaşadığı dehşet gözlerinden okunuyordu. Hışımla koynundan çıkardığı bir şişe kanı, başından aşağıya döktü. Çeşitli sözler mırıldanırken, çadırın direklerinde bazı semboller oluşmaya başladı. Direklerden aşağı süzülen semboller, Ayıboğan merkezde kalacak biçimde yerde bir Pentagram şekli oluşturdular. Köşelerden gelen tılsımlar vücuduna vurduğunda acıyla çığlık atan Ayıboğan, şekil değiştirmeye başladı. 

 ”Druid halkının dönüşüm tekniği!”  

 Önünde gerçekleşen olaya bakan Alyon, mırıldanarak söylendi.  

 ”En azından, biraz adam yerine konulmuşsun ha Küçükdomuzcuk!”  

 Silahını çeken Alyon, beş metre boyundaki Beyaz Ayı Kralı’na dönüşen düşmanına kahkahalar eşliğinde hücum etti. Pençelerle çekicin buluştuğu anlarda çıkan kıvılcımlar, loş çadırın içini aydınlattı. Dönüşümü gerçekleştiren Ayıboğan, cüretkâr bir tavırla durmaksızın saldırıyordu. Her atağı öldürme niyeti taşıyor, rakibinin ölümcül noktalarını hedef alıyordu. 

 Alyon çadırın direklerini savunma amaçlı kullanırken, Ayıboğan en fazla birkaç pençe darbesiyle onları parçalarına ayırıyordu. Bir süre sonra, kendisini destekleyecek direği kalmayan çadır büyük bir gürültüyle çöktü. Bunu gören Ayıboğan ”Alyon, şimdi neyin arkasına saklanacaksın görelim bakalım” dedi.

 ”Küçükdomuzcuk, hiçbir zaman zeki olmamıştın ama geçen yıllar seni iyice aptallaştırmış. Hala yeteri kadar güçlenemediğinden, karşındakinin de gücünü ölçemiyorsun”  

 Düşen çadırın kalıntılarını üstünden atarken, Alyon çok sakindi. 

 ”Rol yapmayı bırak! Ne sen eski yenilmez savaşçısın ne de ben o cılız orkum. Kimse beni geçmiş günlere döndüremez. Biraz sonra canını aldığımda, her şey bitecek!”  

 Savaşın başından beri üstün olan Ayıboğan, kibir içinde konuşuyordu. Etrafına bakan Alyon bütün kabilenin savaşı izlediğini gördü, silahını havaya kaldırdığında vücudundan ağır bir savaş niyeti yayıldı. 

 ”Evet, sen artık o beyaz ayıdan kurtardığım ork değilsin, bu nedenle gönül rahatlığıyla cesedini parçalayacağım. Sahi Küçükdomuzcuk, o gün benim neden kabileden o kadar uzakta olduğumu hiç düşündün mü?” 

 Geçmiş yıllarda Ayıboğan, bu konu hakkında hiç düşünmemişti. Hayatının kurtulması ve lordun oğluyla arkadaş olmasının verdiği güvenle, günlerini geçiriyordu. 

 ”Sana o kan şişesini verenlere, bu kanın nereden geldiğini sorma cüretini gösterememiş olduğunu farz ediyorum.”  

 Alyon konuştukça, etrafındaki hava gitgide ağırlaştı. Elli adım mesafede bulunan bilinci güçlü olmayan orklar bayılmış, kalanlar nefes almakta güçlük çekiyorlardı. 

 ”O gün öldürdüğüm Beyaz Ayı Kralı’nın kanıyla, karşımda dönüşüm geçirmeye nasıl cüret edersin? Seni zavallı !”  

 Hışımla bağırdığında, Savaşçının Hiddeti tekniğini aktif hale getirdi. Bu teknik, Orkların Ulu Lordunun kanında gizli olan bir teknikti. Kuşaktan kuşağa, kan bağı yoluyla aktarılan bu tekniğin açığa çıkardığı etkiler, kullanan kişinin gücüyle doğru orantılı oluyordu. 

 Üstündeki baskının etkisiyle paralize olan Ayıboğan, savaş çekicinin vücudundan koca bir parça koparmasına kadar gelişen olayları sadece izlemek zorunda kaldı. Bir anda her şey tersine döndü, yediği her darbede Ayıboğan’ın kemikleri kırılıyor, bir parçası vücudunu terk ediyordu. Kısa bir süre sonra Ayıboğan’ın vücudu eski haline döndü ama neredeyse yarısı eksik olduğu için hareket edemeyerek olduğu yere yığılmak zorunda kaldı. 

 Rakibine doğru yavaş adımlarla yürüyen Alyon, Ayıboğan’ın yanına ulaşır ulaşmaz bir darbeyle belden aşağısını gövdesinden ayırdı. Yaptığı bu son vuruşun, savaşı nihayete erdirdiğini düşünen Alyon, sırtını dönerek yürümeye başladı. Henüz iki adım atmamışken, ayaklarına dolanan elleri hissettiğinde içi bir garip oldu. 

 Arkasını dönüp baktığında, belden aşağısı olmayan hasmını ayaklarının dibinde gördü. Sürünerek gelip Alyon’ un ayaklarını saran Ayıboğan ”Beyim, o günden sonra huzur içinde uyuyabildiğim bir gece olmadı. Biliyorum, gözünde hiçbir değerim yok ama beyim dikkatli olun, diğer dört kabile çok güçlendiler. Her şeyin sonunda, canımı siz aldığınız için çok mutluyum” dedi. Son nefesini veren Ayıboğan’ın gözleri, hâlâ beklenti içinde Alyon’a bakmaktaydı.  

 ”Her şey bitti, rahat uyu Küçükdomuzcuk.”  

 Elleriyle gözlerini kapattığı dostunu uğurlayan Alyon, bilincini kaybederek yere yığıldı. Kalabalığın içinde savaşı seyreden orklar tepki dahi veremeden, Nafız Alyon’ un yanı başına geldi. Kısa bir kontrolden sonra, vücudunun bunca etkiye dayanamayıp iflas ettiğini anladı. Özellikle Savaşçının Hiddetini bu seviyede kullanması, henüz yeterince güçlü olmayan bedenin üstünde ağır tahribat yaratmıştı. 

 ”Çabuk bir çadır hazırlayın! Domuzkuyruk, bir kaç adamını alarak buraya gel!” dedi Nafız. Bir grup ork eşliğinde çadırına taşınan Alyon derin uykudayken, Nafız dışarı çıktı.  

 ”Çadıra yüz adım mesafedeki, her şey yıkılacak. Bu mesafenin içine giren kim olursa olsun öldürülecek! 

 Emri alan orklar, denileni yapmak için aceleyle çalışmaya başladılar. Gün doğumuna kadar çadırın etrafı temizlenmiş, kabilenin orkları bundan sonra başlarına ne geleceğini düşünmeye dalmışlardı. Nafız çadırın dışında nöbet beklerken, yüzüğündeki vahşi canavar cesetlerini Domuzkuyruk yoluyla kabileye gönderdi. 

 İlk defa bu kadar çok et tüketebilen orkların keyfi yerine gelirken, üstlerindeki tedirginlik bir nebze olsun azalıyordu. Sonraki günlerde devam eden bu sevkiyat, uzun süredir açlıkla terbiye edilen orkları memnun etti. On gün geçmesine rağmen Nafız çadırın dışındaki yerinden bir adım kımıldamadı ve nihayet son gün doğumunda Alyon gözlerini açtı. 

 ”Nasılsın? İyi değilsen biraz daha dinlen!” 

 Alyon gözlerini açtığından beri yarım gün geçti ve bu süre zarfında gözleri çadırın tavanında hareketsiz bir şekilde yatmaktaydı. Nafız’ın kendisine seslenmesinin üzerine, ayağa kalkıp zırhını giymek için ilerledi. 

 ”Zırhı sen mi çıkardın? Sana da çok zahmet vermeye başladım bu sıralar!’’  

 Pis pis sırıtarak konuşan Alyon, Nafız’ın asabını bozmuştu. 

 ”Maalesef, içinden çıktığımız bölümün orklarına bu şerefi layık gördüm. Elleri, topladıkları bokların sıcaklığını hala kaybetmemişken, seni buraya kadar taşıyıp ilgilendiler.”  

 Sözleri bitince, göreceği manzara önceki yaşamından gelen hatıralara travma yaşatmadan Alyon’u zırhını giymesi için yalnız bıraktı. Yasaklanmış alana, sadece Domuzkuyruk ve oğlu yaklaşabiliyordu. Bugün dağıtılacak olan eti almak için geldiklerinde, Alyon’ un uyanmasından da haberleri oldu. 

 Domuzkuyruk, Nafız’a vermesi gereken önemli bir haberi bulunduğundan, kurtarıcılarının ikisinin de iyi olmasına çok sevindi. Bugün, seyyar tüccarın üç ayda bir kabileye uğradığı günlerden biriydi. Daha önce tüccarla sadece kabile şefi görüşüyordu, kendisinin bu konuda hiç tecrübesi olmamasından dolayı çok gergindi. 

 Konuyu kendisine Nafız diyen dişi orka açması halinde olayın daha da kötü bir hâl almasından korktu zira on gün önce yaptığı eylem hafızalarda tazeliğini koruyordu. Haberi alan Alyon, acilen şefin çadırının tamir edilmesi emrini verdi. Devasa çadırın önceden bulunduğu yere, daha ufak ölçekte bir çadırın yapım işi biterken, tüccar kabileye giriş yapıyordu. 

 ”Burada bazı olaylar yaşanmış gibi görünüyor Sasha!” 

 Tüccar yanında ki altın saçlı gençle konuşurken, etrafını dikkatle inceliyordu. Tren lokomotifini andıran mekanik bir araçla kabileye giren tüccarın, arkasında iki vagon daha eşyası vardı. Altın saçlı genç, tüccara bakarak 

 ”Evet Bay Dimitri, şefin çadırının yerinde şu an çok daha küçük bir yapı var. Sanırım kabilede bir iç savaş yaşanmış, dikkatli olmak yararımıza olur” dedi. 

 ”Dünyanın ucundaki bu ıssız yerde bile, iktidar mücadelesi mi olmuş?”  
 
 Yüzüne küçümser bir ifade takınan tüccar, korku emaresi olmadan yoluna devam ediyordu. Şefin çadırının önünde onları karşılayan Domuzkuyruk’u görünce, yüzündeki ifade değişen tüccar küçük çapta bir şok yaşıyor gibiydi. 

 ”Şef Ayıboğan nerede? Neden beni karşılamak için burada değil?”  

 Kabile ile uzun zamandır ticaret yaptığından dolayı iç işlerine aşina olan Dimitri, kendisini levazım bölümünden bir orkun karşılamasına çok bozuldu. 

 ”Şef içeride, sizi bekliyor”  

 İfadesiz gözlerle tüccara bakan Domuzkuyruk, eliyle kapıyı aralayıp yolu gösterdi. Tüccarla asistanı içeri girdiklerinde, gördükleri manzara karşısında öfkeleri tavan yaptı. 

 ”Bizi kapıda karşılamamış olman yetmezmiş gibi, birde kadınınla oynaşırken mi görüşmek istiyorsun? Sen kim olduğunu sanıyorsun?”  

 Sasha, çadırın içinde kendilerini bekleyen Alyon ve Nafız’ı görünce, kibirle dolan bir sesle bağırdı. Kapıdan giren ikilinin yarattığı yaygara, Nafız’ın sinirlerini hoplatmaya yetmişti. 

 ”Kapıdakilere daha kaç kere içeri evcil hayvan sokulmayacağını söyleyemem lazım. Şu küçük köpeğe bak, şimdiden havlamaya başladı bile” 

 Duyduğu sözler üzerine Sasha silahını çekmek için hamlesini yapmak üzereyken, boğazında bir sıcaklık hisseti. Biraz önce kendisini aşağılayan orkun elindeki kan kırmızı kırbacın ucu, boynuna dolanmış haldeydi. Tepki vermesine fırsat kalmadan kendini yüzüstü yerde bulan Sasha, nefes alamadığı için morarmaya başladı. 

 ”Burada neler oluyor? Bize bir şey olursa, bu işten kendinizi kurtarabileceğinizi mi sanıyorsunuz”  

 Yardımcısı yanında can çekişen Dimitri tehditler savurmaya başladığında, Alyon hiddetle bağırdı. 

 ”Bir ork şefinin çadırına girdin tüccar! Saygılarını sunmak için daha ne kadar bekleyeceksin ” 
 
 Sesin şiddeti Dimitri’yi kendine getirdi, iç organlarının yer değiştirdiğini hisseden tüccar aceleyle tek dizinin üstüne çöktü.

”Ben, paralı askerlerin korumasındaki Altın Yaprak Ticaret Loncasından Dimitri. Yardımcım Sasha ile huzurunuzda olmaktan onur duyuyoruz.”  

 Tüccarın kendini takdiminden sonra Alyon, kırbacı gevşetmesi için Nafız’a işaretini verdi. 

 ”Yaşananları bir yanlış anlama olarak görelim o zaman. Benim adım Alyon, yanımdaki arkadaşımın ismi de Nafız’dır.”  

 Alyon konuşmasını tamamladığında, kırbaç Nafız’ın bilekliğine geri döndü. Bu sahneyi gören Dimitri, sağ gözünün seğirmesine engel olamadı. 
 
 ”Değişebilen donanım! Bu ıssız kabilede, bir orkun ellerinde nasıl böylesine muhteşem bir donanım olabilir.”  

 Tüccarın tepkisine gülerek karşılık veren Nafız, ”Artık ticarete başlayabilir miyiz?” dedi. Tüccar, karşısında bulunan orkların göründükleri kadar basit olmadıklarını anlamıştı. Sasha’nın durumunu göz ucuyla inceleyip ”Önceki şefle sabit bir anlaşmamız vardı, bunun üzerinden mi gideriz, yoksa şartları tekrar konuşmamız mı gerekecek?” dedi. 

 Alyon ”Önceki şefle bu konuları konuşacak fırsatımız olmadı. Aranızdaki anlaşmanın şartlarını anlatmanızı rica ediyorum” dedi. Sasha toparlanıp tüccarın yanında yerini alırken, Nafız yüzünde bir gülümsemeyle onu izliyordu. 

 ”Efendim, yükümde iki vagon saf çelik silah mevcuttur. Önceki anlaşma; pençe, boynuz ve dişler için 1e 20 şeklindeydi. Sizinle de ortak bir noktada buluşmayı canı yürekten arzu ederim.” 

 Şartları duyan Alyon derin bir iç çekti ve yanındaki Nafız ile göz göze geldi. Aldıkları miras nedeniyle, bu dünyada bulunan tüm maddelerin ticari değerlerini üç aşağı beş yukarı biliyorlardı. Cahilliği yüzünden yıllardır soyulan Ayıboğan, kabilesine varlık içinde yokluk çektirmişti. 

 ”Peki, canavar özlerini ne kadar bir oranla alıyorsunuz? ” 

 Dimitri’nin gözleri duyduğu soru karşısında kocaman açıldı, ne diyeceğini bilemez bir durumdaydı.  

 ”Buraya ticarete geldiğimiz için, önceki şef tarafından hediye olarak alıyorduk.” 

 Nafız şiddetle yerinden fırladı  ”Hırsızlar, böyle bir şeyi nasıl bedava alabilirsiniz?”  

 Ana işlevi değişebilen silah yapımı olan canavar özleri, totem ve dönüşüm tekniklerinin geliştirilmesinde hayati rol oynuyorlardı. Böyle değerli bir maddenin karşılıksız olarak el değiştirmesi, her gün karşılaşabileceğiniz bir olay değildi. Alyon, tüccar ve yardımcısına sertçe çıkışan Nafız’ı sakinleştirmek için lafa girdi. 

 ”Bu arkadaşlarımız tüccarlar, müşterilerinin cehaletinin suçunu onlara yüklemek biraz haksızlık olmaz mı?” 

 Şefin kendilerini koruyan yaklaşımı nedeniyle rahat bir nefes alan tüccar, şartların değişeceğini anlayıp öncelik aldı. 

 ”Efendim, yeni başlayan ticaretimizi yepyeni şartlarla sürdürmeliyiz. Bu konu hakkında görüşlerinizi, bizimle paylaşır mısınız?”  

 İçinde bulunduğu ortamda her an canını kaybedebileceğini hisseden tüccar, düşük bir profil tutmaya başlamıştı. 

 ”Şu andan itibaren, pençe, boynuz, dişler ve deri 1 e 8 olarak işlem görecek. Umarım, kabilenin konumu yüzünden normalden yüksek bir oran önermemdeki iyi niyeti görmezden gelmezsiniz!’’  

 Alyon, yeni ticari tarifeyi verirken, aba altından sopa göstermeyi ihmal etmemişti. 

 ”Tabii ki efendim, söylediğiniz oranlardan ticaret yapmak bizim için bir zevktir. Bugün, ne kadar bir alım düşüyorsunuz acaba?”  

 Normal oranların iki birim üstü bir teklif alan tüccar, şefin kendisi içinde bir alan bıraktığını anladı. Oranlar önceki yılların çok altında kalsa da kabile ticari olarak hala iyi bir değer ifade ediyordu. Yerinden kalkan Nafız, tüccarın önüne ufak bir torba attı.  

 ”Burada 20 tane yarı bilinçli canavar özü var, vagonları çadırın önüne indirebilirsin”  

 Önceki anlaşmanın aksine, tüccar için bu sefer hiçbir boşluk yoktu. İşlem bu şekilde tamamlanırsa, onca yolu boş yere gelmiş olacaktı. Tüccar’ın düştüğü açmazı anlayan Alyon, sessizliğini sona erdirdi  

 ”Dostum, bugün senden bazı materyalleri ve bilgileri bizim için temin etmeni isteyeceğiz.”  

 Sözünü tamamlayan Alyon, uzun listenin yazılı olduğu deri parçasını tüccarın yardımcısına teslim etti. Listeyi okuyan Dimitri şaşkınlığını gizleyemiyordu. Bu iki ork, listede yazılı olan eşyaları ve bitkileri nereden öğrenmiş olabilirlerdi? Dünyanın bu ücra köşesinde yaşarken, diğer medeniyetler hakkında nasıl bu kadar bilgi edinebildiler? 
 Alyon’ un uzattığı listenin bir kısmı, çeşitli bitkiler, savaş tekniği kitapları, özel materyallerden oluşuyordu. Kalan kısımda, altı medeniyetin çok az kişinin bilgi sahibi olduğu gizli yönleri ve güncel durumları hakkında bilgiler isteniyordu. 

 ”Efendim, Paralı Askerlerin Altın Şehri hakkındaki bilgiler hariç, listenin tamamını bir ay içerisinde temin edebilirim. Affınıza sığınarak soruyorum, bu listenin ödemesini nasıl yapacaksınız?”  

 İstenen ürünlere bakan Dimitri, yarım vagon canavar özünün bile yetersiz kalacağını hesap etti. Nafız’sa yanında duran sandığın kapağını açarak tüccara seslendi  

 ”Gelip kendin kontrol etmek ister misin?” 

 Yerinden kalkarak tedirgin adımlarla sandığa ilerleyen Dimitri, içindekileri görünce heyecanını kontrol edemedi. 

 ”Bunlar, onun boynuzları mı ?” 

 Tüccar yük vagonlarında bulunan silahları şefin çadırının önüne indirirken, savaşçı orklar kendi aralarında hararetle konuşmaya başladılar. 

 ”Yeni şef bu kadar silahı nasıl alabildi?”

 ”Yanındaki dişi orka ne demeli? Daha bir hafta önce şefin çadırında korkudan titriyordu. Bir göz kırpma süresinde, onumuzu öldürebilecek birine nasıl dönüştü.”  

 İsim verme töreni sırasında çadırın içinde nöbet tutan savaşçılardan biri şaşkınlığını gizleyemiyordu. Vagonlarını boşaltan Dimitri son sürat kabileden ayrılırken, gözleri adeta altın rengine dönüştü. Üzerinde paralı askerlerin amblemi bulunan lokomotifiyle bozkırda ilerlerken, bir yandan da Sasha ile bugünkü olayları değerlendiriyordu. 

 ”Efendim, bu iki orka güvenebilir miyiz? Ödeme için gösterdikleri materyaller sahte olabilir mi?” diye konuştu Altın saçlı Sasha. Savaşçı onurunu zedeleyen olayın kanıtını kapatmak amacıyla çantasından bir bez çıkarıp boynuna dolarken, içindeki öfke hala dinmemişti.

 ”Sasha, seni yanıma aldığımda daha yeni yeni yürümeye başlayan bir çocuktun değil mi? Bugüne kadar, değişebilen bir donanım gördüğümüzü hatırlıyor musun?  

 Çırağı Sasha’nın olayların etkisinde kaldığını anlayan Dimitri, planlarını anlatmaya başladı. 

 ”Bir tüccar olarak en büyük becerimiz, gördüğümüz malların niteliğini ve ederini anlamak olmalı. Sana verdiğim büyük zanaatkârlar kitabını okumadığın anlaşılıyor”

 ”Hayır, efendim, baştan sona kadar dikkatle okudum verdiğiniz kitabı”   

 Ustasının azarı karşısında Sasha son derece heyecanlandı. 

 ”Seni her zaman bir oğul olarak gördüm. Bugün beni nasıl bir duruma soktuğunun farkında mısın? 

 Sasha’nın kafasının yere indirdiğini gören Dimitri, babacan bir ses tonuyla konuşmaya devam etti, 

 Tüccar adayı olarak ilk hatan, soğukkanlılığını çok çabuk yitirmiş olman genç dostum. Ticaret loncamız paralı askerlerin koruması altında ve bu bize yollarda soyulmamak için güvence sağlıyor. Lâkin dünyanın bir ucundaki ıssız topraklarda öldürülürsek, lonca bizim sınıfımızdaki tüccarlar için ne kadar ileri gidebilir sence ?” 

 Dimitri kurt bir tüccardı, arka planı olmayan basit bir kişi olduğundan, diğer tüccarların uğramaya tenezzül etmediği yerlere giderek kariyerini inşa ediyordu. Uzun yıllar süren uğraşısı sonucu, 2. sınıf basit tüccar mertebesine erişebilmişti. 

 ”İkinci hatan öfkeni bastıramamandı. Uğradığın muamele sonucu gözün sinirden kör oldu. Kırbaca dönüşen ekipmanın üzerindeki kabartmaları görebildin mi ?” 

 Sasha bu sözlerin üzerine düşündüğünde, şefin çadırında gelişen olaylar sırasında etrafını incelemek için dikkatini toplayamadığını fark etti. Bu bir tüccar için affedilemeyecek hataların en başında geliyordu zira ne kadar bilginiz olursa olsun göremediğiniz bir şeye değer biçemezsiniz. Dimitri, çırağının gereken dersi çıkardığını bakışlarından anladı. Amacına ulaştıktan sonra, bir ipucu verdi. 

 ”Gümüş kurukafa desem, ekipmanı yapan zanaatkârı bilebilecek misin?”   

 Ustasının sözlerini duyan Sasha’nın gözleri parladı  

 ”Ölümün Yoldaşı Abarran, Cehennem Diyarı’nın en ünlü silah ustası. Dünya üzerinde değişebilen ve gelişebilen silah yapabilen üç kişiden biri!”

 ”Artık, müşterimizin nelere sahip olduğunu anlamışsındır umarım. Şehre varınca, mekanik posta güvercinlerinden bir düzine almanı istiyorum, bu kişiler bize talihin kapısını aralayabilirler”   

 Kazancın kokusunu alan Dimitri, bir dönüm noktasında olduğunu hissediyordu. Bu sırada, şefin çadırının içinde sandığın kapağını kapatan Nafız ”Minotaur’ un boynuzlarını söktüğüm iyi oldu, bu kadar faydası dokunacağını bilseydim, en azından suratını bir bütün olarak bırakabilirdim’’ dedi. 

 Kendine ait bilince çok uzun süre önce erişmiş bir vahşi yaratık olan Kızgınboğa’nın boynuzları ve toynakları, silah yapımı için bulunmaz malzemelerdi. Nafız yaratığı öldürdükten sonra, hiçbir yerini ziyan etmeden yüzüğüne atmıştı. 

 “Canavar özünü hemen kullanmak zorunda değiliz. İleride çok daha fazla fayda sağlayacağı bir durum olabilir.’’ 

 Alyon, kapıda bekleyen Domuzkuyruk’ a kabile halkını çadırının önünde toplamasını emretti. Kısa süre sonra toplanan kalabalığa bu güne kadar bilmeden yaşadıkları hayatı anlatan Alyon, hiçbir detayı karanlıkta bırakmadı. Yaşadıkları günlerin bir sürü yalan üstüne kurulu olduğunu anlayan orklar çok sinirlendiler. Kalabalık kendi arasına konuştukça, gerilim adım adım yükseliyordu.  Özellikle avcı bölümünün orkları canlı yem olarak kullanıldıklarını öğrendiklerinde, savaşçı orklara farklı gözle bakmaya başladılar. Ortamın tansiyonu tavan yapmıştı ki Alyon görkemli sesiyle herkesi susturdu. 

 “Geçmişte yaşanan olaylar geçmişte kaldı, geriye dönük kin tutulmasını yasaklıyorum. Şu andan itibaren yeni hayatınız başlıyor ve yeni kurallara uyduğunuz müddetçe, herkese eşit davranılacağının garantisi veriyorum.’’ 

 Yeni şeflerinin yaptığı konuşma, orkların bir nebze olsun sakinleşmesini sağladı. Aralarındaki çekişmeyi bırakan kalabalık, şeflerini dinlemeye devam ettiler. 

 “Avcı bölümünü dağıtıyorum. Bugün itibariyle kabilede sadece savaşçı ve levazım bölümleri bulunacak. Savaşçıların şefi Nafız, levazım bölümü şefi Domuzkuyruk olacaktır.’’ 

 Çadırın önünde toplanan kalabalığı bakışlarıyla süpürdükten sonra; 

 “Şef koltuğu her zaman düelloya açıktır, benden güçlü olduğunu düşünen herkes meydan okumakta serbesttir. Kabilemizin en büyük kuralı; güçlü yönetir, kalanları itaat eder olacaktır. Emre itaatsizliğin cezası, ölümdür!’’ 

 Sözlerini bitiren Alyon çadırına geri dönerken, Nafız’da savaşçıların toplandığı bölgeye doğru ilerledi. Alyon ile yaptıkları plan gereği, savaşçıları hızlı bir şekilde eğitmesi gerekiyordu. Bir ay gibi kısa bir sürede temel nitelikleri kazanmış bir asker grubu oluşturmalı, bunların içinden de özel yetenekli olanlarla bir takım yaratmalıydı. Miras aldığı bilincin geçtiği acımasız eğitimler, müthiş savaş tecrübesi ve psikopat mizacıyla Nafız, bu iş için biçilmiş kaftandı. 

 “Evet soytarılar! Bugün eğitiminiz başlıyor, sizinle işim bittiğinde hiç doğmamış olmak isteyeceksiniz. Şimdi, herkes silahların içinden bir yay ve bir balta alıp eğitim sahasına gelsin. İki yüz nefes içinde gelemeyenler, direkt Levazım Bölüme gitsin! 

 Yeni şeflerinden aldıkları talimatla beraber savaşçılar birbirlerini ezerek silahlara koşarken, Domuzkuyruk şefle bir toplantı halindeydi. 

 “Geçmişte usta bir savaşçı olduğunu biliyorum. Peki, seni neden levazım bölümü şefi yaptığımı merak ediyor musun?’’ 

 Alyon cevabını çok iyi bildiği soruyu sormadan önce, Domuzkuyruk’ un yüzündeki ifadeyi yakalamıştı. Kendisini kurtaran kişiye vefasızlık etmek istemese de yıllardır aşağılanmak için bulunduğu bölüme tekrar dönmek, Domuzkuyruk’ un fena halde canını sıkıyordu. 

 “Bu topraklar yaşamak için elverişsiz dostum. Yüce Dağ ’da ki vahşi yaratıkları öldürdüğümüzden beridir de yiyecek sağlayacak bir yerimiz kalmadı. Küçükdomuzcuk’ un cahilliği nedeniyle levazım gerektiği gibi yapılanamamış. Benim yardımımla bu bölümü yeniden inşa edeceksin. Levazım bölümünü gereken düzeye getirip, savaş taktikleriyle ilgili bu kitapları da okuduğun zaman, gönül rahatlığıyla kabileyi sana bırakabilirim.’’ 

 Domuzkuyruk önüne atılan birkaç kitaba bakarken, Alyon’dan duyduğu sözler karşısında adeta donup kalmıştı. 

 “Şefim, siz varken ben nasıl şefliğe layık olabilirim. Lütfen, şakası bile hoş değil bu lafların’’ diye heyecanla konuştu. 

 “Biz, bir ay sonra yanınızda olmayacağız. Nafız yolculuğumuzda bize eşlik edebilecek kalitede, küçük ama etkili bir grubu eğitmek için işe koyuldu. Sende, kalan orkları sizi götüreceğim bereketli topraklarda yöneteceksin.’’  

 Alyon önümüzdeki günler için oluşturduğu planı anlatırken, Domuzkuyruk’ un aklındaki soru işaretleri siliniyordu. İkili toplantılarını bitirince, levazım bölümüne doğru yola koyuldular. İlk defa bir şefi bölümlerinde gören orkların şaşkın bakışları arasında, Alyon konuşmaya başladı 

 “Kabilemiz bir değişimin içinde, iki ana bölümümüzden biri olan levazım da bundan büyük bir şekilde etkilenecektir.’’ 

 Levazım bölümü orkları kulaklarına inanamıyorlardı, yıllardır ezikliğin sembolü olan bölümleri iki ana bölümden biri olarak telaffuz ediliyordu. 

 “Hali hazırda ki görevleri dışında levazım bölümü, tarım, hayvancılık, savunma silahları ve mekanik gereçler yapımını da üstlenecek. Bugün yapılacak seçim sonucu, yeteneklerinize göre eğitiminizi almaya başlayacaksınız. Yaptığı işle kabileye en çok katkıyı sağlayanın, en iyi muameleyi göreceğine adımın üzerine yemin ederim!’’ 

 Şeflerinden duydukları bu sözler üzerine, levazım bölümü orkları kükremeleriyle kabileyi inlettiler. Orkların yeteneklerinin anlaşılması ve bölümlerinin seçilmesi işlemi, gün batımına kadar sürdü. Çadırına dönen Alyon, Nafız’ı içeride sinirli bir şekilde söylenerek volta atarken buldu. 

 “Ne oldu, yine deli gibi dolanıyorsun?” 

 Alyon gülüyordu ama Nafız pek havasında değildi. Şef adımını içeri atar atmaz bağırdı. 

 “Bunların içinden bir kişi bile zor çıkacak’’ ”Nasıl bu kadar yeteneksiz olabilirler, bunların içinde bir tane acemi seviye savaşçı bile yok”  

 Nafız, bir günlük talimden sonra adeta ateş püskürüyordu. 

 ”Senin düzeyindeki biri için, gerçekten çok zor iş bu kadar acemiyi eğitmek, içinde bulunduğun durumu anlayabiliyorum ama birçoğunun daha bugün ellerine gerçek bir silah alma şansları oldu. Nitelikten çok nicelik var elimizde, olabildiği kadar iyilerinden seçmeye çalışsan olmaz mı?”

 ”Pazar tezgâhından domates mi seçiyoruz pezevenk! Zaten asabım bozuk, gevşek gevşek konuşma benle.” 

 Ortamı yatıştırmaya çalışan Alyon, bilmeden yanan ateşe benzin döktü. Miras aldığı benlik yüzünden Nafız gün geçtikçe agresifleşiyor, kendisine kolay gelen işlerin becerilememesine tahammül edemiyordu. Konuşmanın bitiminde çadırdan hışımla çıkan Nafız, kulak yırtan bir sesle bağırdı. 

 ”Savaşçı bölümü toplanın, gece şartlarında talim yapacaksınız! İkinci emrime kadar burada olmayanlar, bir daha gözüme gözükmesin! 

 Savaşçı bölümü orkları uzun ve yorucu günün sonunda nihayet dinlenip yemek yiyebileceklerini düşünürken, şeflerinden gelen emirle neye uğradıklarını şaşırdılar. Hepsinin ellerinde ne varsa bırakıp talim alanına koşturmaları nedeniyle, kabilenin içi pazar alanına döndü. 

 Bu sırada Alyon, çadırının içinde çok daha önemli konular hakkında düşünmeye başlamıştı bile ”Pazar tezgâhı, domates, bunlar ne acaba? En sonunda bana pevezenk diye bağırdı, umarım iyi bir şeydir söyledikleri.” 

 Çadırının kapısında beliren Domuzkuyruk’u gördüğünde kafasında dolaşan saçma düşünceleri def edip, bir ay boyunca levazım bölümünün yapacağı işleri planlamaya başladılar. Savaşçıların amansız eğitimi devam ederken, levazım bölümü de hareketli zamanlar geçiriyordu. Kalabalık bir ork grubu, ağaç kesmek ve büyük çapta kayaları taşımaları için Yüce Dağ’a gönderildi. 

 Hiçbir koruma olmadan bu dağa gönderilen orklar tedirginlik içerisinde yolculuklarını sürdürürken, en sonunda korktukları yere vardılar. Daha önce buraya gelmiş olan orklardan bazıları dağın son halini gördüklerinde, gözlerine inanamadılar. Bir zamanlar eteklerinden birkaç adım ileri gitmekten korktukları bu yerde, şimdi tek bir canlı izi görünmüyordu. 

 Ağır kan kokusu altında işlerini yapan orkların gördükleri manzara karşısında şefe ve yanındaki dişi orka saygıları kat be kat artıyordu. Yaklaşık iki gündönümü süresince Yüce Dağ’ da kalan orklar, geri döndüklerinde kabilenin etrafına büyük hendeklerin kazılmaya başlandığını gördüler. Şaşkın bir şekilde yüklerini indiren orkları karşılayan Domuzkuyruk, yardımcısına gelen mühimmatın miktarını not etmesini emretti. Ağaçların söylediği gibi komple sökülüp getirildiğini ve taşların istediği ebatlarda olduğunu gören levazım şefinin keyfine değecek yoktu. 

 ”Hepiniz çok iyi iş çıkardınız, şimdi gidin ve dinlenin! Yemekhane sizin için açık olacak!" 

 Şeflerinin sözlerini dinleyen orkların, keyifleri tavan yapmış gibiydi. Daha önce şefin soyu ve askerlerden kalanlarla beslenen bu orklar, şimdi yemek yerinin kendileri için açık tutulduğunu öğreniyorlardı. İki günlük yoğun ve özverili çalışmalarının karşılığını görmek, tüm yorgunluklarını silip atmıştı. Gelen malzemeleri gören Nafız, bir grup savaşçıyı ağaçları temizleyip yontmaları için levazım bölümüne gönderdi. 

 ”Eğer geri döndüğünüzde hala balta sallamayı öğrenmemişseniz, gideceğinizi yeri bir görün bakalım.” 

 Grubun en zayıf halkalarını tehditler eşliğinde uğurlayan Nafız, kalan savaşçılarına emrini verdi. 

 ”Hepiniz birer kaya alıp buraya geleceksiniz. Bu gece de eğitim yapmaya devam edeceğiz.” 

 Günlerdir gördükleri işkence, orkların psikolojik limitlerini çoktan aşmıştı. Başlarda birkaç savaşçı sinirlerine hâkim olamayıp isyan etmek istese de başlarına gelenler grubun geri kalanı için büyük bir gözdağı oldu. Şefleri bu orkların cesetlerini tanınamayacak hale getirdiğinde, emre itaatsizliğin bir seçenek olmadığını anladılar. 

 ”Elinizdeki kayaları kafanızın üstüne kaldırın ve tutabildiğiniz kadar o şekilde tutun.” 

 Nafız’ın emriyle beraber bütün savaşçılar ellerinde kayalarla beklemeye başladılar. Bir süre sonra savaşçılardan biri dayanamayarak yere düştüğünde, elindeki kayada yanına yuvarlandı. Bundan sonra her geçen saatte, orklar birer birer zamana yenik düştüler. Güçlü fizikleri çoğu ırka karşı üstünlük kurma olanağı verse de düşük zekâları ve psikolojik dirençlerinin yetersiz olması orkların zayıf noktalarıydı. Bir savaşta güç ne kadar önemliyse, zekâ ve sağlam bir psikoloji de o kadar önemliydi. 

 Son ork kaldığında, gün ışıkları yavaş yavaş kabilenin üstüne vurmaya başlıyordu. Nafız, bu kadar süre irade gösteren orkun yanına geldiğinde bir sürprizle karşılaştı. Bu kişi onu isim töreninde levazım bölümüne götüren ve Domuzkuyruk ‘un oğlu olan orktu. 

 ”Baban levazım şefi değil mi? Sen burada ne arıyorsun acaba koca oğlan?”  

 Nafız, bu zamana kadar dayanan orkun limitlerini öğrenmek istiyordu. Cevap gelmediğini görünce, dozajı bir miktar arttırdı. 

 ”Sorularıma cevap vermeme cesaretini göstermek için, bok toplayıcısı babana mı güveniyorsun?”  

 Konuşursa elindeki kayayı düşüreceği korkusu duyan orkun, sinirden dişleri birbirine vurmaya başladı. 

 ”Hayır! Efendim ben savaşçı olmak isteyen bir orkum ve güvenim sadece kendi gücüme”

 ”İsmini söyle bana, Ayıboğan’ın piçinin oğlu”  

 Nafız kalabalığa bakarak bu lafları söylediğinde, talim alanı kahkaha sesleriyle inledi. 

 ”İsmim, Küçükdomuzcuk efendim!”  

 Ayıboğan’ın kendi ismini torununa taktırdığını gören Nafız, iyice çileden çıktı. 

 ”Bu nostalji rüzgârı, en sonunda beni kusturacak. Babanın bokçuların şefi olduğunu bilmek yetmiyormuş gibi, şimdi de adını taşıdığın çapsız bir deden olduğunu öğrendin. Sanırım, bunun siniriyle o kayayı hâlâ düşürmedin değil mi? 

 Nafız’ın konuşmaları sürdükçe, tam bir gündür dinlenememiş savaşçıların keyfi yerine gelmiş, kahkahaları bozkırı inletir olmuştu. 

 ”Hayır, siz emir vermediğiniz için bu kayayı indirmiyorum efendim!” 

 Küçükdomuzcuk kalan gücüyle bağırarak konuşurken, Nafız’ın dudakları yukarı doğru kıvrılmaya başladı. Bir anda bilekliklerinden iki kırbaç çıkıp, Küçükdomuzcuk ‘un vücudunda dans etmeye başladı. Küçükdomuzcuk, kan vücudunun her yerinden fışkırırken elindeki kayayı tutamayıp onla beraber yere düştü. 
 
 Nafız yerde kalan orku acımasızca kırbaçlamaya devam ediyordu, bu sırada diğer savaşçıların gülüşmeleri kesildi ve ortama bir ölüm sessizliği çöktü. Yerde ki orkun tüm vücudu kanla kaplandığı zaman, Nafız nihayet kamçılarını bilekliklerine geri çekti. Kanla ıslanmış yüzünü hafifçe sildikten sonra, savaşçılara dönerek 

 ”Yerde ki orkun görevi tamamlandı. İyileşmesi için şifacıların bölümüne götürün. Bundan sonra adı Sangre olacak olan bu ork, benden sonra savaşçıların içinde en yetkili kişidir. Gereken saygıyı gösterdiğinize emin olun” dedi. 

 Nafız’dan gelen uyarıyla beraber savaşçılardan bir grup kanlar içinde yatan orku nazikçe kaldırıp şifacıların bölümüne doğru yola koyulurken, olaylara şahit olan orkların kafasında tek bir soru vardı; az önce burada ne oldu? 

 Bu dünyada, asil soylar kanlarında bazı gizli yetenekler barındırıyordu. Yetenekler birçok değişik nitelikte olabiliyorken, kullanıcısına göre gücü farklılık gösteren bu yetenekleri sahibinden çalmanın hiçbir yolu yoktu. Mora’nın soyundan gelen yeteneği, diğer yeteneklerin içinde eşsiz olarak sayılabilecek bir sınıftaydı. 

 İlk atasından sonra, onun kudretinde bir gücü kendisi hariç kimse açığa çıkaramamıştı. Gençlik yıllarında Mora’nın yaşadığı büyük trajedi aklına düşen Nafız, ”Belki de vasatlık mutluluktur” diye düşünmeden edemedi. 

 Sabah uyanır uyanmaz haberleri alan Domuzkuyruk, öfke içinde şefin çadırına doğru yola koyuldu. Üstüne sıçramış kanları temizleyen Nafız’ı gören acılı baba, kendini kaybederek saldırıya geçtiğinde aklında intikamdan başka düşünce yoktu. Oğlu öldüresiye dövülmüş olan Levazım Bölümü Şefinin dünya umurunda değildi. Yediği darbelerle yere düşse de kalkıp saldırmaya devam ediyordu.

Domuzkuyruk ‘un bağırışları içeride uyuyan Alyon’ un uyanmasına sebep olmuştu. 

 ”Bu ne gürültü, iki bölüm şefimin alıp veremediği nasıl bir şeydir ki kapımın önünde kavga ederler” 

 Çadırından çıkan Alyon, dışarıda kavga eden ikiliye çıkıştı. 

 ”Şefim, bu cani eğitim esnasında oğlumun canına kast etmiştir. Adaletinize sığınıyorum!” 

 Alyon bir cevap almak istediğinde, eliyle o anlatsın işareti yaparken kendini temizlemeye devam eden Nafız’ı gördü. Bu durum üzerine Domuzkuyruk duyduklarını hızlıca anlatmaya başladı. 

 ”Efendim, oğlum eğitimin sonuna kadar dayanan tek kişiymiş. Yaşadığı onca aşağılanma ve duyduğu hakaretlere rağmen, emir olmadan eğitimini bırakmayacağını belirtmiş” 

 Bir nefeste anlatmaya başlayan Domuzkuyruk, kısa bir soluk alıp konuşmaya devam etti 

 ”Her şeyin sonunda bu katil, elinde beliren kırbaçlarla oğlumu kendi kanında boğmaya çalışmış”  


 Domuzkuyruk, cümlesini bitirmeden şefin hayretle Nafız ‘a döndüğünü görünce, amacına ulaştığını düşünerek sevinmeye başladı ama bu durum uzun sürmedi. Sevinci şefin ona bağırmasıyla bozulan Domuzkuyruk, duyduğu sözler karşında donup kalacaktı. 

 ”Çabuk, Nafız’ın ayaklarına kapan ve af dile. Oğlun Kan Vaftizi ile kutsandı!’’ 

 Şef Alyon’dan isin aslını öğrenen Domuzkuyruk ne diyeceğini bilemiyor, yer yarılsa da içine girsem diye düşünüyordu. Sabaha kadar talim sahasında kalmış Nafız’ın ise tek düşündüğü dinlenmekti, bu gereksiz tantana hiç ilgisini çekmiyordu. 

 “Oğlunun iradesi ve dik duruşu, bana çok eskilerden birini hatırlattı o kadar. Büyütülecek bir şey olduğu yok, beni rahat bırak yeter’’ 

 Nafız bunları söylese de Alyon gerçekten neler olduğunu biliyordu. Kan vaftizi, Nafız’ın soy yeteneğinin ikinci seviyesiydi. Bu teknik, uygulandığı kişide rastgele bir yeteneğin uyanmasını sağlamak için kendi kan özünden kullanılması gerektiriyordu. Bu durum, onların tanışmasını sağlayan bir hediye miydi, yoksa sonlarının başlangıcı mıydı ikisi de bilemiyordu. 

 Levazım bölümü, kabilenin dışına geniş ve derin hendekler açma işini bitirmişti. Domuzkuyruk, açılan hendeklerin içine Yüce Dağ’dan gelen ağaçlardan yapılan devasa kazıklar çaktırdı. Ağaçların dallarıyla kapatılan hendekler üstleri toprakla örtüldüğünde, sanki hiç var olmamış gibi oldular. Alyon, son rötuşları yapılan hendekleri görünce gayet memnun bir şekilde konuştu. 

 “Beklediğimden de iyi olmuş. Sanırım senin hakkında yanlış bir karar vermemişim.’’ 

 Aldığı övgüyle gururu okşanan Domuzkuyruk, şu sıralar aklını kurcalayan önemli bir soruyu şefe sormanın tam zamanı diye düşündü 

 “Şef Alyon, tüccar geldikten sonra kabilenin bu toprakları terk edeceğini söylemiştiniz. Bunca hazırlığı hangi amaçla yapıyoruz acaba?’’ 

 Alyon cevabı vermeden önce gözleriyle ufku taradı, yılların verdiği birikimi genç öğrencisine aktaran bilge bir yaşlı edasıyla “Hırs ve açgözlülük rüzgârlarının kapına ne getireceğini asla bilemezsin’’ dedi. 

 Bu sırada, aldığı siparişi tamamlama telaşıyla koşuşturan Dimitri tüccarlık hayatının en yoğun günlerini yaşıyordu. Kendisini işe o kadar kaptırmıştı ki onu gölgelerden takip eden bir çift gözü fark edemedi. Çırağı Sasha başka şehirlerden gelecek malların siparişi için posta ofisinin yolunu arşınlarken, iki kişi de gözetim altında yaşadıklarının farkında değillerdi. 

 Şehrin ortasında ki büyük şatonun geniş ve gösterişli salonunda, orta yaşlı, pis sakallı bir adam yanında bulunan güzellerle eğleniyordu. Zevkin doruklarına doğru tırmandığı dakikalarda kapı muhafızı birden bağırdı ve bu ses onun bütün keyfini kaçırdı 

 “Efendim, ulak önemli bilgiler getirdiğini söylüyor. Huzura çıkmak ister.’’

 "Lanet olası embesiller, size beni rahatsız etmemenizi söylemedim mi?’’  

 Efendisinden gelen sözler karşısında korkan muhafız, hemen konuşmaya devam etti. 

 “Efendim, önemle takip edilmesini buyurduğunuz konu hakkında olduğunu söylüyor!’’ 

 Keyifle âlem yapmaya devam eden adamın tavrı, son duyduklarıyla tamamen değişiverdi. 

 “Çabuk içeri gönder, daha ne kadar bekleyeceksin seni salak!’’ 

 Sesin sahibi olan kişi, Nikonya Ticaret Kenti Lordu Godfrey ’den başkası değildi. Ork stepleri dağınık bir biçimde kabile hayatı yaşayan canlılardan oluşsa da dört ana bölgenin üçünde birer tane ticaret şehri bulunmaktaydı. Bu şehirleri bölgede hâkim güç olarak bulunan ork kabilesi değil, ana ork kabilesi tarafından kabul edilmiş şehir lordları yönetirdi. Kurak çöl bölgesinde bulunan bu şehrin lordu, özellikle dengesiz hareketleri ve acımasız kişiliğiyle tanınıyordu.  İçeri giren ulak, kucağında bir afetle beraber tahtında oturan lorda haberleri iletmeye başladı.  

 “Lordum, bir süredir takip ettiğimiz tüccar posta ofisinden yeni siparişleri için birkaç mekanik güvercin daha yolladı.’’   

 Haberciyi dikkatle dinleyen Godfrey, “Mesajların içeriklerini kayıt altına aldınız mı?’’ dedi. 

 “Evet efendim, bu siparişini oluşturan kalemlerde diğer satın aldığı malzemeler gibi kıtada bulunmayan veya özel gereklilikler isteyen parçalardı. Siparişin bir kopyasını size takdim etmek isterim.’’ 

 Godfrey haberciden rulo halindeki kâğıdı alıp okumaya başladıktan sonra eliyle dışarı çık işareti yaptı. İki büklüm şekilde huzuru terk eden habercinin ayak sesleri duyulurken, lordun sağ kolu Gulag kapıdan içeriye girdi. 

 “Hemen Kızılkuyruk’u bul ve gerekeni yapmasını söyle’’   

 Lordun emri karşısında kafasını eğerek selam veren Gulag, bakışlarını etraftaki kızlara çevirdi. Sağ kolunun bakışlarından niyetini anlayan Godfrey sırıtarak konuştu. 

 “Tamam, ulakla beraber bunları da o rahatsız deneylerin için kullanabilirsin’’

 “Nezaketi için lorda çok teşekkür ederim’’  

 Taht odasında ki işi biten Gulag, kapıdan çıkarken nöbetçinin kulağına fısıldadı. 

 “İçerdeki kızları hemen özel zindanıma götürün. Umarım yolda başlarına bir iş gelmez, yoksa yeni deneylerimde malzeme olarak sizi kullanmak zorunda kalırım.’’ 

 Gulag, lordun sağ kolu olarak şehri yönetmesinin dışında, çılgın ve vahşi deneyler yapan bir bilim adamı olarak tanınıyordu. Lorda karşı çıkmak isteyen herkesin sonunun Gulag’ın ellerinde acılar içinde ölmek olduğu, şehirde yaşayan tüm insanların zihinlerine kazınmıştı. Nikonya’ da hayat akarken, siparişlerinin ellerine ulaşmasını bekleyen Dimitri ve çırağı da ucuz bir handa yemek yemekteydiler. 

 “Şu iş bitince artık böyle köhne yerlerde konaklamamıza gerek kalmayacak. Lüks yerlerde yaşayacak paramız olacak bizimde.’’  

 İçtiği şarabın etkisiyle Sasha’nın dilinin bağı çözülmeye başlıyordu. 

 “Aptal çocuk, işimizi kimsenin dikkatini çekmeden bitirmemiz lazım. Haydut çetelerinin her yerde ajanları bulunabilir, ağzından çıkanları kulağın duysun!’’   

 Çırağının boşboğazlık yapması Dimitri’yi çok kızdırdı. Dışarıya karşı belli etmemeye çok özen gösterse de onun da içinde kelebekler uçuşuyordu. Bunun nedeni, Minotaur boynuzlarını ve toynaklarını açık arttırma için Altınşehir’e ulaştırabilirse sağlayacağı faydaydı. Yaratığın başına konan ödülü almakla beraber, birinci sınıf tüccarlığa yükseleceğini gayet iyi biliyordu. 

 Ticaret yollarını koruyan paralı askerler sayesinde, başka kıtalardan sipariş edilen mallar bir sıkıntı olmadan ellerine ulaştı. Belirlenen vaktin yaklaştığını gören Dimitri yükleri vagonlara doldurup, dört gündönümü sürecek yolculuğu için şehrin kapılarından çıkmak üzereydi. 

 “Bugünlerde ork kabileleri çok karışık, isterseniz bir süre daha şehirde konaklayabilirsiniz!’’ 

 Şehir vergisini ödemek için durdukları kapıdaki nöbetçi subayının söylediği bu sözleri, yakın çevrede senelerdir ticaret yapan Dimitri ilk defa duyuyordu. 

 “Teşekkürler efendim, dikkatli olmaya çalışacağız.’’  

 Kibarca cevap verip kapıdan çıkan tüccarın içine bir kurt düştüğünde, yanındaki sarı saçlı gencin kulağına fısıldadı. 

 “Sasha, bütün gözetim cihazlarını aktif et. Sihirli taşları kullanarak en yakın paralı asker karargâhına görüntü aktarımı başlat. Sistemi her an savunma moduna girecekmiş gibi hazırla’’ 

 Normal zamanlarda en fazla iki adet gözetim cihazını aktifleştiren Dimitri, kabileye kadar olan yolda başına gelebilecek herhangi bir olayın önüne geçmek için bütün önlemleri devreye soktu. Bu rağmen, Nikonya’dan kabileye doğru ilerlerken uzak bir tepedeki bazı karaltılar onu gözetliyordu. 

 Bu karaltıların içinde, uzun boylu bir insan diğerlerine nazaran çok daha dikkat çekiyordu. Kızıl sakalları göbeğine kadar uzanan, kafasındaki saçlar kazınmış bu kişi, ağzından salyalar akıtarak konuştu. 

 “Avımız tuzağa çekildi! Mesafenizi koruyun! Varacağı yere kadar kimse bir hareket yapmayacak!’’ 

 Tüccarın varış noktası olan kabilede de son zamanlarda sadece birkaç kişinin bildiği garip hadiseler olmuştu. Kan vaftizini gerçekleştiren Nafız, o günden beri çadırında bilinçsiz bir şekilde yatıyordu. Öteki taraftan, yaşadığı dehşet verici olaydan iki gün sonra çadırında uyanan Sangre, kendini bambaşka bir varlık olarak hissediyordu. 

 Üzerindeki şaşkınlığı atmadan talim sahasına doğru yola çıktığında, kendisi hakkında birçok şeyin değiştiğini keşfetti. Daha önce göremediği kadar uzak mesafeleri rahatlıkla görüyor, yerde sürünen solucanın sesine kadar kabiledeki en ufak fısıltıları bile duyabiliyordu. Rüzgârın teninin üzerinden kayarken aldığı biçimi hissetmesi, tüylerini diken diken ediyordu. 

 Talim sahasına varan Sangre’ nin gözleri, başına gelenlerin nedenini sormak için Nafız’ı aradı. Onu bulamayan Sangre, talimin direkt şef tarafından yaptırıldığını görünce çok şaşırdı. Bir süre bekleyip, birlik su molası verince aceleyle savaşçıların yanına koştu. Dinlenmek için yere yatan orklar, kendilerine doğru gelen kişiyi görünce aceleyle ayağa fırladılar. 

 “Hoş geldiniz, küçük şef!’’ 

 Duydukları karşısında aptallaşan Sangre heyecanla sordu.  

 “Şef Nafız nerede? Onunla görüşmem gerek bazı şeyler var?’’

 "Üç gün dönümü önce sizi yardımcı şef yaptıktan sonra kimse onu görmedi efendim.’’ 

 Orklar çok kısa bir süre eğitim almış olmalarına rağmen, disiplin konusunda büyük bir mesafe kat ettiler. Bu hususta Nafız’ın sıra dışı uygulamaları, yeni koşullara adapte olmaları için epey katkı sağlamıştı. 

 “Şef muhakkak biliyordur, gidip kendisine sormam lazım!’’ 

 Sangre konuşmasını bitirdiği sırada, bir el şiddetle omuzuna vurdu.  

 “Sorularını aklında tut, efendini gördüğünde kendisine sorarsın.’’ 
 
 Elin sahibini gören orklar, hep bir ağızdan yüksek sesle bağırdılar.  

 “Şef!’’
 
 “Bu kadar aylaklık yeter! Herkes bir silah alsın, hedeflerle çalışacaksınız!’’ 
 
 Şeflerinin emrini duyan Sangre’ nin de dâhil olduğu orklar, silahlarını alıp talime geri döndüler. Teslimat gününe çok az bir zaman kala, savaşçı orklar takımlar halinde çalışmaya başladılar. Alyon, savaşçıları onluk sistemi temel alarak yeniden organize etti. Sayıları avcı orkların da katılmasıyla bini bulan savaşçılar, Domuzkuyruk komutanlığında manevra, saldırı ve savunma taktiklerini tatbik ediyorlardı. 

 Selefinin gücünün onda birine sahip olmadan ikinci seviye bir tekniği uygulayan Nafız’ın bilinci hâlâ yerine gelmedi. Kan özünden bir miktar kaybetmek, vücudu üzerinde büyük bir yıkım gerçekleştirdi. Dimitri ise uzaktan ork kabilesini gördüğünde, yolculuk boyunca taşıdığı korkuyu nihayet üzerinden atıyordu. Sürekli görüntü göndermek, onu epey zarara uğratmıştı. 

 Kâr zarar hesabı yaparken, kabilenin bulunduğu yamacın eteklerinin tahta çitlerle çevrildiğini gördü. Ellerinde baltalarıyla iki ork savaşçısı onlara doğru yürürken, lokomotifini durduran Dimitri‘nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. 
 
 “Bay tüccar, lütfen bizi takip edin!’’  

 İki ork savaşçısının kendisine hitabı, şaşkın olan tüccarı iyice şaşkınlığa uğrattı. Daha bir ay önce, oraya buraya sıçan, doğru düzgün konuşamayan orklara bu kısa sürede ne olmuştu? Vagonlarıyla beraber kabileye giren tüccar, esas sürprizin kendisini içeride beklediğinden haberdar değildi. Girişte bulunan levazım çadırları gitmiş, yerine tahta ve metal kalkanlarla yapılan mevziler gelmişti. Bu mevzilerde, eğitimde olmayan savaşçılar tam teçhizat nöbette bekliyorlardı. 

 “Sasha, burasının daha önce geldiğimiz kabile olduğuna emin misin?”  

 Dimitri seslenmek için kendisine döndüğünde, Sasha aptal gözlerle etrafına bakıyordu. 

 “Efendim, inanılır gibi değil! Sanki ana ork kabilesine girmiş gibiyiz!’’  

 Birkaç sefer ticaret için ana kabileye gittiklerinde, Sasha bazı izlenimler edinmişti. İnanmak istemese de bu küçük kabiledeki havanın ana kabileden daha sert olduğunu hissediyordu. Yamacın yarısını bir takım asker eşliğinde tırmandıktan sonra kendilerini Domuzkuyruk’ un karşıladığını gördüler. Bir önceki gelişlerinde şefin çadırının önünde yine aynı ork onları karşılamıştı. O gün cüret ettikleri sözleri bu seferde sarf etmek tüccarların aklına bile gelmiyordu. 

 “Kabilemize hoş geldiniz! Levazım bölümü şefi Domuzkuyruk sizi selamlar!’’ 

 Daha önce yüzüne bakmadıkları bu orku selamlamak için tüccar ve çırağı aceleyle lokomotiflerinden aşağı indiler. 

 “Ben, gezgin tüccar Dimitri ve yardımcım Sasha‘ da bölüm şefine saygılarını sunar!’’ 

 Tüccardan gelen övgü karşısında aptala dönen Domuzkuyruk, vaziyeti belli etmeden sözlerine devam etti. 

 “Vagonlarınızda bulunan yüklerin sayılması ve kontrol edilmesi için sizi levazım bölümüne davet ediyorum. İşlemler bitince, şefimiz sizi çadırında kabul edecek!’’ 

 Tüccar yüklerini boşaltmakla meşgulken, yarım günlük mesafede bir çadırın içinde hararetli konular konuşuluyordu. 

 “Şef, tüccar kabileye giriş yaptı. Tahmin ettiğimiz gibi kabilede değişik olaylar yaşanıyor.’’ 

 Bir gözcü, Kızılfırtına haydut grubunun şefi Kızılkuyruk’ a raporunu veriyordu. 

 “Ne gibi değişiklikler var kabilede, biraz daha detay ver bana!’’  

 Gözcünün raporu, Kızılkuyruk’ un merakını cezbetti. 

 “Şefim, kabile etrafına kazıklardan bir çit yapılmış, tepenin yamacına da çeşitli mevziler hazırlanmış. Çevrede devriye gezen savaşçılar olduğu için daha fazla gözlem yapamadım. 

 Önünde ki hayvanın budunu kopararak ayıran haydut, kahkahalara boğuldu. 

 “Bu sefil orklar gerçekten bir şeyler bulmuş olmalı. Yaptıkları bu basit engellerle, benim Kızılfırtına’ mı durdurabileceklerini sanacak kadar da aptallar. Herkes hazırlansın, yola çıkıyoruz!’’ 

 Emri veren haydut, elindeki buttan koca bir ısırık alırken keyiften dört köşeydi. Bu şapşal orklar bu kadar gayret gösterdiyseler, ellerindeki şey kesinlikle çok değerli olmalıydı diye düşünüyordu. Bu sırada, malzemelerinin sayımı sona erdiğinden tüccar ve yardımcısı şefin çadırına girdiler. Nöbetçilerin açtığı deri kapıdan içeri girdiklerinde, Dimitri ve Sasha tek dizlerinin üzerine çöküp selamlarını verdiler. 

 “Büyük Ork Şefi Alyon’ u saygı ile selamlarız!’’  

 Sözlerini bitiren Sasha etrafını incelediğinde, dişi orkun çadırda olmadığını görerek rahat bir nefes aldı. Kurt tüccar Dimitri, bir yandan selam verirken bir yandan da çadırın içini tarıyordu. Şefin kuşandığı zırhı gördüğü zaman, bakışlarını uzun süre üzerinden ayıramadı. Komple vücudu saran, mat siyah zırh tüccarın aklını almış gibiydi. 

 “Zırhım epey ilginizi çekti sanırım Bay Dimitri?’’ 
 
 Alyon yüzünde bir gülümsemeyle gözleri zırhına kitlenmiş tüccara seslendi. Şeften gelen sözler karşında rüyadan uyanan Dimitri konuşmaya başladı. 

 “Efendim, zırhınızın adeta bütün renkleri esaret altına alan bir yapısı var. Ne kadar denersem deneyim, gözlerimi üzerinden almam mümkün olmuyor. Zırhın ticareti ile ilgili herhangi bir düşünceniz varsa, yardımcı olmaktan onur duyarım.’’

 “Sevgili dostum, bu zırh bana çok saygı duyduğum bir kişi tarafından önemli bir amaçla verildi. Zırhımı alabilecek birinin bu dünyada yaşıyor olabileceğini düşünmüyorum, hatta ölüm bile benden zırhımı alamaz!’’ 

 Şef gülerek başladığı konuşmasını bitirdiğinde, Dimitri ruhunun vücudunu terk etmek istediğini hissediyordu. Bir anda yanından gelen sese döndüğündeyse, Sasha’nın bayılmış olduğunu gördü.

 ”Sanırım, genç dostum saldığım enerjiye dayanamadı. Lütfen endişelenmeyin, biraz sonra kendine gelir. Ödemenizi almak için buyurun lütfen’’ 

 Suratında tekrardan koca bir gülümsemeyle konuşan ork şefi, tüccarın aklını aldı. Dimitri, yardımcısı baygın yatarken hazinesinin bulunduğu sandığa doğru yürümeye başladı. Sandığı açtığında, boynuz ve toynak ile beraber Minotaur’un kürkünün de içinde olduğunu gördü. Tüccarın yüzündeki şaşkın ifadeyi gören Alyon, lafa girdi. 

 “Asıl anlaşmamız boynuz ve toynaklar üzerineydi fakat özverili çalışmanız için bir hediye vermeyi düşündük. Bu kürkü, ileride daha da gelişecek olan ticari dostluğumuzun bir nişanı olarak düşünün’’ 

 Dimitri ne diyeceğini bilemiyordu. Bu kişi, uzun yıllardır ticaret yaptığı vahşi ve aptal orklardan biri miydi? Sandığın kapağını kapatan Dimitri, şefin karşısında saygıyla eğilerek konuşmaya başladı. 

 “Şef Alyon, bugün uzun yıllar sürecek ticaretimizin ilk tohumunu atmış bulunduk. Levazım bölümüne teslim ettiğim mekanik güvercinlerle, nerede olursanız olun bana haber yollayabilirsiniz.’’ 

 İki tarafta, bu ticari bağlantıyı oluşturdukları için çok mutluydular. Alyon, miras aldıkları bilinç ve ekipmanlar sayesinde çok güçlendiklerini kabul etse de kendilerini açığa çıkarmadan gerekli malzemeleri elde etmenin imkânsız olduğu biliyordu. Öteki taraftan Dimitri, ilk ticaretlerinde kendisine bu kadar fayda sağlayan kişilerin gelecekteki hareketlerini merakla beklemekteydi. 

 “Şef Alyon, yola koyulmak için izninizi istiyorum!’’  

 Dimitri, elindeki malları Altınşehir’ e götürmek için sabırsızlanıyordu. 

 “Acelen ne tüccar dostum, henüz yardımcın bile kendine gelmedi. Aramızdaki bu güzel anlaşmayı kutlamalıyız hem sizin için insan stili yemek bile yaptırdım’’ 

 Yerde yatan yardımcısına bakan Dimitri, başka seçeneği olmadığını görerek şefin teklifini kabul etti. Şefin çadırının içinde kurulan sofrada Alyon ve Dimitri’nin yanı sıra, levazım ve savaşçı bölüm şefleri de oturmaktaydı. Levazım bölümü şefi Domuzkuyruk’ un yanında, savaşçıları temsilen Sangre bulunuyordu. Yemek keyifli sohbetlerle sürerken, dışarıdan gelen bir bağırma ortamın içine bomba gibi düştü. 

 “Aptal orklar, Kızılfırtına kardeşliği kabilenizi kuşatmış durumda. Elinizdeki değerli mallar ve tüccarı teslim edin, biz de sefil canlarınızı bağışlayalım!" 

 Duydukları üzerine, Sangre yavaşça ayağa kalkarak “Şefim, beklediğimiz düşmanlar kabilemize ulaştı. Emirlerinizi bekliyorum!’’ dedi. 

 “Gözcülerin getirdiği bilgiler nelerdir?’’  

 Alyon oturduğu yerden konuştu. 

 “Şefim, düşman yaklaşık üç bin kişilik bir kuvvetten oluşuyor. Birkaç mekanik alet dışında, silah durumları bizimkiyle aynı!’’   

 Alyon bir süre düşündükten sonra baba oğula dönerek emrini verdi. 

 “Bu savaş, sizin için güzel bir test olacak. Ben misafirimle ilgilenirken, siz de kapımıza gelen bu haydutların icabına bakacaksınız. Tek bir kişi bile sağ kalmayacak şekilde düşmanı yok edin!’’

 “Emredersiniz!’’  

 Kulakları sağır edecek bir sesle selamlarını veren baba oğul çadırdan dışarı çıktılar. Tüccarın beyazlaşan yüzünün aksine Alyon heyecandan kızarmış gibiydi, yavaş yavaş kendine gelen Sasha’ ya bakarak konuşmaya başladı 

 “Dimitri, genç arkadaşımızı da alıp gösterinin keyfini çıkarmaya ne dersin?’’ 

 Alyon misafirleriyle beraber çadırın dışına çıktığında, kabile savaş vaziyeti almış bir haldeydi. Haydutların sözcüsü son uyasını yapmak için tekrar bağırırken, kendileri için hazırlanmış yerlere oturdular. 

 ”Bu size son uyarım! Silahlarınızı atın ve diz çökün, yoksa kabilenizdeki tüm orkların cesetlerini delik deşik ederiz!” 

 Haydutların tehditleri nedeniyle ürken Dimitri, Şef Alyon’a bir teklifte bulundu. 

 ”Şef, izin verin bu haydutlarla ben konuşayım. Loncamız paralı askerlerin koruması altındadır, bu olayı büyümeden önleyebilirim.” 

 Alyon, Dimitri’nin önerisi üzerine hiç konuşmadı, eli ile buyur işareti yaparak sahneyi ona bıraktı. 

 ”Kızılfırtına’nın sözcüsü, ben Altın Yaprak Ticaret Loncasından tüccar Dimitri. Bu kabilede, ticari bir anlaşma yapmak için bulunmaktayım. Benim başıma bir şey gelirse, bu işten yakanızı kurtaramayacağınızı bilmiyor musunuz?” 

 Dimitri sözlerini tamamladığında, haydutlardan korkması için bir neden kalmadığını düşünüyordu. Haydut grupları gezgin yolcuları sıklıkla soysalar da iş tüccarlara gelince bu zamana kadar çok az kişi buna cesaret edebilmişti. Bu cesur kişilerin uğradığı son, tüm ailelerinin üçüncü dereceden akrabaları da dâhil olmak üzere katledilmesi olmuştu. 

 ”Sayın tüccar, bu mesele ork kabilesi ve kardeşliğimiz arasında ki bir sıkıntı. Sizin burada bulunmanız, tamamen öngörülmemiş bir talihsizlik.”  

 Konuşmasına ara veren sözcü, sanki aniden bir şey hatırlamış gibi yaparak devam etti.

 ”Yanlış hatırlamıyorsam, Nikonya’dan çıkarken size ork kabilelerinin bu sıralar tekinsiz olduğunu söylemişlerdi. İzlediğim görüntülerde, bu uyarıyı pek dikkate almadığınız belli oluyordu!” 

 Dimitri duydukları karşısında şoka uğradı. Haydutların şehir muhafızları arasına casus sokabileceklerini hiç düşünmemişti. İşin kötüsü, bu haydutların elinde kendisinin uyarıldığına dair kanıt vardı. Loncasının bu şartlar altında, ikinci sınıf bir tüccar için kılını kıpırdatmayacağını gayet iyi biliyordu. Kısa bir sürede ihtimalleri gözden geçiren Dimitri, Şef Alyon’a dönerek  ”Büyük şef, lokomotifim iki kişi daha alabilir. Siz ve yanınızdaki dişi orkla beraber, savunma modunda kuşatmayı yarabiliriz” dedi.

Alyon yerinden kalkarak Dimitri’nin yanına doğru yürüdü. Korkudan sararmış olan tüccarın omzuna eliyle vurarak, sakinleşmesi için bir kap su uzattı. 

 ”Sevgili dostum, sakin olun. Burada malınız ve canınız, tamamen benim güvencem altındadır. Gelin yerinize oturun, görecekleriniz epey ilginizi çekecek, buna eminim!” 

 Şefin rahat tavırları, tüccarın asabını biraz daha bozulmasına neden oldu. 

 ”Şef Alyon, bu haydutların şehir muhafızları içinde casusları var. Ölürsek, kimse olanların hesabını sormayacak. En hızlı şekilde buradan kaçmak zorundayız” 

 Dimitri soğuk terler dökerken, Alyon gün boyu takındığı tavrın aksine suratında çok sert bir ifadeyle konuşmaya başladı. 

 ”Bana kalırsa, durum düşündüğünüzden daha da ciddi olabilir değerli dostum. Uzun yıllardır ticaret yaptığınız bu bozkırlarda, orkların gerçek bir savaşına tanık olmadığınızı farz ediyorum. Lütfen sakin olun ve az sonra olacak olayları dört gözle izleyin” 

 Şefin son derece ciddi şekilde konuşması tüccarı kendine getirdi. İşler öngörüldüğü gibi gitmezse kaçabileceğinin güvencesiyle, yardımcısı Sasha’nın yanındaki yerine oturdu. Bu sırada haydutların sözcüsü bir cevap alamadığı için öfkelendi ve kendinden geçerek konuştu.  

 ”Son sözünüzün hayır olduğunu kabul ediyorum, bugün burada bir tanenizi sağ bırakmayacağız.”  

 Sözcünün konuşması bitmeden, ıslık çalan bir ok boğazına saplandı. 

 ”Bir avuç haydut, hangi cüretle kabilemizi tehdit edebilir! Cesaretiniz varsa konuşmayı bırakın ve ölümünüze gelin”  

 Yayını havaya kaldıran Sangre, öfkeyle kükredi. Konuşmasının bitimine savaşçıların haykırışları eşlik ederken, yer gök sallanıyordu. Sangre, kan vaftizinden sonra duyularının kazandığı eşsiz hassaslığı keşfedince, kendini okçuluk konusunda eğitmeye karar verdi. Şu andaki yeteneği, üç yüz gez mesafeden uçan kuşu gözünden vurabilecek bir düzeydeydi. Kızılkuyruk, sözcünün öldürüldüğünü görünce iyice keyfe geldi. Artık kimse bana hesap soracak durumda değil, elimde intikam için çok güçlü bir neden var. Kafasının içinde yankılanan düşünce tam olarak buydu. 

 ”Kardeşlerim, bugün oluk oluk kan akıtma günüdür. Bu vahşi yaratıkların sefil canlarını alma zamanıdır! Saldırın!” 

 Haydut grubunun içinden bin kişilik bir kuvvet, ork kabilesine doğru vahşice saldırıya geçti. Haydutlar arasında değerli ganimetleri şef ve yakın tayfası alsa da ilk hücum edenlerde birkaç şeyi yağmalayabiliyordu. Bu nedenle, saldırının ilk dalgası epey kalabalık oldu. 

 Basit bir tahta çitin arkasında, üstlerine doğru çılgınca hücum eden düşmanla karşı karşıya kalan orklar oldukça sakinlerdi. Kimse bu durumu sorgulamadı ta ki çite on adım mesafe kala haydutlar bastıkları zeminin ayaklarının altından kaybolduğunu görene kadar. 

 İlk dalganın önünde koşan haydutlar, bu savaşın en talihsiz kişileri olacaktı. Hendeğe düştüklerinde, içinde bulunan kazıklara saplanan bu kişiler o anda ölmedilerse bile hızını alamayıp üstlerine düşenler yüzünden acı içinde can vereceklerdi. 

 Amansızca akın eden haydutlar yollarının derin bir çukurla kapandığını görene kadar, hendekler yarıya kadar doldu. Derin çukurların içinde mahsur kalan haydutlar birbirlerinin üstüne basarak dışarı çıkmaya çalışırken, Domuzkuyruk emrini verdi 

 ”Saldırın! Hendeklerin içini doldurun!” 

 Emri duyan savunmanın ön sırasındaki orkların bir kısmı, çitleri sökerek hendeğin içinde bulunan sağ kalanların üstüne kazık yağmuru başlattı. Üstün fiziki güçleriyle orklar, kalın ağaç gövdelerini hafif bir ciridi atar gibi savuruyorlardı. Yukarıdan gelen saldırıyla birçok haydut ölürken, bir kısmı hendeğin ork kabilesine yakın duvarına yapışarak kazıklardan kurtuldular. 

 Bu zeki haydutlar paçayı kurtardık diye düşünürken, beyinlerine vuran sıcaklıkla çığlıklar atmaya başladılar. Alyon, vahşi yaratıkların iç organlarının ve ağaç reçinelerinin büyük kazanlarda kaynatılmasını emretmişti. Saldırı sırasında çitlerin arkasında saklanan bu kazanlar, içlerindeki kaynar sıvı karışımıyla hendekteki sağ kalan haydutlara erken cehennemi yaşatıyordu. 

 ”Savaşçılar, savunma pozisyonu al! Okçular atış serbest!” 

 Domuzkuyruk, önlerindeki savunma çitleri yok olan savaşçılara kalkanlarını kaldırıp bir duvar oluşturmalarını emretti. Bu duvarın arkasında kalan okçu birliği, güvenlikleri için endişeleri olmadan hendeğe düşmemiş ilk dalga haydutlarına ölüm yağdırmaya başladı. 

 ” Kabilemize saldırmaya cüret eden bu maymun sürüsüne merhamet göstermeyin! Her attığınız okun bir can aldığını görmek istiyorum!” 

 Sergilediği üstün yetenekleriyle Sangre, okçu birliğine önderlik ediyordu. Birliğini yüreklendirdiği konuşma sonrası, yayına taktığı üç okla saldırıya başladı. Okçu birliği henüz bir ay eğitim almış kişilerden oluşsa da önlerindeki şaşkınlık içinde koşuşturan kalabalık onlar için bile çok kolay bir hedefti. 

 Yaşadıkları şok karşısında geriye doğru kaçmaya başlayanlar sırtlarını okçulara açarak canlarını verdiklerinde, haydutların ilk saldırı dalgası son adamına kadar öldürüldü. Şefin çadırının önündeki hâkim bir noktadan tüm olanları izleyen Dimitri, yaşananlar karşısında çok şaşkındı. 

 ”Şef Alyon, bu kadar hazırlığı bir ayda tamamlamanız gerçekten inanılmaz fakat böyle bir olayın gerçekleşeceğini nasıl tahmin edebildiniz?”  

 Tüccar şefe aklındaki soruyu sorduğunda, Sasha’ da cevabı dört gözle bekliyordu. 

 ”Dimitri, bu bölge Ork Stepleri'nde ki en ücra nokta ve sen buraya ticaret için düzenli bir şekilde geliyorsun. Bu iki kıstasa dayanarak, senin en fazla ikinci seviye bir tüccar olduğunu söyleyebilirim” 

 Alyon sözlerini tamamlayınca, Dimitri ile göz göze geldi. Tüccarın söylediğini doğrular bir şekilde kafasını salladığını görünce, sözlerine devam etti. 

 ”Sana verdiğimiz listede, bu bölgede nadir bulunan veya bu bölgedekilerin adını bile duymadığı malzemeler vardı. İkinci sınıf bir tüccarın böylesine malzemeleri satın alması ve sipariş vermesi, tahmin ediyorum ki birçok kişinin dikkatini çekmiştir.” 

 Dimitri siparişleri tedarik ederken ne kadar dikkatli davranırsa davransın, siparişin kendisinden dolayı dikkat çekmemesinin imkânsız olduğunu anladı. Bu haydutlar, tüm süre boyunca onu takip etmiş olmalıydılar. Dimitri geriye dönüp olayların muhasebesini yaparken, kabile mekanik araçların çıkardığı gürültüye dikkat kesilmek zorunda kaldı. İki makine, savunma durumundaki savaşçıların bakışları arasında hendeğin yanına doğru hareket etti. 
 Makineler yaklaşırken, Dimitri dikkatini onların üzerlerinden bir saniye bile ayırmadı. Mekanik aletler hendeğin yanına ulaşınca, tüccar tam olarak tiplerini seçmeyi başardı. Sevinçle ”İkmal tipi mekanik alet bunlar!” diye bağırdı. 

 Bu dünyada bulunan savaş mekanikleri üç çeşide ayrılıyordu. Saldırı, savunma ve ikmal tipi olarak savaşlarda hizmet veren bu aletler, amacına göre bin savaşçılık bir katkı sağlıyorlardı. Hendeğin yanına gelen makinalar, çukurun karşı tarafına metal ayaklarını fırlattı. Bir ayaklarını da bulundukları yere sabitleyen bu aletler, hendeğin üstünde haydutların geçebileceği iki köprü oluşturdular. 

 Köprülerin oluşmasının ardından, ork savaşçılarının içinde bir panik baş gösterdi. Kalkanları ellerinde sağa sola kaçışmaya başlayan orkları gören Kızılkuyruk, küçümser bir tonda kahkahayı bastı. 

 ”Bir avuç vahşi yaratık, şunların haline bak. Yaptıkları o çukurlar sonsuza kadar onları koruyacak sanıyorlardı herhâlde, ikinci grubu yolla çabuk!” 

 Kızılkuyruk, dağılmış düşmanı tek hamlede bitirmek amacıyla bin kişilik bir grubu daha kurulmuş köprülerin üstünden kabilenin içine yolladı. Bunca savaştan edindiği tecrübe sonucu, şu anda düşmanı ezmek için mükemmel bir fırsat görmüştü. Haydutlar kabilenin içine girmeye başlayınca, Sasha tüccarın kulağına ”Usta, artık buradan ayrılmamızın zamanı gelmedi mi?” diye fısıldadı. Çırağının kaygılarını paylaşan Dimitri, ayrılma istediğini Alyon’ a iletti. 

 ”Şef Alyon, planınız haydut grubunun üçte birini yok etse de hâlâ sizden iki kat fazla savaşçıları var ve kabileye girmiş bulunuyorlar. Lütfen bizimle beraber gelin!”

 ”Dimitri, görüyorum ki hala bu haydutların sadece bizim için burada olduklarını sanıyorsun.” 

 Tüccarın ısrarlarından bunalan Alyon, her şeyi anlatmaya başladı. 

 ”Haydutlar sizi yarım gün uzaktan takip ederken, benim gözcülerim de onları izliyordu. Savaşçı sayıları ve ellerindeki mekanik aletlerin niteliklerinden de çok önceden haberdardık. İkmal tipi makineleriyle bizim hendeklerimizi geçeceklerini bildiğim gibi, tepenin arkasında saklanan savunma tipi makineyle da sizi durdurabileceklerini biliyordum.” 

 Çadıra girdiklerinden beri olan olaylar, tamamen onların erkenden ayrılmaması için planlanmıştı. Sasha’nın bayılması ve kendisi adına hazırlanan ziyafet sayesinde haydutların tuzağına düşmekten kurtulduğunu yeni anlıyordu. Dimitri büyük utanç içinde konuştu. 

 ”Şef Alyon, asil davranışlarınız karşısında ne diyebileceğimi bilemiyorum. İçten özürlerimi kabul edin lütfen.” 

 ”Bunlar konuşulmaya değmeyecek konular, biz önümüzdeki iş ilişkimize odaklanalım.” 

 Alyon sözlerini bitirdiğinde, Domuzkuyruk’a eliyle yumruk işareti yaptı. Mekanik köprülerden son kalan haydutlar da geçerken, Domuzkuyruk ork savaşçılarına bağırdı. 

 ”Kalkanlar yukarı, koridor oluştur” 

 Sağa sola kaçışan orklar emri duydukları anda toplanarak, mekanik köprülerin sağı ve soluna kalkanlardan birer duvar ördüler. Duvarların tamamlanmasıyla beraber, şefin yakınında bulunan dört çadırın deri kısımları yırtılarak içlerinde bulunan devasa sapanlar açığa çıkarıldı. 

 ”Hedef mekanik aletler! Atış serbest!” 

 Bir anda ortaya çıkan sapanlar, yaklaşık üç ork boyundaydı. Bir sapla yere çakılan bu sapanların üst kısmı, büyük bir tabanın yanlarından yükselen iki uzun kenar şeklindeydi. Vahşi yaratıkların derileri ve tendonlarından yapılan lastik kısmının ucunda, devasa kayalar mevcuttu. 

 Dört sapandan aynı anda yapılan atışların hedefi köprü görevi gören makinalardı. Altı orkun gerdiği sapanlardan atılan kayalar sonucu, mekanik köprülerin ayakları ağır hasarlar aldılar. Ayakları kırılan köprüler büyük bir gürültüyle yıkılırken, iki kalkan duvarı arasında kalan bin kadar haydut şaşkınlık içindeydi. 

 ”Sapanlar, gerçekten beklediğimden kullanışlı oldu. Yapıldıkları malzemenin daha kaliteli olmaması ne üzücü, sadece bir atıştan sonra kullanılamayacak hale geliyorlar.” 

 Alyon, tüccar ve çırağına sapanları nasıl yaptıklarını anlatmaya başlamışken, kalkan duvarlarının arkasındaki okçular haydutlara ölüm yağdırıyorlardı. Kızılkuyruk orkların korku içinde dağıldıklarını gözleriyle görmüştü ve ikinci grubu gönderirken zaferinin kesin olduğunu düşünüyordu. Tahminlerinin dışında gelişen olaylar yüzünden adamlarının teker teker öldüğüne şahit olunca, hendeklerin yanına kadar gelerek bağırdı. 

 ”Neyi bekliyorsunuz, salaklar? İleri hücum etmeye devam edin. Tepedeki ork ve tüccarın kellesini bana getireni, sağ kolum yapacağım.”  

 Gönderdiği ilk dalga askerler kendisine yeni katılmış veya her zaman feda edebileceği kadar yeteneksiz kişilerdi fakat bu ikinci grup, uzun senelerdir onunla beraber savaşmış tecrübeli savaşçılardan oluşuyordu. Bir tanesinin kaybı bile toplam savaş gücünün zayıflaması anlamına geliyordu. 

 Geriye dönüş yolları yıkılmış, yanlardan gelen oklarla ölüm tehlikesi yaşayan haydutlar, şefin çadırına doğru hücuma başladılar. Şeflerinin vaat ettiği mevkii, savaş ateşlerini en yüksek dereceye çıkardı. İlginç olan, hiçbir yere kaçamasalar da önlerinde ki çadırlar hariç tepeye kadar gitmemeleri için bir engel görünmüyordu. 
 
 Haydutların hareketlerini dikkatle takip eden Domuzkuyruk, yanında duran yirmi kadar orka dönerek ”Zamanı geldi, görevinizin başına!” dedi. Bu orklar tepeden haydutların üstüne akın etmeye başlamışken, öndeki çadırlara gelince birden durdular. Çadırları yırtmaya başladıkları zaman ortaya çıkan manzara, haydutların hiç hoşuna gitmeyecek cinstendi. 

 Koca kayalar çapraz tahtalarla sabitlenmiş duruyorlardı, orklar tahtaları yerlerinden çıkardıklarında kayalar yukarı doğru saldıran haydutların üstüne yuvarlanmaya başladı. Birbiri ardına serbest bırakılan kayalar, hendek ve şefin çadırı arasında oluşturulan koridorda hızla ilerliyordu. Önlerine çıkan haydutları ezip geçen kayalar, kaçarak hendeğe atlayan haydutların üstlerine düşerek çukurları doldurdular. 

 Kapana kısılan haydutlar için ölümden başka seçenek yoktu. Ya yuvarlanan kayalar tarafından ezilecek ya da kenarlara kaçıp orkların baltalarını tadacaklardı. 

 ”Şef bu ne kadar müthiş bir manevra? Düşmanı bir kez daha gafil avladınız”  

 Tüccar çıraklığının yanı sıra acemi derece bir savaşçı olan Sasha, gördüklerinden çok etkilendiğini saklayamadı. 

 ”Hendek kazarak düşmanın ilk dalga hücumunu engellemek benim fikrimdi. Orkların düşük zekâya sahip olduğuna inanan bu haydutların, çekinmeden saldıracağını düşünüyordum fakat mekanik köprüler kurulduktan sonra olanlar Nafız’ın eseridir.  Savaş toplantısında bana bir taktikten bahsetti. Bozguna uğramış gibi davranıp geri çekilerek düşmanı sarma hareketi içeren bu taktiği durumumuza uyarladığımızda, gerçekten çok işimize yaradı.” 

 Sasha şefin anlattıklarını duyduktan sonra, içinde kabaran merak duygusunun önüne geçemedi 

 ”Şef Alyon, acaba bu manevranın ismini biliyor musunuz?”

 ”Nafız adına Turan taktiği diyor bu manevranın, söylediğine göre çok eski bir taktikmiş.” 

 Arazinin tepesinde oturan grup sohbetini sürdürürken, Kızılfırtına tarafında soğuk rüzgârlar esiyordu. 

 ”Bu kadar kısa sürede, neredeyse tüm adamlarımı kaybettim. Küçücük bir ork kabilesi, nasıl böyle bir hazırlık yapabilir.”  

 Taşlarla dolmuş hendeğin içindeki cesetlere bakarken, Kızılkuyruk öfkeyle astlarına bağırıyordu. 

 ”Bu iş buraya kadar gelmişken, artık geriye dönüş yapamayız. Komutan Anton, lütfen bize yardım edin” 

 Haydutların şefi, üzerinde bütün vücudunu kaplayan mor çelikten bir zırh bulunan ve sakin bir şekilde kenarda oturan adama dönerek yalvaran bakışlarla konuştu. Anton adı verilen adam yavaşça yerinden kalkarken, yanındaki kayaya yasladığı kılıcını kınına geri koydu. Hayduttun çaresiz bakışları arasında, kendisine cevap vermeye tenezzül bile etmeden savunma amaçlı mekanik aletin saklandığı tepeye doğru bağırdı. 

 ”Mor gergedan savaşçıları, saldırı için mevzi alın!"

 Baştan aşağı mor zırh kuşanmış birlik cephenin ön kısmına doğru yürürken, ayak sesleri bozkırda yankılanıyordu. 
 
 “Askerlerim, ork kabilesinden kimse sağ kalmayacak. Bu pis kokulu yerde daha fazla kalmak istemiyorum!’’

 “Emredersiniz!’’  

 Coşkuyla bağıran askerler kabileye doğru ilerlemeye başladılar. Komutan Anton, kendi birliğini savaş alanına yollarken epey keyifsizdi. Bu haydut takımıyla buraya geldiği yetmezmiş gibi bir de savaşmak zorunda kalmıştı. Zırhlı birliğin saldırıya geçtiğini gören Kızılkuyruk ‘da elinde kalan savaşçılarını cepheye sürdü. 

 Bulundukları yerden haydut grubunda gerçekleşen hareketliliği gören Dimitri ’’Şef Alyon, bu sefer ki planınızı çok merak ediyorum.’’ dedi. 

 “Artık yapılabilecek bir plan yok. Sayılarımız eşitlendi, göğüs göğse savaşacağız.’’  

 Ork Şefi bakışlarını devirerek tüccara cevap verdi. 

 “En sonunda zırhlı birliği kullandılar. Bir aylık eğitimin sonuçlarını görmek için güzel bir fırsat. Umarım, yerimden kalkmama gerek kalmaz.’’  

 Alyon önündeki tabaktan meyvesini alırken konuşmasına devam etti. 

 “Haydut grubu içinde, nasıl olur da zırhlı askeri birlik bulunabilir? Zırhlarının rengine bakılırsa, bunlar Nikonya şehir birliklerinden askerler.’’ 

 Tepenin üst kısmında savaşı izleyen üçlüden, zırhlı birliklerin ortaya çıkmasına en çok şaşıranı Sasha oldu. Alyon, kendisine hayret içinde bakan Sasha’nın haline tebessüm ederek “Kişisel hırslar genç dostum, bir şehre sahip olmak sanırım şehir lordu için tatmin edici değil’’ 

 Tepede sohbet sürerken, savaş alanında ellerinde kargılarıyla üstlerine gelen birliği gören Domuzkuyruk aceleyle bağırdı. 

 “Tüm savaşçılar, ikinci hatta çekilip kalkan duvarını kurun. Okçular, atış serbest!’’ 

 Ork savaşçıları tepenin orta bölümüne gelerek düşmanla aralarına mesafe koydular ve kalkan duvarını kurmaya başladılar. Okçu orklarsa biraz daha yüksek bir yerde mevzilenip, eğimin sağladığı avantajla üzerlerine gelen düşmana saldırıyorlardı. Attıkları oklar haydutları yaralarken, mor gergedan savaşçıları zırhlarından dolayı bu saldırılardan zarar görmüyorlardı. 

 Zırhların birleşim yerleri kimi okların hedefi olsa da içlerine giydikleri çelik örgüler sayesinde askerler yara almıyorlardı. Ağır zırhlar içinde yavaş yavaş ilerleyen askerler orkların moralini bozmaya başlarken, içlerinden biri elindeki mızrağı şef Alyon’ un olduğu yere fırlattı. 

 Bu tecrübeli askerler, karşılarında ki orkların liderlerini kaybedince çil yavrusu gibi dağılacağını biliyorlardı. Mızrak havada ilerlerken, savaş alanında herkesin gözleri onun üzerindeydi. Alyon, kendisine doğru gelen mızrağı izlerken yavaşça yerinden doğruldu. Direkt olarak başını hedefleyen bu mızrak, iki kaşının arasına vurduğunda gözünü bile kırpmadı. 

 Savaş alanında bulunanlar gördükleri sahne sonucu donup kaldılar. Şefin kafasına vuran mızrak, çelikten ucu dâhil yarıya kadar parçalandı. Bu saldırı üzerine Alyon, yerden yumruk büyüklüğünde bir taş alarak mızrağı fırlatan askere doğru savurdu. Attığı mızrağın düşmanın başında kırılması, askerin onurunu zedelemişti. Karşılığında gelen bu küçük düşürücü saldırıyı, aynı şekilde almayı planlıyordu. 

 Üzerinde ametist ile güçlendirilmiş çelik alaşım zırhı varken, fırlatılan bir taştan kaçarsa arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı. Hızla gelen taş zırhına vurduğundan bir yüzü kalmayacağını bilebilseydi, asker kesinlikle onu savuşturmayı düşünürdü. 

 Alyon’ un ellerinden çıkan taş, zırhın baş kısmını yamultmuş, açık olan birkaç delikten kanlar sızmaya başlamıştı. Asker boş çuval gibi yere düştüğünde mor gergedan savaşçılarının yüzünde hayret, orklarınsa sevinç vardı. Kısa süre içinde gerçekleşen bu olaydan sonra orklar, şeflerinin hedef alınmasıyla iyice öfkelendiler. 

 Özellikle Sangre, bir savaşçı olarak bu hakareti cezalandırmak için yayının telini birbiri ardına gererek askerlerin üzerine adeta ok yağdırıyordu. Askerler kalkan duvarına ulaştığında, orkların kalkanlarını yarıya kadar toprağa sapladığını gördüler. Nihai sonucun burada yapılacak çarpışmayla ortaya çıkacağına karar veren ork savaşçıları, baltalarını coşkun naralar eşliğinde sallamaya başladılar. 

 Orklar, bir ay süren cehennem eğitiminden sonra çok daha kararlı ve becerikliydiler. Ön taraftaki orklar omuzlarıyla kalkanlara destek olurken, ara sıra kalkanların üstünden bazı askerleri duvarın içine çekiyorlardı. Kanlı savaş kabilenin göbeğinde sürerken, Alyon işlerin kötüye gittiğini üzüntüyle gözlemliyordu. Cesaret, taktik ve moral savaş alanında sonucu belirleyen etmenlerden olsalar da bu çarpışmada teçhizat farkı orkların belini büküyordu. 

 Askerler uzun kargılarıyla kalkanların arasından yaptıkları saldırılarla orklara acı çektiriyorlardı. Konum ve savunma avantajı ellerinde olsa da ork savaşçılarının silahları mor gergedan savaşçılarının zırhına karşı çaresiz kalmaktaydı. 

 Alyon çadırına girip savaş çekicini almak için ayağa kalktığında, gözleri âdeta yayıyla kavga eden Sangre’ ye takıldı. Önündeki mevzide savaşan ork kardeşlerinin birer birer düştüğünü gören bu savaşçı, aralıksız atışlar yapıyordu. Sağ elinden yere kan damlarken, parmaklarındaki kemiğe kadar oluşan kesikleri savaşın ateşiyle hissetmiyordu. 

 Daha fazla kayıp vermeden bu işi bitirmeliyim diye düşünen Alyon, çadırın içinden gelen ayak sesleriyle irkildi. Kısa süre sonra çadırdan çıkan figür kendisine bir şey söylemeden elleri parçalanmış okçunun yanına doğru yürürken,  o da yerine geri oturdu. Sangre, attığı oklar düşmanlarına zarar veremese de bıkmadan atışlarını sürdürüyordu. Başka ne yapabilirim diye düşünürken, kulağının dibinde konuşan birinin sesini duydu. 

 “Bütün yeteneğin bu kadar mı yani?’’ 

 Sangre çaresizlik ve yorgunlukla boğuşurken, arkasından gelen bu sesle beraber öfkeyle bağırdı.


 “Kimsin sen ?’’

 “Şu dandik zırhları delemeyen bir beceriksiz olmanın dışında, ustanın sesini tanıyamayacak kadar da aptalmışsın!’’ 

 Karşısında Nafız’ı gören Sangre heyecanla diz çöktü “Yayımı ne kadar sert gerdiysem de oklarım zırhı delemiyor!’’  Sangre ellerinden kanlar damlarken silahını sinirle yere attı. 

 Mora’nın mirasını aldıktan sonra yarattığı ilk kan savaşçısının bu çaresiz hali, Nafız’ın biraz olsun yumuşamasını sağladı. Elini salladığında, hiçlikten bir yay ve içi ok dolu bir sadak belirdi. Ortaya çıkan bu yedi ayak uzunluğunda ki yay, Sasha’nın aklını alıverdi. 

 “Bu yay, Abarran’ın yirmi büyük yayından biri olan …’’ 

 Ustasının eliyle yaptığı sus işaretini görünce, Sasha sözlerini bitiremeden konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. Dimitri, elbette yay ve sadağın birdenbire ortaya çıkmadığını görmüştü. Aklında beliren bazı düşünceler sonucu, çırağının daha fazla yaygara yapmamasını istedi. 

 “Seni inatçı velet! Bir kere de bunlarla dene bakalım. Bu koca oğlanla yıldızımız hiç barışmadı ama seninle çok iyi geçineceğini düşünüyorum’’  

 Nafız elindeki yayı Sangre’ye verirken, göz ucuyla süren savaşı izliyordu. Sangre, ellerinin şu andaki durumunu gayet iyi biliyordu. Dayanılamaz bir ağrı kemiğine işlerken, ustası tarafından kendisine verilen yaya uzandı. Yayı aldığından itibaren tarifsiz bir duygu bütün vücuduna yayıldı, bu yeni yay sanki seneler boyunca onunla berabermiş gibi hissettiriyordu. 

 Abarran, Kutsal Kan Tarikatı’nın bir müridi olmasından dolayı, yaptığı silahların çoğu kullanıcısıyla kan etkileşiminde bulunmak için dizayn edilmişti. Özellikle kendi kanını taşıyanlar için yaptığı ekipmanları, uygun kan bağı olmadan kullanmak mümkün değildi. Damarlarında Mora’nın kanından küçükte olsa bir parça taşıyan Sangre’ nin yayını eline aldığı gibi sahiplenmesi bu yüzdendi. 

 Çekiş gücü 250 libre olan bu yayı üç parmağıyla nazikçe çekerek geren Sangre, iki buçuk ayak uzunluğundaki kan kırmızı oku zırhlı savaşçılara yolladı. Daha önce zırhlara işlemeyen okların aksine bu özel ok, girdiği askerin zırhından çıkıp arkasındaki askeride delip geçtikten sonra üçüncü hedefine saplanıp kalmıştı.

 Attığı okun yarattığı yıkımı gören Sangre, içindeki coşkuyu bastıramayarak çılgınca kükredi. Gördükleri manzara ve bu çılgın ses askerlerin yüreklerine korku düşürürken, kalkanlarının arkasındaki orkların savaş arzuları en yüksek seviyeye çıkıyordu. 

 “Sıkı durun, geçmelerine izin vermeyin!’’ 

 Sangre’ nin oklarıyla ölüm tehlikesi altına giren askerler, ork savaşçılarının kurduğu kalkan duvarına amansızca yükleniyorlardı. Tek saldırı silahlarının bu oklar olduğunu gören Domuzkuyruk’sa, savaşçılarını gayrete getirmek için durmadan bağırıyordu.

 “Alyon, savaşa katılmamı ister misin? dedi Nafız. Şefin aklındaki düşünce muharebeyi savaşçıları için bir sınav olarak kullanmak olsa da bu şartlar altında vereceği zayiat tahmin ettiğinin çok üstüne çıkabilirdi. Nafız’ın kaybettiği kan özünü tamamlamak nedeniyle savaşa girmek istediğini bilen Alyon, işi riske atmamak için kibarca rica etmek zorundaydı. 

 “Evet, savaşçıların şefi olarak senin ön safta savaştığını görmek onlara moral verecektir. Lütfen, zırhlı savaşçıların yüreklerini ziyan etme’’ 

 En kibar ses tonuyla konuşan Alyon, içten içe sinirden köpürüyordu. Onunla alaycı bir ses tonuyla konuşursa bu dengesiz kişiliği kızdırır ve gelişimi için çok kıymetli olan materyalleri kaybedebilirdi. 

 “Kısa bir süre ortadan yok oluyorum, şu savaşçıların elinizde düştüğü hale bak!’’  

 Kendi kendine konuşuyormuş gibi yaparak herkesin duyabileceği bir sesle mırıldanan Nafız, savaşçılarına doğru mermi gibi fırladı. Oluşan bu tuhaf ortamdan sonra, Dimitri ve Sasha gözlerini savaş alanına diktiler. Dişi orkun Abarran’ın silahlarına sahip olduğunu bilen ikili, gösterinin bir saniyesini bile kaçırmamak için nefeslerini tutuyordu. 

 Kalkan duvarının iki tarafında bulunan savaşçıların, gün boyu süren muharebe nedeniyle yorgun düştükleri görülüyordu. İrade savaşına dönen bu mücadelede, yıllarca sert eğitimlere maruz kalmış askerler yavaş yavaş üstünlüğü ele alıyorlardı. Bu anlarda, rüzgârı arkalarına aldıklarını düşünerek azimle yüklenen askerleri büyük bir sürpriz bekliyordu. 

 “Sizi çöp tenekeleri! Bir adım dahi geri çekilirseniz, cezanızı kendi elimle veririm’’ 

 Nafız’ın tiz ve itici sesi kulaklarına ulaştığında, savaşçı orkların adeta kalpleri titredi. Daha önce emirlerine itaat etmeyen kişilere yaptıkları gözlerinin önüne gelen ork savaşçıları, var güçleriyle kalkanlarına destek verdiler. 

 Kalkan duvarının arkasında sıralanmış orklar, kafalarına basarak üzerlerinden yürüyen bir şeyi hissettiklerinden hemen sonra, hançerlerini çekerek asker kalabalığının içine balıklama atlayan Nafız’ı gördüler. Kalabalığın içine giren Nafız, sudaki balık gibi hareket ediyordu. Ok ve baltaların işlemediği zırhları, kan kırmızı renkli hançerleriyle sıcak bıçağın tereyağını kestiği gibi kesiyordu. 

 Mora, Kutsal Kan Tarikatı’nın bir sonraki lideri olarak seçilmişti. Çocuk yaşından beri, kan büyüleri ve yakın dövüş üzerine acımasız eğitimler almıştı. Nafız, henüz kan büyülerini kullanabilecek yeterliliğe ulaşamasa da yakın dövüş becerileri ve elindeki hançerlerle bu askerlerin Azrail’i olacaktı. Savaşa yeni katılan orkun bulunduğu yerden havaya kol ve bacaklar fırlamaya başladığında, Anton neye uğradığını şaşırdı. Askerlerinin alaşım çelik zırhları vardı, ellerinde hançerlerle dans eden bu ork nasıl olur da her darbesinde bir uzvu koparabiliyordu. 

 “Kızılkuyruk seni adi, raporlarında buranın küçük ve vahşi bir ork kasabası olduğu yazılıydı. Böyle giderse, bütün askerlerimizi kaybedeceğiz. Bunun hesabını verebileceğine emin misin?’’ 

 Kızılkuyruk’ un şuurunu kaybettiğini fark eden komutan emrini verdi 

 “Askerler, geri çekilin! Karargâhta savunma pozisyonu alın!’’ 

 Anton’ un emrini duyan askerler, canlarını kurtarmak için en hızlı şekilde geri çekilmeye başladılar. Bu sırada kaçan düşmanları öldürmeye devam eden Nafız, kovaladığı birlik kayalarla kapanmış hendekleri geçince nihayet saldırmayı bıraktı. 

 Miras aldığı anılar savaş alanında merhametin sadece zarar olarak döneceğini söylediğinden, Nafız sırtı ona bakan düşmanı öldürmekte bir saniye bile tereddüt etmedi. Gönderdiği birlikten geriye elli civarı asker dönünce, Anton’ un suratı iyice düştü. Karşısında bin kadar savaşçı ork ve onun neredeyse üç katı kadar kabile halkı vardı. 

 Aklına, tepenin arkasında ki savunma amaçlı mekanik araç geldi. Bir fırsat yaratıp ona ulaşabilirse, hayatını kurtarabilirdi. Nafız, karargâhlarına çekilen düşmanı imha etmeden önce Alyon ile göz göze geldi. Ondan durmasını söyleyen bir işaret aldıktan sonra, hançerlerini bilekliklerine geri alarak beklemeye başladı. 

 “Ben, Nikonya şehri muhafız birliğinden Komutan Anton!’’ 

 Sesi boş steplerde eko yapmayı kesince, Anton konuşmasına devam etti. 

 “Burada, bir iftiranın yanlış yönlendirmesiyle bulunduğumu anlamam çok geç oldu. Bu haydutların Nikonya şehrine saldırı düzenlemek amacıyla silah alımı yaptığınızı söylemesi üzerine, kendilerine destek için gönderildim.’’ 

 Anton konuşmasını sürdürürken, Kızılkuyruk inanmayan gözlerle kendisine bakıyordu. İşin kendi aleyhine döndüğünü görüp söylenenleri yalanlamak için araya girmek istediği anda, komutandan yediği yumrukla yere düşüp acıyla kıvranmaya başladı. 

 “Bu yanlış anlamanın, sizi Nikonya ordusu ile karşı karşıya getirmesini istediğinizi düşünmüyorum. Ork şefi, lütfen bu işi uzlaşmayla çözmek için işbirliği yapın.’’ 

 Ölümle yüz yüze geldiğinde, Anton son koz olarak güçlü şehir ordusunu masaya sürdü ve aynı anda Alyon hiddetle yerinden kalktı. 

 “Seni acınası böcek! Küçük bir şehir ordusunun ismini söyleyerek, şanlı ork kabilesini tehdit edebileceğini mi sanıyorsun?’’ 

 Tarafların gerildiği restleşme anında, Kızılkuyruk yattığı yerden fırlayarak Alyon’a seslendi. 

 “Yüce ork şefi, Nikonya ticaret şehri lideri Godfrey benim kardeşimdir. Lütfen, kendisiyle bu hatanın tazmini hakkında görüşmeme izin verin. Bu süre içerisinde, kabilenizde tutsak olarak kalmayı kabul ediyorum.’’ 

 Haydut liderinin sözleri, Alyon, Nafız ve Domuzkuyruk hariç duyan herkesi şaşkına çevirdi. Tüccar siparişlerin temini için yola çıktığı zaman, bu üçlü kabilenin bulunduğu konum ve çevre etkenler hakkında uzun süre tartışmışlardı. Bölgede terör estiren Kızılfırtına haydutlarının güçlü Nikonya ordusuna rağmen varlığını sürdüren yegâne grup olması, onları tek bir sonuca itmişti. Ticaret şehri ve bu haydutların arasında bilinmeyen bir bağ vardı.   

 Tüccar Dimitri, haberi aldıktan sonra çırağı ve kendisinin aksine ork şefinin gayet sakin olduğunu gözlemledi. Bütün taşlar yerine oturuyordu, bu ücra yerde bir orkun bu derece bilge ve paha biçilmez ekipmanlara sahip olmasının, tek bir açıklaması olmalıydı. Küçükken babamın anlattığı hikâyelerde adı geçen, zindan fatihleriyle karşı karşıyayım

 .“Aaaaahhhhhh!’’


   Alyon konuşmaya hazırlanırken, düşman saflarından gelen acı feryatla beraber durum karışık bir hal aldı. Az önce kendilerine seslenen Kızılkuyruk, komutan Anton tarafından sırtından hançerlendi. Yaptığı kahpeliğin ardından savunma mekaniğine koşan komutan, keyifle bağırıyordu. 

 “Sadece bekleyin, şehre ulaştığımda koca bir orduyla gelip kabilenizi dümdüz edeceğim. Dünyanın sonuna bile kaçsanız elimden kurtulamayacaksınız!’’ 

 Haydut lideri şehir lordunun kardeşi olduğunu söylediği an, Anton kafasında bir plan yaptı. Kendisi ve birliğinin bu iş için gönderilmesinden, Godfrey ile haydutların bir ilişkisi olduğunu anlamış olsa da arada kan bağının olacağını o bile düşünememişti. Eğer haydut lideri teslim olur ve haber şehir lorduna giderse, bu bağın açığa çıkmaması için kendi de dâhil kimse sağ bırakılmazdı. Şu anda yapabileceği en iyi şey, Kızılkuyruk’u öldürüp şehir lorduna giderek hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yalan söylemekti. Daha sonra sorumluluk almak isteyerek büyük bir orduyu yönetir ve olayın tüm tanıklarını sustururdu. 

 “Nafız, kaçmasına sakın izin verme! Makinaya ulaşırsa durduramayız onu!   

 Alyon, düşman komutanının bu beklenmedik hamlesiyle beraber bütün savaş boyunca ilk defa tuzağa düştü. Anton’ u ellerinden kaçırırlarsa, başlarına gelecek felaketi önlemek için panikle Nafız’a seslendi. Hedefi hızla uzaklaşırken, Nafız ise miskince geriniyordu. Kaçan kişinin hız arttırıcı bir donanım kullandığını anladı ve normal hızıyla rakibi yakalaması olası olsa da böyle bir korkak için uğraşmak hiç ona göre değildi. 

 “Sangre, şu kaçan mor tavşanı benim için avla!’’ 

 Anton, omurgasız bir korkak olabilirdi fakat aptal değildi. Kabilede üzerlerindeki zırhı delen oklar atabilen bir savaşçı olduğunu görmüştü. Kızılkuyruk’u öldürdükten hemen sonra, hız arttırıcı botlarını devreye sokarak kendini ok menzilinden dışına atmak için harekete geçti. Ustasının emriyle yayını geren Sangre, hedefinin çoktan bin gezlik uzaklığa eriştiğini keşfetti. Neredeyse görüş mesafesinin dışına çıkmak üzere olan bu hedefi vuramayacağından korkarak 


 “Usta, hedef görüş mesafemden çıktı, vurmam mümkün olmayabilir!’’ dedi. Sangre’ nin sözleri, Nafız cephesinde sert bir tepkiyle karşılandı. 

 “Sana bu yeteneği mızmızlanman için mi verdim ben! Gözünle göremiyorsan, diğer duyularını kullanarak vur hedefini!’’ 

 Sangre, yediği azar sonrası yayını bir kere daha gerdi. Bir önceki hedeflemede zor görünen Anton, bu sefer tamamen görüş alanından çıkmıştı. Kendisine ustası tarafından verilmiş bu ilk görevde başarısız olma korkusuyla kalbi küt küt atarken, yayından gelen bir titreşim içinde kabaran bütün duyguları bastırdı. 

 Elindeki silah, sanki güven bana dermiş gibi hafifçe titriyordu. Sangre ruhunu dinginleştirdikten sonra şu anda bir işe yaramayan gözleri kapatıp savaş alanını dinlemeye başladı. Yarı meditatif bir hale geçen Sangre, silahından yayılan titreşimlerin savaş alanının üstünden bozkırı süpürdüğünü hissetti. Orkların homurtuları, komutanları kaçan askerlerin kendi aralarındaki konuşmaları ve hatta yerde can çekişen Kızılkuyruk’ un kalbinin son kanı pompalamak için atmasını bile kulaklarıyla duyabiliyordu. 

 Titreşimler kabile sınırlarını aşınca bir ayak sesi kulaklarına takıldı, hızlı bir şekilde koşan bu kişi aradığı hedefiydi. Okunu yayından usulca salarken, ustasının onu izlediğinden haberi yoktu. Yeteneğin savaşın kor ateşinde dövülmesi gerektiğini bilen Nafız, ilk kan savaşçısının yaşadığı gelişimden gayet memnun görünüyordu. 

 Kısa süre sonra Nafız ve Sangre hariç kimsenin duyamayacağı bir feryat, kabileden uzak bir yerde yükseldi. Aldığı darbeyle dengesini kaybederek yere yuvarlanan hain komutan, kalkmaya debelenirken kemiğine saplanmış okun verdiği acıyla inliyordu. 

 Düşmanı durdurmanın getirdiği rahatlıkla ikinci okunu sadağından alan Sangre, sinsice mırıldandı “Bağırmayacaktın Anton, artık ağzının yerini biliyorum!’’ Sangre’ nin yayından çıkan ikinci ok, böğüren Anton’ un açık ağzından girip ense kökünden çıktığında savaşın sonucu ilan edildi. Kalan asker ve haydutlar korku içinde akıbetlerini bekliyor, kabiledeki orklar sevinç naraları atıyordu. 

 ”Askerler, silahlarınızı atın ve teslim olun, emirlere uyduğunuz sürece canınız bağışlanacak!” 

 Alyon süren sessizliğe son verirken, komutanları kendilerini bırakıp kaçan askerler, silahlarını bırakmak için bir saniye dahi düşünmediler. Nafız, savaş tecrübesine sahip bu askerlere kabilenin ihtiyacı olduğu gayet iyi biliyordu fakat kalan az sayıda haydudun, gözünde zerre değeri yoktu. 

 ”Savaşçılarım, zırhlı askerler dışında ki herkesi parçalara ayırın!” 

 Bu basit haydutların kanları ve kalpleri bir işlerine yaramazdı. Orkların bunca gayretini ödüllendirmek için Nafız, düşmanı ezme zevkini savaşçılarına bağışladı. Dört yüz civarı haydudun korkuyla kaçışmasıyla, ıssız bozkırda adeta bir gösteri sahnelenmeye başladı. 

 Sangre avladığı hain komutanı sırtlayıp kabileye dönerken, etrafında kaçışan haydutlar ve peşlerindeki ork savaşçıları neşeyle kovalamaca oynayan çocuklara benziyorlardı. Yaşanan hareketlenmenin oyundan yegâne farkı, yakalanan haydutların tekrar birleştirilemeyecek yapboz parçalarına dönüşmeleriydi. 

 Orklar, az sayıdaki kayıpların öfkesini ve bütün gün yaşadıkları korkuyu üzerlerinden atmak için tüm vahşetleriyle gün boyu katliam yaptılar. Teslim olan askerler sıkıca bağlandıktan sonra Alyon yanına tüccarı da alarak sahipsiz kalan mekanik aletin yanına geldi. 

 Tüccar ve çırağı makinayı bir süre incelediler ve ”düşük bir model fakat sizin için çok kullanışlı olabilir” dediler. Tam da göç nedeniyle hazırlıklar yapan kabile için bu makine, çok hoş bir hediye oluyordu. Çadırlarını sırtlarında taşıdıklarından dolayı, kabilenin yol boyunca yükü sadece az miktar eşya olacaktı. Alyon makinanın iç kısmını incelediğinde, taşınması problem olan yükün bu makinayla kolayca yolculuk edebileceğini keşfetti. 

 ”Dimitri dostum, senden son bir isteğim olacak!” dedi Alyon. 

 Şefin isteğini öğrenmek için, Dimitri saygıyla cevap verdi ”Yeteneklerim dâhili bir konuysa, elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.”  

 ”Çok güzel, lütfen kabileye dönünce bizim küçük toplantımıza katılın. Detayları orada konuşalım!”  

 Sasha kontrolünü eline aldıktan sonra savunma makinası adeta gelin arabası gibi cakalı bir şekilde kabileye giriş yaptı. Katliamı bitirmiş ork savaşçıları kabilenin girişinde şef Alyon’u beklerken gururdan göğüsleri kabarmıştı. Şeflerinin bir mekanik aletle kabileye giriş yaptığını gördüklerindeyse, hep bir ağızdan bağırdılar 

 ”Çok yaşa Şef Alyon! Çok yaşa Şef Alyon!” 

 Orklar neşe içindeyken, yalnızca bir kişi bu durumdan hiç memnun değildi. Kamçılarını savaşçıların üstüne sallarken, bir yandan da öfkeyle bağırdı. 

 ”Kesin ulan sesinizi! Çabuk attığımız okları ve ölmüş düşmanların ekipmanlarını toplayın!”

   Nafız’ın bu çıkışı Alyon’u hiç rahatsız etmedi, gelen tüm düşmanları tek başına yok edecek kudrete sahibi birisi, biraz kapris yapabilirdi. Orkların çabuk rehavete kapılan bir ırk olmalarından dolayı, disiplinlerini kaybetmemeleri için kamçıyı sürekli sırtlarında hissetmeleri gerekiyordu. 

 Bir süre sonra sırtındaki Anton ile Nafız’ın yanına gelen Sangre, düşmanının leşine yere attıktan sonra konuşmaya başladı. 

 "Usta, bu kişinin ekipmanları ve cesedini ne yapmamız gerekiyor?” 

 Anton uzun yıllar şehir muhafızlarında bulunan bir askerdi ve bu ücra yerde düzgün bir şekilde bakım gören nadir kişilerdendi. Nafız cesedi incelediğinde, daha önce gözüne takılan çizmeleri kan savaşçısı Sangre’ye verdi. Bir okçunun en büyük zayıflığı, düşmanı yakınına geldi zaman açığa çıkardı. Bu donanımla beraber, hızla geri çekilerek atağa devam etme şansı yakalayabilecekti. 

 Üzerindeki zırhtan başka işe yarar bir eşyası olmayan Anton’u kan özünü almak için doğrayan Nafız, kalbini de söktürüp Alyon’a yolladı. Bu sırada, bir çadırın içinde sessizce kaderlerini bekleyen askerler yanlarına gelen Domuzkuyruk’u görünce heyecanlandılar. Bu sağ kalanlardan çoğu, karşılarındaki orku savaş alanında emirler verirken görmüştü. 

 ”Yaşamak veya ölmek kendi ellerinizde! Öğrenmek zorunda kaldığınız sır yüzünden, Nikonya şehrine dönerseniz başınıza gelecekleri tahmin edebiliyorsunuzdur.” 

 Domuzkuyruk, gözlerinin içine bakan askerlere seçeneklerini sunmaya başladığında, yaşama şanslarının olduğunu anlayan tutsaklar onu can kulağıyla dinlemeye başladılar. 

 ”Ya bizimle göç eder, kabileden biri olursunuz, ya da bir daha güneşi göremezsiniz.” 

 Sözlerini bitirmesiyle, askerlerin içinden bir kişi sesini yükseltti. 

 ”Sen bizi ne sandın? Sizin gibi vahşilerle bir arada yaşamak isteyebileceğimizi nasıl düşünürsün?” 

 Domuzkuyruk yanındaki korumalara ” Bu arkadaş bizimle yaşamak istemiyor, gerekeni yapın” dedi. Koruma, elindeki büyük savaş baltasını tüm gücüyle artistlik yapan askerin başına savurdu. Yediği darbeyle kafası ikiye yarılan asker, son anda bir şey söylemek istese de yeterli zamanı olmadı. 

 ”Evet, başka bizim gibi vahşilerin içinde yaşamak istemeyen var mı?” 

 Domuzkuyruk sorusunu sorduğunda, çadırdaki tutsaklar hep bir ağızdan kabilede yaşamak istiyoruz dediler. Kabilenin şefi konumuna geldiği zaman eğitimli bu askerler kendisi için çok faydalı olacağından dolayı daha fazla kişinin ölmesini istemeyen Domuzkuyruk, askerlere bugün çıkan insan yemeklerinden yollattı. 

 İşini bitirmesiyle beraber, tutsakların içinden uzun süredir görev yapan bir askeri yanına alarak toplantı yapılacak çadıra doğru yola çıktı. Toplantı yapılacak çadırda, Dimitri, Alyon, Nafız ve Sangre hazır bulunuyordu. Tüccar çırağını, hasar görmüş iki makinadan kullanılabilecek parçaları sökmesi için hendeğe yollamıştı. Domuzkuyruk çadıra giriş yaptığında, şef Alyon yanında getirdiği askeri baştan aşağı süzdü. 

 ”Kabilemize hoş geldin! Biz, kişileri sağladıkları faydaya bakarak mükâfatlandırırız ve önünde değerini kanıtlamak için güzel bir fırsat var. Nikonya hakkında bildiğin her şeyi öğrenmek istiyorum.” 

 Yeni katıldığı bu grupta sivrilme fırsatı yakalayan asker, bildiği tüm detayları aktardı. Godfrey’ in dengesiz tabiatı, Gulag’ın çılgın deneyleri dikkat çekici ayrıntılar olsa da şehrin savunma sistemleri ve askeri birliklerin düzeni en önemli bilgilerdi. 

 ”Şimdi çadırına geri dön ve askerlere yeni düzeni anlat.”  

 Eliyle askere çık işareti yapmadan önce, kendileri hakkında yaptığı düzenlemeyi ona anlatmıştı. Bu asker savaşta ele geçirilen diğer askerlerin lideri olacaktı ve verilen görevlerde elde ettikleri başarılara göre muamele göreceklerdi. 

 Nafız ”Dimitri, senden istediğim haritayı ortaya çıkarma vaktin geldi” dedi. Tüccar çantasından büyük bir parşömen çıkarıp, zemine serdi. Bütün Ork Stepleri'nin bir haritası önlerine serilince, Domuzkuyruk ve oğlu heyecanla kabilelerinin yerini aramaya başladılar. Baba oğulun bu heyecanını sezen Alyon, elindeki küçük bıçakla kabilenin şu anki yerini işaretledi. 

 Bulundukları yeri görünce, ikili bir hayal kırıklığı yaşadı. Kabileleri, büyük ork coğrafyasının gösterildiği haritanın en uç köşesindeki tuhaf bir yerdeydi. Şefin hareketinden vazife çıkaran Dimitri, hemen lafa girdi. 

 ”Bulunduğumuz yer, Ana Ork Kabilesi'ne göre garpta kalan kısmın şimal bölgesindedir. Bu bölge, seyrek bitki örtülü steplerden oluşur. Bölgeye hükmeden ork kabilesinin yakınlarında, zengin maden yatakları bulunmaktadır.” 

 Dimitri konuşmasını sürdürüyorken Nafız araya girdi. 

 ”Çok fazla detaya girmene lüzum yok, yön ve iklimleri söylemen kâfi” 

 Dişi orkun kendisini uyarmasından sonra, Dimitri açıklamalarını dikkatli bir şekilde sürdürür. 

 "Garp kısmında ki cenup bölgesi, bizim bölgemizden dev bir yarık aracılığıyla ayrılır. Kıyı olduğu deniz nedeniyle, ılıman bir iklimi vardır. Kıtadaki en büyük ticaret şehri burada bulunmaktadır.” 

 Son söylediği sözlerden sonra bir soğukluğu ensesinde hisseden tüccar, aceleyle sözlerine devam etti. 

 ”Şark kısmının şimal bölgesi kendisini çevreleyen sıradağlar nedeniyle buzullardan oluşurken, cenup bölgesi yoğun ve sık ormanlarla kaplıdır.” 

 Açıklamaları dinleyen Domuzkuyruk şefe dönerek, ”Kabilemizin yeni yaşam yeri neresi olacak” diye sordu. Alyon, haritadaki büyük yarık, dağlar ve denizin kesiştiği yeri göstererek konuşmaya başladı. 

 ”Burada çok eskiden keşfettiğim, dağların içinde gizli kalmış bir bölge var. Akarsular, ormanlar ve bolca vahşi yaratığın bulunduğu bu yere yerleşip güçleneceksiniz. Herhangi bir ihtiyaç halinde, tüccar Dimitri size istediklerinizi temin edecek.” 


 ”Tüccar! Umarım bize ihanet etmeyi düşünmezsin, dünyanın bir ucuna da kaçsan seni bulabileceğimi biliyorsun dimi?”  

 Nafız, konuşmaları dikkatle dinleyen Dimitri’yi alenen tehdit ediyordu. Dimitri daha önceki korkulu davranışlarının aksine, bu sefer asil bir hava takınarak Nafız’a döndü. 

 ”Bayan Nafız, bir tüccar olarak müşterimle aramda oluşan güven, benim için her zaman birinci önceliğe sahiptir. Gelen siparişleri özel olarak çırağım Sasha kendi eliyle teslim edecektir. Eğer sizi rahatsız eden bir durum olursa, beni her zaman Altın Şehir’ de bulabilirsiniz.” 

 Nafız, tüccarın değişen tavrı karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradı. 

 ”Bana bak, sen maziyi çabuk unutmuşsun, sana bir cesaret, bir özgüven gelmiş!” 

 Nafız’ın yine birine sarmaya başladığını gören Alyon araya girdi. 

 ”Toplantı sona erdi, hazırlıklar tamamlansın gün ışıdığında yola çıkılacak!’’ 

 Ork kervanı Dimitri önderliğinde yeni yerleşim bölgelerine giderken, iki kişilik başka bir grup ticaret şehrine doğru yola koyuldu. Tüccarın lokomotifinin başı çektiği kervanda orklardan yetkili olan Domuzkuyruk halkıyla beraber yürürken, Sangre Dimitri’nin yanında yolculuk ediyordu. 

 ”Sevgili arkadaşım, verdiğim sözden cayma gibi bir planım yok, lütfen rahat bir şekilde yolculuk ediniz” 

 Tüccar, bir eli yayında bekleyen orkun karşısında kılıcının kabzasını kavramış şekilde duran çırağını görünce, ortamı biraz yumuşatmak için lafa girdi. 

 ”Lüzumu yok, ustam en ufak bir ihanet belirtisinde ikinizi de infaz etmemi emretti. Dört gözle yanlış yapmanızı bekliyorum.”

 Ustasıyla şehre gitmek isteyen Sangre, tüccar ve çırağının başında beklemesi için geride bırakılınca, bu ikiliye karşı epey bilendi. 

 ”Bu sefer, ustamın ricasıyla kendimi tutmak zorunda kalıyorum. Bir dahaki karşılaşmamızda, kafanı bedeninden ayıracağıma emin olabilirsin!” 

 Kendi mülkünde hakaret ve tehdide maruz kalan Sasha, kalın bir öldürme niyeti yayıyordu. Araçta oluşan bu boğucu atmosfer yüzünden, Dimitri yolculuğun bir an önce bitmesi için dua etmeye başladı. 

 Nikonya’ ya doğru ilerleyen ikiliyse, şehre giriş için gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldü. Kendilerini, bölgedeki ork kabilesinden şehir lorduna bilinç sahibi bir vahşi yaratık çekirdeği sunmak için gelen iki ork olarak tanıtacaklardı. Şehir lorduna hediyesini verirken, kendisini öldürüp şehirden kaçmayı planlamışlardı. Suikast hakkında son detayları da konuştuktan sonra surların arasında bulunan kapıya doğru yaklaştılar. 

 ”Durun! Kafanızdakileri çıkarıp yüzünüzü gösterin.” 

 Kapıda nöbette tutan şehir muhafızları, kapüşonlu pelerinler giymiş ikiliyi girişte durdurdular. Kapüşonlarını çıkaran bu kişilerin ork olduğu gördüklerindeyse, muhafızların davranışları tamamen değişik bir hal almaya başladı. 

 ”Şuna bakın, iki cahil şehrimize gelmiş! Nikonya’ ya herhangi bir ork girmeye çalışırsa, geriye sadece kellesinin döneceğini söylememiş miydik?” 

 Bölgedeki ticaret şehri ile ork kabilesinin aralarının bozuk olduğunu tutsak askerlerden öğrenen Alyon, hoş karşılanmayacaklarını biliyordu ama uğradığı bu aşağılık muamele gururunu ciddi şekilde rencide etmişti. 

 ”Size on nefeslik süre veriyorum. Ya önümden çekilirsiniz, ya da içinizden geçerim!” 

 Partnerinin duygularını anlayan Nafız da saldırı pozisyonu alırken, hava kurşun gibi ağırlaştı. Verilen sürenin sonuna gelindiğinde Alyon savaş çekicini sırtından eline alırken, kapı muhafızları ikiliyi çevrelemiş bekliyorlardı. 

 ”Ne oluyor burada? Kim bana açıklama yapmak ister?” 

 Gri pelerin giymiş, sıska ve uzun bir adam asker kalabalığına doğru bağırınca, muhafızlar bir anda donup kaldılar. Kalabalığın içindeki rütbeli bir asker, hemen sesin sahibinin önünde diz çökerek konuşmaya başladı. 

 ”Lord Gulag, bu iki ork şehrimize girmeye çalışıyorlardı. Kendilerine engel olmak istediğimizdeyse kaba kuvvete başvurmak istediler.” 

 Konuşmalara kulak misafiri olan Nafız içinden lanet okuyordu.  

 ”Bu adamın burada olacağı zamanı nasıl denk getirebildik!” 

 Aldıkları istihbarat sayesinde karşılarındaki kişinin kim olduğunu tam olarak biliyorlardı. Şehri teftişe çıkmış Gulag, arkasında bir tabur askerle bir anda çıkagelmişti. Durumun gitgide kötüleştiğini gören Nafız hızla lafa girdi 

 ”Lord Gulag, bizler ork kabilesinden Yüce Lord Godfrey’e müzakere için gelmiş olan kişileriz. Yanımızda getirdiğimiz tam bilince erişmiş canavar özünü hediye olarak sunmak için huzuruna çıkmak istiyoruz.” 

 Nafız, etraflarında toplanmış askerlerin üç misli daha fazlasını bile rahat bir şekilde öldürebileceklerini bilse de çıkacak gürültü Godfrey’i öldürmelerini engelleyebilirdi. Şu anda düşük profil tutmak çok daha mantıklı bir hareket olurdu. Aklından bu düşünceler geçerken, Nafız duyduklarıyla şoka uğrayacaktı. 

 ”Bu ikisinin kafasını burada kesmek onlara ödül olur. Sağ yakalayıp özel zindanıma götürün.” 

 Emri alan askerler ikiliye doğru saldırırken nihayet Alyon sinirlerine hâkim olup kendine geldi. Elini Nafız’ın omuzuna atarak ”Teslim oluyoruz!” dedi. Galeyana gelen askerler sefil orkları öldürmek için can atarken, düşmanın direnmeden teslim olması hiç hoşlarına gitmedi. İçlerindeki öldürme arzusu tavan yapmış olsa da aldıkları emir sağ yakalamak üzereydi. 

 Gulag’ın emirlerine itaatsizliğin anlamını çok iyi bildiklerinden, bileklerinde mor alaşım kelepçeler olan tutsakları zindana götürmek için yola koyuldular. Orkların teslim olduğunu gören Gulag, arkasındaki askerlere dönerek seslendi. 

 ”Hepiniz görevinizin başına dönün, ben tutsaklarla beraber zindana gidiyorum.”  

 Kapıda bekleyen askerler bu sözler üzerine çok mutlu oldular. İçlerinden biri kendini tutamayarak ”Bizim elimizde ölmüş olmayı dileyeceksiniz pislikler!” diye bağırdı. Tutsakları zindana getiren grup, uzun yürüyüşten sonra büyük bir siyah kapının önüne geldiğinde durdu. Şehrin sırtını dayadığı dağın içine açılan geçidi kapatıyor gibi görünen kapı, büyük gürültüyle açıldı. İçeriden, yüzlerinde vahşi yaratıkların kafalarından yapılmış maskeler olan bir takım insan çıkıp Gulag’ı selamladılar. 

 ”Tutsakları bırakın ve uzaklaşın!” 

 Askerler bu soğuk ve ruhsuz sesi duyduklarında, istem dışı birkaç adım geri attılar. Gulag’ın özel zindanında, denekleri hariç sadece bu garip yaratıklar bulunabiliyordu. Zebani adı verilen grup, Gulag’ın deneyler sonucu kendine köle ettiği kişiler olarak bilinmekteydiler. 

 Alyon ve Nafız, zebaniler tarafından zindanın içine alındıktan sonra uzun bir tünelden ilerleyerek geniş açıklığa geldiler. Dağın içine oyulmuş bu yer, zeminde büyük avlu ve kenarlarda bir kaç kata yayılmış hücrelerden oluşuyordu. Etrafı inceleyen Nafız’ın içine bir şüphe düştüğünde, Alyon ile göz göze geldi. 

 Yakalandıklarından itibaren yaptıkları plan, zindana girdikten sonra en kısa zamanda içeridekileri öldürüp suikast için akşam karanlığını beklemek vardı. Fakat bir nedenle, ikisi de biraz beklemek için akıl birliğine vardılar. Grup meydanın ortasına geldiğinde yürümeyi bıraktılar. Gulag arkasını dönüp tutsak ikiliyle bakışlarını değiş tokuş ettiğinde, zindanın içindekilerinin kaderi çizilmek üzereydi.

Free WordPress Themes

created with

WordPress Page Builder .